Iron Maiden'ın Bütün Albümlerinin En İyiden En Kötüye Sıralaması

Iron Maiden'ın yeni albümü Senjutsu henüz soğumadan İngiliz heavy metal grubunun diskografisini baştan sona inceliyoruz.
Iron Maiden'ın Bütün Albümlerinin En İyiden En Kötüye Sıralaması

daha önce the cure ve megadeth için yaptığım best to worst sıralamasını bu sefer de bana metal müziği sevdiren, ergenliğimi birlikte geçirdiğim, yeni albümleriyle çok heyecanlanmasam da eski albümlerinin her şarkısında ayrı bir anımı gözümde canlandıran iron maiden için yapmak istedim. bilmenizi isterim ki her ne kadar best to worst konseptinde ilerlesem de yapacağım sıralama tamamen sübjektif. yani iron maiden’ın albümlerini en iyiden en kötüye sıraladığımı iddia etmeyeceğim. yazıdaki sıralama tamamen albümlerin kalbimdeki manevi yerleri ile, onların bende bıraktıkları izlerle ilgili. o yüzden bir müzik eleştirmeni yazısı değil de orta yaşlı bir müzik severin kendi sübjektif yorumlarını okuyacağınızın altını çizmek isterim. (yani bana mesaj atıp şu albümün bundan nasıl daha iyi olduğunu düşünebilirsin filan demeyin)

sıralamaya konser albümlerini, best ofları filan dahil etmeyeceğim. sadece stüdyo albümleri olacak. (ama tarafımı belli etmek adına live after death’in yapılmış en iyi metal konser albümü olduğunu düşündüğümü söyleyeyim. scream for me long beach!) ayrıca çok uzun incelemeler, iron maiden diye bir grup buldum çok iyi tadında tanıtımlar yapmayacağım. maiden işte… şu dakikada albüm kritiği yazmaya gerek yok. daha çok kişisel yorumlar yapacağım.

işte listem şöyle...

1) somewhere in time (1986)

dinlediğim ilk metal müzik albümü müydü emin değilim ama şundan eminim; dinlediğimde “tamam ben bu müzikten hayat boyu keyif alacağım” dedirten albüm somewhere in time idi. bu bakımdan beni metal müziğe başlatan albümdü diyebilirim. hatta 25 yılı aşkındır hayatımdaki en önemli şey de müzik olduğu için somewhere in time’ı bu bakımdan hayatımı kaydıran albüm olarak sınıflandırabilirim. onlarca gönderme içeren muhteşem kapağı, arka arkaya çarpan muhteşem şarkıları… bir tek bruce dickinson’ın sözleri yetiştirmeye çalıştırdığı alexander the great ile biraz mesafeliyim. onun dışında maiden denilince benim 1 numaram her zaman somewhere in time. her şarkısının beni ayrı ayrı kendi zaman çizgimde bir yerlere ışınladığını, albümü geçmişe nostaljik ziyaretler yapmadan dinleyemediğimi de söyleyeyim. bir albümü çok seviyorsam genelde plak-cd-kaset üçlemesini tamamlıyorum. maiden için bunu yaptığım tek albüm var:


bir de belirtmeden geçmeyeyim; loneliness of long distance runner…. kasetin a yüzündeki 4 şarkı beni yerden yere vurduktan sonra b yüzünün bu şarkı ile açılması…. ilk dinlediğim günden beri en sevdiğim maiden şarkısı…

2) killers (1981)

bruce dickinson en sevdiğim maiden elemanıdır. bu gerçeğe rağmen bu albümün ihtişamını görmezden gelemiyorum ve 2. sıraya bruce dickinson’ın olmadığı bir albümü koyuyorum. ayrıca en sevdiğim maiden kapağı ve satın aldığım ilk metal grubu tişörtü. nice bayram ziyaretlerinde üzerimi süslemiştir. aslında ilk dinleyişlerimde bruce olmadığı için biraz burun kıvırarak ve önyargılı dinlediğimi hatırlıyorum. bi noktaya kadar paul di’anno’ya rağmen sevdiğim bir albümdü. ama bir noktadan sonra paul di’anno’nun bu albümde yaptığının eşsiz olduğunu anladım. bu albümü geçmişte şarkı şarkı anlatmıştım zaten daha fazla uzatmayayım:


kapağı ise o kadar seviyorum ki, cd’ler ile yetinmedim bir de oyuncak aldım.


