Hermann Hesse'nin "Bir Kurt Vardır Benden İçeri" Tadındaki Başyapıtı: Bozkırkurdu
bazı önemli yazarlar, hayatlarını örtük olarak edebi şekilde yazıya dökerler
tıpkı dostoyevski, bulgakov, sartre ve nihayetinde hermann hesse gibi. işte bozkırkurdu da bu türden önemli bir edebi klasiktir. bana göre hesse’nin en güçlü, en etkileyici kitabıdır.
bir bakıma psikolojik bir romandır. 1. dünya savaşı sırasında kişisel sorunları nedeniyle bozulan ruh dünyası, sigmund freud ekolünden gelen meşhur jung’un öğrencisi lang tarafından tedavi edilmiştir. bu tedavi esnasından kullanılan psikanaliz yöntemi ve uygulamaları da bu eserin yaratılmasında etkin olmuştur. kendini hindistan gezileri sonrası doğu gizemciliğine kaptıran hesse’nin bu kitabında da bu gizemciliğin nüvelerine ulaşılabilir.
klasik "oğuz atay tutunamayanlar’da beni anlatmış" klişesi, bu kitabı ilgiyle okuyan ve kendinden bir şeyler bulanlar için de geçerlidir. hatta oğuz atay’ın bir ölçüde bu kitaptan etkilendiğine inanıyorum. hesse’nin eserlerinde hem doğu gizemciliği, hem de yaşamının büyük kısmını alman militarizminden nefrete ederek isviçre’ye yerleşen ve hayatının geri kalan kısmını orda geçiren, zaman zaman sıla hasreti çeken bir yazarın ruh dünyası masaya yatırılır. bozkırkurdu rastgele seçilen bir imgelem değildir. yazarda önemli çağrışımlar yapar.
bundan sonraki kısım spoiler içerir. kitabı okumayanların dikkatine!
kitap harry haller namı diğer bozkırkurdu’nun bir dönem yaşantısını, ruh dünyasını çarpıcı bir üslupla bize aktarırır. bozkırkurdu herman hesse’nin kendisidir aslında. harry haller nietzsche’nin özdeyişlerini doğrular şekilde sınırsız ve korkunç acı çekme yeteneğine sahip bir başkahramadır. haller’in ruh hastalığı öyle güçsüz ve yetersiz kişilerde görülen şekilde değil, daha çok güçlü, aydın ve yetenekli kişilerde rastlanan türdendir. haller iç dünyası ve düşüncelerini notlarına döker. bu kişisel notlar da kitabın önemli bir kısmını oluşturur.
şöyle der notların başında ve kendini şöyle tanımlar; "amaçlarımdan hiçbirini paylaşmadığım, sevinçlerinden hiçbiri bana bir şey söylemeyen bir dünyanın ortasında bir bozkır kurdu ve sefil bir münzevi olmayacaktım da ne olacaktım. ne bir tiyatroda ne bir sinemada uzun süre oturmaya katlanabiliyorum; elime bir gazete ya da çağdaş bir kitap alıp okuduğum seyrek oluyor. tıklım tıklım trenler ve otellerde, bunaltıcı ve sırnaşık bir müziğin çaldığı hınca hınç kafeteryalarda, zarif ve lüks kentlerin barları ve varyetelerinde, dünyayı gezen sergilerde, geçit törenlerinde, bilgiye susamış kimseler için düzenlenen konferanslarda ve kocaman statlarda insanların aradığı nasıl bir haz, nasıl bir neşedir, aklım almıyor bir türlü. istesem ulaşabileceğim, benim dışımda binlerce kişinin ele geçirmek için itişip kakıştığı, uğraşıp didindiği bu neşe ve sevinçleri anlatmam ve paylaşmam olanaksız. ve doğrusu dünya haklıysa, kafelerdeki bu müzik, bu kitlesel eğlenmezler, az şeyle yetinen bu amerikalılaşmış insanlar haklıysalar, o zaman ben haksızım demektir, o zaman kaçık biriyim ben, o zaman sık sık kendime verdiğim bir isimle bir bozkırkurduyum ben, yolunu şaşırıp yabancı ve anlaşılmaz bir dünyada gözünü açan bir hayvanım, eski vatanının havası ve yiyeceği elinden çıkıp gitmiş bir hayvan..."
haller bir gün gezinirken şehrin izbe bir sokağında, harabe bir duvarda şöyle bir duyuru görür: "sihirli tiyatro, herkes giremez, herkes için değil", ardından "yalnızca kaçıklar için!" harfleri gözünün önünden geçer ve bir ölçüde gerçeküstü olarak nitelendirebileceğimiz bir olaylar silsilesi başlar.
yalnızlık sevenler için kitapta şöyle bir şey der haller: "yalnızlık bağımsızlıktır, yalnızlığı arzulamış, uzun yıllar içinde onu ele geçirmiştim. soğuktu bu yalnızlık, orası öyle ama sessizdi, yıldızların içinde dolanıp durduğu uzay gibi harikulade sessiz ve büyük. öğrenemediği tek şey, kendi kendisinden ve yaşamdan memnuniyet duymaktı. bir türlü üstesinden gelememişti. parası vardı, zengin sayılırdı ama burjuva değildi, çünkü ne bir aile yaşamı vardı ne de toplumsal bir hırsın sahibiydi. düpedüz yalnız ve acayip biriydi. bazen hasta bir münzevi, bazen de dahice yeteneklerle donatılmış normalin üstünde biriydi. goethe’nin faust’undan faust ve mephisto’nun ruhunu eşanlı taşıyan biri.