3) piece of mind (1983)

“oha maiden listesi yapıyor hala dünyanın en muhteşem albümü number of the beast’i sıralamaya koymadı” diye düşünen arkadaşlara listenin sübjektif olduğunu ve sadece benim albümlerle olan duygusal bağlarım üzerine kurulduğunu bir kez daha hatırlatarak yolumuza devam edelim. en sevdiğim üçüncü maiden albümü peace of mindrevelations, flight of ıcarus, to tame a land vs vs hangi birini sayayım. sun and steel dışında bütün şarkıların ayrı ayrı hastasıyım. lisedeyken walkmende dinlemekten 2 kere kasetini bozduğum ve üçüncü kez satın aldığım tek albüm. ve odamda hoplaya zıplaya dinleyişlerim, zıplayıp ampüle çarpıp odamı cam parçası içinde bırakışım vs vs… hatta çok sevdiğim frank herbert’ın tek gıcık olduğum yanı bu albümdeki to tame a land’e dune isminin verilmesine izin vermemesidir.

4) the number of the beast (1982)

birçok metal müzik dergisinin yapılmış en iyi metal albümü seçtiği, çoğunlukla maiden’ın en iyi albümü kabul edilen albüm. başka ne yazayım ki... gerçi yukarıdaki üç albümü her zaman bu albüme tercih ederim. yine de bu durum, albümü gördüğüm yerde ceketimin önünü iliklemediğim anlamına gelmez. bir tek rahmetli clive burr’un da yazımına katkıda bulunduğu adrian smith bestesi gangland’i pek sevmem. onun dışında her parça üzerine kompozisyon yazılır. ayrıca kapak yine muhteşem.

bir de bunu bulduğum için çok mu şanslıyım ne?


5) iron maiden (1980)

paul di’anno’lu albümlere bir zaafım olduğunu itiraf edeyim. çok çiğ, biraz punk etkili, zayıf prodüksiyonu kapatan gençlik heyecanını haiz, kusurlu ama gücünü kusurlarından alan bir sanat eseri… değerini geç anladığım, ama anlayınca saygıda hiç kusur etmediğim albümlerden.

6) seventh son of a seventh son (1988)

bu albümle ilgili şöyle saçmasapan bir anım var. bu albümü satın almıştım ama elimdeki diğer maiden albümlerine göre progresif yönü belki biraz ağır bastığı için bir türlü bu albüme ölüp bitenleri çok anlamamıştım. askere gitmeden bir gece önce gözüme ilişti, bir daha dinleyeyim dedim. albüm beni vuracak o anı buldu. o anda o kadar çok sevdim ki her şarkıyı ayrı ayrı. aylarca elime duran yüzüne bakmadığım albümü, gözü yaşlı bir şekilde evde bırakıp askere gitmiştim. askerde yaptığım eve döndüğümde yapacağım şeyler listemde bu albümün ismi de vardı. bazen bazı albümlere uzun bir aradan sonra tekrar şans vermek gerekebiliyor. hele ki bu albüm bir 80’ler maiden albümü ise… seventh son da benim değerini çok geç anladığım bir albüm.

7) powerslave (1984)

şu dakikada bir başka maiden klasiği olan powerslave’i tartışmayacağım. tartışsam taş olurum. powerslave de muhteşem bir maiden albümü, ama yukarıdaki tercihlerim yanında baştan sona ilgimi canlı tutan bir albüm değil. ilk iki şarkı tartışmasız grubun her tür best ofunda yer alabilecek muhteşem şarkılar, sonra 4 şarkılık ilgimi pek çekmeyen bir ara ve sonra yine tartışmasız iki klasik daha. ki bir tanesi grubun o tarihe kadar yaptığı en uzun parça. (rime of the ancient mariner) bu bakımdan powerslave ya ilk iki şarkısını üst üste dinleyip sonra bıraktığım bir albüm oluyor ya da son iki şarkısının vadettiği uzun epik yolculuklara kendimi bıraktığım bir albüm. aralardaki parçalar da elbette güzel ama açayım da bir flash of the blades ya da bir losfer words dinleyeyim demiyorum hiç. dolayısıyla maiden klasikleri arasında benim için biraz daha gerilerde. ama tartışılmaz bir klasik.

bu noktada bir ara vereyim ve yukarıdaki 7 albümle ilgili duygularımı dile getireyim

oha maiden oha, bir grubun 7 tane başyapıt albümü olabilir mi? hayvan gibi şaapıyosunuz… (ciddiyeti bozmayayım) benim heavy metal geçmişim çok değildir aslında, heavy metalden kısa süre içinde thrash’e kaymış; oradan black, death, endüstriyel, gotik, patik vs derken geleneksel hard rock/heavy metali biraz daha geri planda bırakmış birisiyim. (zevkler renkler) ona rağmen bu albümlerin cd’lerini çıkarıp arada sırada kapaklarına bakmaktan bile zevk alıyorum. ki yine dürüst olmak gerekirse bu 7 albüm bir yana geri kalan diskografi bir yana. şimdi kaldığımız yerden devam edelim.

8) brave new world (2000)

buraya kadar oldukça coşkulu geldik ama bakalım gerisini nasıl getireceğim. neyse brave new world varmış sırada, coşkuyu bir süre daha koruyabiliriz. brave new world benim çıkışına tanık olduğum bruce dickinson ile kaydedilen ilk maiden albümüydü. ben maiden ile ilk tanıştığımda son yayınlanan maiden albümü the x factor idi. ardından yine hayalkırıklığı olan virtual xı gelmişti ve maiden pek umut vermiyordu. sonra sansasyonel geri dönüş haberi geldi. bu dönüşten çok umutluydum çünkü bruce gruptan ayrı iken adrian smith ile birlikte hayatımda dinlediğim en muhteşem albümlerden birisi olan the chemical wedding’i (1998) çıkartmıştı. blaze bayley’li maiden pek umut vermese de 2 yıl önce bir başyapıta imza atmış smith ve dickinson’ın dönüşünün ilgi çekici olacağı kesindi ve bence oldu da. kanımca albüm maiden klasiklerine meydan okuyabilecek kadar güçlüydü. muhteşem bir dönüş albümüydü ve uzun süre de severek dinlemiştim. maiden heyecanımı korumayı başarmıştı. o zamanlar posterden duvarı göremediğim odamda en kral yerlerden birini brave new world dönemi maiden posterine ayırmıştım. hala da açar dinlerim. bence maiden’ın 1990’dan günümüze yayınladığı en muhteşem albüm.

9) the book of souls (2015)

aslında bu albüm çıktığında maiden uzun süredir ilgi alanım dışındaydı. ama artık yeterince yaşlanmış mıydım neydim, yeni bir maiden albümü satın alma ve heyecanla eve götürüp dinleme hissini özlediğimi hissettim. aslında bir dükkanda rafta dvd kutusu büyüklüğünde dev sunumunu görene kadar böyle bir histen haberim yoktu. ama maiden’ın ilk double albümünü görünce satın alıp eve götürmek ve dinlemek istedim. (hayır spotify’ım yok, müziği çoğunlukla cd’lerimden dinliyorum, evet yaşlı sayılırım) kapak değişikti, tembelceydi aslında, kötüydü ama niyeyse bir umut doğdu içimde. (maiden’a yakışıyor mu hiç öne eddie’yi yerleştirip arka planı siyah bırakmak, nasıl bir tembellik) müziğe gelince; prodüksiyon daha iyi olabilirmiş ama heyecanımı boşa çıkarmayan, en azından “vay be kaç yaşında adamlar ne albüm yapmış” dedirten bir albüm oldu. baştan sona sevmiyorum ama kendisinden önceki üç albüme göre daha çok sahiplendiğim, şarkılarını daha çok benimsediğim bir albümdü. uzun süreden sonra bir maiden albümünü keşfetmek, bir sonraki şarkıyı merak etmek vs benim için çok keyifli bir yolculuk oldu. bu yüzden de book of souls top 10’imde… arada sırada açar dinlerim de, hatta son dönemlerinin uzun şarkılarından baymış olsam bile 18 dakikalık loreena mckennith tadında açılan empire of the clouds’u bile çok severim. (uzun şarkılara düşman değilim, gereksiz uzayan parçalara var kırgınlığım) en sevdiğim şarkı da albüme ismini veren şarkı.