şöyle der kendi için haller: "yıllar geçtikçe mesleğim, ailem, vatanım elimden çıkıp gitti, her türlü sosyal ilişkinin dışında aldım soluğu, kimse tarafından sevilmeyen, pek çok kişinin kuşkuyla baktığı, kamuoyu ahlakıyla sürekli ve amansız çatışma içinde tek başına biri oldum çıktım."
münzevi yolculuklarından birinde bir meyhanede bir kızla tanışır haller. o gece evine gitme kızın odasında kalır düşünde hayran olduğu goethe ile karşılaşır, derin bir sohbet eder onla. sonrasında gizemli kız ve arkadaşları ile dost olur ve gerçeküstü şeyler yaşamaya başlar, dans öğrenir ellili yaşlarında biri olarak. bu gizemli kızın adı hermine’dir hermann’dan mülhem. bir ölçüde hesse’nin ruhunun başka bir bölümüdür. hermine ve arkadaşları ile gizemli bir şekilde sosyalleşir.
hermine yaşam konusunda müthiş bir tespit yapar haller için: "yavaş yavaş anladın ki, dünya hiç de senden eylemlerde ve özverilerde bulunmanı istemiyor; yaşam, kahraman rollerine ve benzeri şeylere yer veren bir kahramanlık destanı değil, insanların yeyip içmeler, kahve yudumlamalar, örgü örmeler iskambil oynamalar ve radyo dinlemelerle yetinip hallerine şükrettikleri rahat bir orta sınıf evidir. zaman ve dünya, para ve güç, küçük ve sığ insanların elinde bulunacak her zaman, asıl insanların elinde ise hiçbir şey. yalnızca ölüm"
Bu kitabın temel sorunsallarından biri de düşünmek-yaşamak arasındaki ilişkidir
"'insanların büyük çoğunluğu yüzmesini öğrenmeden yüzmek istemez.' ne anlamlı bir söz, değil mi? yüzmek istememeleri doğal çünkü karada yaşamak için dünyaya gelmişler, suda değil. ve düşünmek istememeleri de doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar, düşünmek için değil! evet, kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa, bunda ileri bir noktaya ulaşabilir; ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir böyle biri ve bir gün gelip suda boğulur."
Kitaptan başka alıntılarla bitirelim
# insanların büyük çoğunluğu yüzmeyi öğrenmeden yüzmek istemez. "ne anlamlı bir söz, değil mi? yüzmek istememeleri doğal, çünkü karada yaşamak için yaratılmışlar, yüzmek için değil. ve düşünmek istememeleri doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar, düşünmek için değil! evet, kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa, bunda ileri bir noktaya ulaşabilir; ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir böyle biri ve bir gün gelir suda boğulur.
# insanlığın her zaman varlığını sürdüren bir durumu olarak "burjuvalık", bir denge sağlama, insan davranışındaki sayısız aşırı uçlar ve karşıt çiftler arasında dengeli bir orta yolu ele geçirme çabasından başka şey değildir. bu karşıt çiftlerden birini, örneğin bir ermişle zevkperest bir kişiyi ele alırsak, benzetmemiz daha iyi anlaşılacaktır. insan, kendini tümüyle manevi değerlere, tanrıya yaklaşma çabasına, ermişlik idealine adama olanağına sahiptir. bunun tersine, kendini tümüyle içgüdüsel yaşama, duygularının isteklerine teslim edip, çabasını anlık hazların kazanımına yöneltme olanağıyla da donatılmıştır. birinci yol ermişliğe, manevi şehitliğe, tanrı uğruna kendini feda etmeye; ikinci yol ise zevkperestliğe, içgüdüler uğruna canını vermeye, çürüyüp kokuşmalar uğruna kendini gözden çıkarmaya götürür kişiyi. işte orta sınıf insanı bu ikisi arasındaki ılıman iklimde yaşamaya çalışır. asla kendini gözden çıkarmaz, ne çilekeşliğe ne de zevkperestliğe adar kendini, asla canını vermeye kalkmaz, asla yok olmayı istemez. tersine, onun ideali nefsinden el çekmek değil, ben'ini ayakta tutmaktır. ne ermişlik ne de onun karşıtı uğrunda çaba harcar. kayıtsız şartsız taraf tutmak onun katlanamayacağı bir şeydir. tanrıya olduğu gibi zevkperestliğe de kulluk etmek ister, erdemli olmaya çalışır; öte yandan bu yeryüzünde biraz da adam gibi rahat yaşamaya bakar. kısacası, aşırı uçlar ortasında, şiddetli rüzgarlardan, fırtınalardan korunmuş, sağlığına yararlı ılıman bir bölgede yerleşmeye uğraşır. bunun üstesinden gelirse de, kayıtsız şartsızlığa ve aşırılığa yönelik bir hayatın sağlayacağı yaşam ve duygu yoğunluğundan da el çekmek zorunda kalır. hayatı yoğun olarak yaşayabilmenin tek yolu, faturayı ben'e ödetmektir. orta sınıftan biri için kendi ben'inden, kuşkusuz yeterince gelişmeyip güdük kalmış bu 'ben'den değerli bir şey yoktur. dolayısıyla, yoğunluk pahasına kendini ayakta tutar, güven içinde yaşar, tanrıya sevdalanmışlığını verip vicdan rahatlığını alır karşılığında, hazzı verip hoşnutluğu, özgürlüğü verip rahatlığı, ölümcül ateşi verip tatlı sıcaklığı alır. bu yüzdendir ki, yaratılış bakımından orta sınıfa mensup biri güçsüz bir yaşam dürtüsüyle donatılmıştır, korkaktır, kendisini elden çıkarmaktan çekinir, kolay yönetilecek biridir. dolayısıyla, gücün yerine çoğunluğu, şiddetin yerine yasayı, sorumluluğun yerine oylamayı geçirmiştir.