10) fear of the dark (1992)

bu kadar çok el üzerinde tutulmasına ve maiden klasikleri arasında sayılmasına şaşırdığım albüm. muhteşem açılış ve kapanışı dışında kanımca aşırı abartılacak bir yanı yok. açılış parçası be quick or be dead bruce’un agresif vokalleriyle ve sertliğiyle gönlümü çalıyor, ve kapanış şarkısı fear of the dark ise maiden klasikleri arasında sayılabilecek, 80’ler maiden’ı ile kıyaslanabilecek bir şarkı. kanımca maiden’ın yaptığı son dev şarkı. bu iki şarkı albümü no prayer’ın üzerine taşıyor ama bunlar dışında maiden’ın ihtişamına yakışan çok fazla şey yok albümde. (kapak da güzel.) ki zaten bu albüm maiden’ın 90’lardaki bruce’lu son stüdyo albümü oluyor. muhtemelen üstüste 7 dev albüm yayınlamanın yorgunluğu, sıkılmışlığı no prayer’da olduğu gibi bu albümde de grubun üzerinden atılamamış. değişim ve ayrılık kapıda, ve albümü dinlerken bolca hissediyorsunuz bunu. yine de albümün orasında burasında güzellikler var. afraid to shoot the strangers, wasting love ve childhood’s end bu güzellikleri barındıran şarkılardan bazıları. ama şu klişeyi de vermek zorundayım, bu albümü başka grup yapsa iyi albüm de maiden diskografisinde zayıf kalıyor. yoksa bana bu albümü verip deseler ki “eniştenler albüm yapmış bir dinle”, derim ki “oha enişte ne muhteşem albüm”…

11) senjutsu (2021)

uzak doğu kültürüne meraklıyımdır. (en sevdiğim manga lone wolf and cub) bu bakımdan japonca isimli bir albümün kapağında eddie’yi bir samuray olarak görmek fikri güzeldi elbette. (daha önce maiden japan’da da eddie’yi samuray kılıcı tutarken görmüştük tabi) ama sadece fikri güzel, uygulamasından memnun değilim. book of souls’da da olduğu gibi arka plana siyah basıp öne eddie koymak maiden’a hiç yakışmıyor. ama hadi yaşlılığın getirdiği olgunluk sadelik vs diye kendimizi avutalım. müziğe gelince -zayıf prodüksiyonu atladım- açılış şarkısı senjutsu muhteşem bir epik. duygudan duyguya atlamayan, aynı gerilimi, aynı karanlık duyguyu sekiz küsür dakika koruyabilen ve bruce’un da muhteşem yorumuyla seviye atlayan, bu yaştaki maiden’dan tam da istediğim güzelliği veren bir şarkı. takipçileri stratego ve klip şarkısı the writing on the wall da fena değiller. ancak albümün geneli bu gücü korumuyor maalesef. 9.30 dakikalık lost in a lost world ile birden 90’lardaki vasat zamanlarına dönen albüm birden benim için büyüsünü kaybetmeye başlıyor. sonrası inişli çıkışlı ilerlese de albüm hevesimi kursağımda bırakıyor. özellikle 3’ü de 10 dakikanın üzerinde olan 3 harris parçasının her biri “keşke bu kadar uzatılmasaydı” dedirtiyor. özetle bir heyecanla karşıladığım ama dinleme süremin çok da uzun olmayacağını fark ettiğim bir albüm oluyor senjutsu. belki yaşımın ilerlemesinin verdiği duygusallıkla daha heyecanla karşıladım bu maiden albümünü ama “ooo babaların yeni albümü” diye çıkan her albümü baş tacı edemiyorum da…

12) dance of death (2003)

öncelikle her baktığımda gözlerimi kanatan albüm kapağına değinmem lazım. yani kimse mi demedi “abi şimdiye kadar yaptığımız kapaklara bakın bir de şuna bakın” filan diye. ben ki maiden kapaklarını arada çıkarıp uzun uzun izleyen birisiyim, şu kapağa gerçekten bakamıyorum. başkası adına utanıyorum bakarken. albüme gelince; brave new world her ne kadar çok sevdiğim bir albüm olsa da o zamanlarda çıkışını heyecanla karşıladığım son maiden albümü olmuştu. o albümden sonra benim müzikal zevklerim farklı yönlere kaymaya başlamıştı, yıl 2003 olduğunda ve dance of death yayınlandığında ben “abyssic hate’in suicidal emotions albümünün kapağındaki vücudu yaralarla dolu olan eleman funeral’in intihar eden bas gitaristi imiş” modundaydım. dolayısıyla takip listemde maiden biraz daha geri plandaydı artık. yeni çıkan albümün kapağı da bu konuda pek yardımcı olmuyordu. yine de dinledim albümü. albümün tartışıldığı ortamlarda da fazlasıyla bulundum. ve anladım ki albümün beni heyecanlandırmamasının tek nedeni benim farklı tarzlarla ilgilenmem değildi. çünkü heyecanlanmasam bile brave new world ayarında bir albümle karşılaşsam yine yelkenleri suya indirirdim. ama dinlediğim şey beni çok cezbetmiyordu. önyargımı ve ilgisizliğimi kırabilecek çok şey de sunmuyordu. hasta maiden fanlarını, "maiden olsun çamurdan olsun"cuları eli boş bırakmıyordu elbette. güzel bir maiden albümüydü. asla kötü diyemem. ama maiden’ın diğer albümlerinde çoktan yaptıklarından daha iyi veya farklı bir şey sunmuyordu. (akustik son şarkıyı farklı olarak değerlendirebiliriz gerçi) bu da artık farklı müzikal türlere kaymış birinin albüme manevi hisler beslemesini ve heyecanlanmasını engelleyen bir durumdu. yine de montsegur çok taş şarkı hakkını vereyim. ve yine; allah müstehakınızı versin o nasıl albüm kapağı…

13) a matter of life and death (2006)

dance of death albümünde de söylediğim üzere 2001-2014 yılları arası maiden biraz daha ilgi alanım dışındaydı. progresif müzik de çok ilgimi çok çekmediğinden gitgide progresifleşen bir maiden da bana pek hitap etmiyordu. seventh son gibi bir albüm bile beni geç vurmuşken bu albümlerin beni pek heyecanlandırmadığını tahmin edersiniz. elbette müzisyenliklerini tartışacak değilim. albümü dinlerken de takdir ediyor ve maiden fanlarını mutlu ettiğini gözlemleyebiliyordum. (evin salonundan gözlemlemiyorum tabi, müzik dükkanında çalışıyorum o sıralar) ama alayım da tekrar tekrar dinleyeyim dediğim bir albüm olmadı. görkemli ve adını ozzfest olaylarından alan these colours don’t run ve aksak ritmiyle gönülçelen brigter than a thousand suns en çok ilgimi şarkılardı. dance of death ile bu albüme olan hislerim çok benzer aslında. her ikisinin de türü sevenler için iyi albümler olduğunu kabul ederim ama diskografideki ilk 7 albümün yanlarına koymam ve maiden denilince aklıma asla gelmezler. hazırladığım maiden best oflarına da bu albümlerden şarkı seçmem. belki ilk dinlediğim maiden albümleri olsa daha çok sever, daha çok vakit ayırırdım.

14) no prayer for the dying (1990)

hiçbir güzel şey sonsuza kadar sürmez. maiden’ın da büyüleyici albüm çıkartma serisi bir yerde bozulacaktı elbette. üst üste 7 tane klasik albüm çıkarmış bir gruba niye 8 de klasik olmadı diyecek değilim. ama maalesef no prayer hiçbir zaman çok ilgimi çekmedi. seventh son’daki progresif havayı atıp da eskiye dönmek hedeflenmiş ama ok yerini bulmamış. janick gers’i de severim aslında ama gruba katılışı maalesef zayıf bulduğum ilk maiden albümü ile sonuçlanmış. albümdeki en akılda kalıcı şarkı bring your daughter, ki bu da zaten bu albüm için bestelenmemiş. harris, bruce’un a nighmate on elm street 5 için yaptığı besteyi duyunca bu albümde de dahil etmek istemiş filan falan. özetle no prayer benim için maiden sıralamasında çok gerilerde bir albüm. tailgunner da hiç fena değil bu arada.