# göğüs, beden her zaman tektir, içinde barınan ruhlar ise iki ya da beş değil, sayılamayacak kadar çoktur; insan yüz zardan oluşmuş bir soğana, pek çok iplikten oluşmuş bir kumaşa benzer. eski asyalılar bunu çok iyi görüp bilmiş, budistler kişilik kuruntusunun maskesini düşürmek için yogalarında belli bir teknik geliştirmiştir. insanlığın oyunu eğlendirici ve çok yönlüdür: kişilik kuruntusunun maskesini alaşağı etmek için hindistan'ın binlerce yıl gösterdiği yoğun çabayı, batı aynı kuruntunun desteklenip pekiştirilmesi için harcanmıştır.
# ölümsüzler arasında en çok sevdiklerine, örneğin mozart'a hayranlık beslerken de duruma yine burjuvazinin gözüyle bakar. mozart'ın mükemmelliğini tıpkı bir okul öğretmeni gibi sadece onun üstün uzmanlık yeteneğiyle açıklar da, bunu mozart'ın kendini adamışlığının ve acı çekme istekliliğinin büyüklüğüne, tüm burjuva idealleri karşısındaki umursamazlığına, acı çekenlerin ve insan olma sürecini yaşayanların çevresindeki burjuva atmosferini buzsu bir havaya dönüştüren yalnızlığa, gethsemane bahçesindeki o yalnızlığa katlanmasına bağlamaz.
# kız, benim o karanlık korku hücremdeki küçük pencerecikti, minicik aydınlık delikti, esenlikti benim için, özgürlüğe götüren yoldu. bana yaşamasını ya da ölmesini öğretecek; sağlam ve sevimli elini benim kaskatı kesilmiş kalbime dokundurmalıydı ki, kalbim bu yaşam dokunuşuyla serpilip yeşersin ya da yanıp kül olsun. onun bu gücü nereden aldığı, ona bu gücü neyin sağladığı, benim için taşıdığı büyük önemin hangi gizsel nedenlerden kaynaklandığı üzerinde düşünemiyordum, zaten fark etmezdi, bunu bilmem önemli değildi. hiçbir bilgiye, hiçbir sezgiye en ufak bir değer verdiğim yoktu artık, bilgi ve sezgilere tıka basa doymuştum. durumun böylesine açık seçik bilincine varmamdır ki, benim için en acı ve en alaylı işkence ve utancı oluşturuyordu. bu adamı, bozkırkurdu denen bu hayvanı, örümcek ağına yakalanmış bir sinek gibi karşımda görüyordum. yavaş yavaş nasıl korkunç bir akıbete sürüklendiğini, nasıl tuzağa yakalanmış, ağ içinde savunmasız asılı durduğunu, örümceğin onun etine dişlerini geçirmek üzere nasıl hazır beklediğini, öte yandan nasıl kurtarıcı bir elin yakında belirdiğini izliyordum. çektiğim acının, ruhsal rahatsızlığımın, büyülenmişliğimin, nevrozumun nedeni ve koşullarına ilişkin en akıllıca ve en anlayışlı açıklamaları yapabilirdim, işin mekanizması tüm saydamlığıyla önümde duruyordu. ne var ki gerekli olan, öylesine ele geçirmeyi özlediğim, bilgi ve kavrayış değildi, yaşantıydı daha çok, kesin karardı, eylem ve etkinlikti.
# (...) ama zevk alacağın bir şeyi yapmak için önce başkalarının iznine gereksinim duyuyorsan, gerçekten aptalın birisin derim.