15) the final frontier (2010)

maiden’a olan ilgisizliğimin tavan yaptığı dönemde çıkan albüm de budur. çıkınca “aaa dağılıyorlar herhalde” demiştim. ama dağılmıyorlarmış. çıktıktan uzun bir süre sonra “dinlememiş olmayayım” diye bakmıştım ve ilgimi hiç çekmemişti. hatta yorucuydu. önceki iki albüm olan dance ve matter’da yine sempatik bulduğum anlar vardı ama frontier bana hiç hitap etmemişti. sonradan book of souls’u sevince yine bu albüme dönüş yapmıştım ama yine sarmamıştı. bu yazıyı yazarken bir daha döndüm belki şimdi çarpar diye, ama hayır bu albümden bana ekmek yok. maiden’ın bana en uzak çalışmalarından. bruce’un hatrına alttaki çalışmaların üstüne koyuyorum, yoksa bu son üç albüme olan ilgisizliğim birbirine yakın.

16) the x factor (1995)

maiden ile tanıştığımda maiden’ın yayınlanmış son albümü the x factor idi. klasik ilk 7 albüm başımı döndürdüğünden the x factor çok da ilgimi cezbetmedi. albüme dair anım, her yerde eddie’nin işkence görmekte olan halini barındıran albüm kapağını görmemdi. sert bir kapak olsa da eskiler kadar sevmemiştim. aradan yıllar geçtikten sonra bu albümden bahseden herkesin albümün ne kadar karanlık olduğunu söylemesi dikkatimi çekti ve albüme yeniden şans verdim. ama benim karanlık müzik anlayışım çoktan başka bir şeye evrilmişti ve bu albümün karanlığı yine benim ilgi alanımın dışında kaldı. sevenlerine saygım sonsuz ama maiden’ın en ilgi alanım dışında kalan albümlerinden biri de bu. bu yazıyı yazarken yine şans verdim ama yok. the x factor bana göre değil. illa maiden ile ilişkili ve heavy metal tarzda karanlık bir albüm dinleyeceksem ise adresim belli; (the chemical wedding)

17) virtual xı (1998)

bu da çıkışını beklediğim ve çıkışına tanık olduğum ilk maiden albümü idi. satın alışımı çok net hatırlıyorum. önce kapağını çok beğenmiştim. sanal dünya teması ve eddie filan… eve gelip de bookleti karıştırınca gördüğüm futbol takımı çok hoşuma gitmişti. (asprilla, viera, overmars vs) ilk şarkı futureal ile de maiden döndü demiştim. futureal’i arka arkaya hoplaya zıplaya 10 kere dinlediğimi ve diğer şarkılara geçmeyi ertelediğimi, diğer şarkıları sonraki saatlerde dinlediğimi hatırlıyorum. o dinleyiş de bütün coşkuyu götürmüştü zaten. futureal’i takip eden şarkı (angel and the gambler) dinlediğim en kötü şarkılardan biriydi heavy metal adına. (abi niye aynı nakaratı 82 kere söylediniz?) sonra komik nakaratlı lightning strike twice geldi. braveheart temalı clansman biraz toparlar gibi oldu ama gerisi de gelmedi. hele ki don’t look to the eyes of a stranger’ın sonsuzluğa uzanan tekrarlarından sonra tamam demiştim, maiden daha toparlayamaz, bitmiş bu grup. neyse ki bayley ayrıldı, bruce ve adrian döndüler, ardından da brave new world geldi ve ben de yanılmış oldum. virtual xı sevmediğim, hatta bazen katlanamadığım bir maiden albümü olsa da heyecanla futureal dinleyen halimi gülümseyerek hatırlarım hep.

artık çok da fazla maiden dinlemiyorum açıkçası nostalji yaşamak istemediğim sürece. (bu yazıyı yazarken epey dinledim gerçi) ama maiden’ın hayatımda bıraktığı iz de asla kaybolmayacak. bu yüzden bu amcalar yavaş yavaş ölmeye başlamadan bir saygı duruşu niteliğinde böyle bir yazı yazmak istedim. buraya kadar okuduğunuz için teşekkür ederim. oldukça sabırlı bir insansınız.