Karanlık Çağ Olarak İfade Edilen Orta Çağ'a Haksızlık mı Ediliyor?

Orta Çağ, tarih kitaplarında sıklıkla "Karanlık Çağ" olarak tanımlanır. Peki, gerçekten de Orta Çağ, halk arasında anlatıldığı kadar karanlık ve geri kalmış bir dönem miydi?
Karanlık Çağ Olarak İfade Edilen Orta Çağ'a Haksızlık mı Ediliyor?

avrupa özelinde orta çağ'ın tamamını (500-1500) yahut bir kısmını tanımlamak için kullanılan bir ifade, metafor karanlık çağ.

bu ifade italyan hümanistler (muhtemelen petrarca) tarafından icat edilir. aydınlanma sonrasında, 19. yy tarihçileri bunu batı roma'nın yıkılışından aşağı yukarı rönesans'a kadarki dönemin tamamını kastederek, orta çağ'a eş anlamlı olarak kullanmaya başlar. bu dönemde avrupa'nın akla tamamen aykırı, sadece dini motivasyonlarla hareket eden bir medeniyet olduğu fikri hakimdir.

20. yy'ın başında bu ifadenin doğrudan bin yıllık koca bir dönem için kullanılmasına isyan edilir. bu dönemde bazı akademisyenlerin yaptığı yeni tanıma göre karanlık çağ, batı roma'nın yıkılışından 12. yy'ın başına kadarki dönemi ifade etmelidir. zira 12. yy'dan itibaren avrupa'da edebiyat, felsefe, mühendislik gibi alanlarda önemli gelişmeler olmuştur. bu dönemin, yani yüksek orta çağ'ın "karanlık" olarak ifade edilmesi bazı akademisyenlerin haklı olarak gücüne gider.

günümüzde orta çağ'ın karanlık bir çağ olduğu görüşü kabul görmüyor. yine de "karanlık çağ" ifadesi -yukarıda bahsettiğim sebepten tamamen alakasız olarak- erken orta çağ'dan günümüze fazla yazılı kaynak kalmaması sebebiyle erken orta çağ'ı ifade etmek için kullanılıyor*.

şimdi tek tek gidelim.

bu "karanlık çağ" ifadesi tam olarak nasıl ortaya çıkıyor?

aslında karanlık ve aydınlık metaforu zamansal anlamda avrupa'da petrarca'dan önce de kullanımda. daha çok hıristiyanlık öncesini ve sonrasını ifade etmek için kullanılıyor. orta çağ'da insanlar, isa'dan öncesine karanlık, isa'dan sonrasına aydınlık diyorlar. hatta petrarca bile cicero ile ilgili bir yazısında karanlık metaforunu bu anlamda kullanmış. cicero'nun "karanlığın ve hata gecesinin sona ermesinden ve gerçek ışığın şafağından" önce ölmek zorunda kalmasına üzülmüş.

tabii petrarca "karanlık" metaforunu sadece orta çağ'daki orijinal anlamıyla kullanmıyor. ona farklı bir anlam katıyor. "yanılgıların ortasında dahi insanların parladığını ve karanlık ve yoğun kasvetle çevrili olmalarına rağmen gözlerinin daha az keskin olmadığını; bu nedenle hatalarından dolayı nefret edilmeleri değil, kötü kaderlerinden dolayı acınmaları gerektiğini" söylüyor. bu sözü söylerken petrarca muhtemelen romalılardan ilham alıyor. zira petrarca roma'nın meşhur adamlarına, hükümdarlarına, düşünürlerine, edebiyatçılarına hayran.

petrarca aslında genel olarak antik medeniyetlere, geçmişe ilgili biri. hatta kafasında tüm çağların önemli adamlarıyla alakalı bir biyografi yazma fikri var. böylece "hem mit hem de gerçeklik dünyasına ait" yahudi ve doğulu, yunan ve romalı figürlerin biyografilerini yazmaya başlıyor. ilk versiyon adem'in hayatıyla başlayıp sezar'ınkiyle sona eriyor. ancak birkaç yıl sonra petrarca bu niyetinden vazgeçiyor. tüm çağların adamlarının biyografilerini yazmanın anlamsız olduğunu düşünüyor. sonunda romulus'tan başlayıp imparator titus'a kadar yaşayan önemli adamların biyografilerini yazıyor. neden? çünkü romalıları diğer bütün medeniyetlerden daha önemli ve üstün görüyor.

petrarca 1337'de ilk kez roma'ya gittiğinde o kadar etkileniyor ki duygularını kelimelerle açıklayamadığını söylüyor. öyle ki 1341'de arkadaşı giovanni colonna ile birlikte roma'ya bir kez daha gidiyor:

"genişliğinden boş gibi görünse de muazzam bir nüfusa sahip olan o muazzam şehirde birlikte dolaşıyorduk; sadece içinde değil, her yerinde... ve her adımda düşündürücü şeylerle karşılaşıyorduk. "

petrarca daha sonradan bu geziyle ilgili giovanni ile mektuplaşıyor ve arkadaşıyla eski anılarını yad ediyor. mektuplaşmalarından görüldüğü üzere petrarca'nın özellikle aklında kalan yerler pagan roma'nın, roma cumhuriyeti'nin büyük figürlerinden kalan kalıntılar. petrarca kendi zamanında yaşayan romalıların, antik roma hakkında hiçbir şey bilmemesinden oldukça şikayetçi ve bundan üzüntü duyuyor. bunu korkunç bir cehalet olarak görüyor: "roma kendini tanımaya başlasa yeniden ayağa kalkabileceğinden kim şüphe edebilir?"

petrarca'nın roma hayranlığı, çalışmasını neden roma ile sınırladığını açıklayabilir. fakat neden çalışmasında roma'nın ms 1. yüzyıldan sonraki dönemini ele almıyor? çünkü o aşamadan sonra her şey geri gitmeye başlıyor. roma, çeşitli barbar kavimler tarafından işgal ediliyor. petrarca'nın hayran olduğu o medeniyet, 1. yüzyıldan sonra yavaş yavaş yok oluyor.

petrarca, 1351'de yazdığı bir mektupta bunu alman imparatoru dördüncü charles'a da söylüyor. petrarca, burada roma cumhuriyeti'nin augustus dönemine kadarki yükselişini ayrıntılı olarak anlatıyor. "yüzlerce yıllık çaba ve mücadelenin imparatorluğun kuruluşu ve ebedi barışın tesisiyle sonuçlandığını" söylüyor. bu noktada birden anlatısına ara veriyor. çöküşün acıklı hikayesine başlamak istemediğini belirtiyor.

petrarca, "yabancı" kökenli roma imparatorlarının ve "isimleri her zaman belirsiz olan ve aradan geçen uzun zaman nedeniyle artık tamamen unutulmuş olan, romalı olmayan ulusların hükümdarlarının tarihi" ile fazla ilgilenmiyor. 1333'te yazdığı bir mektubunda büyük karl'ı (charlemagne) “barbar halkların büyük lakabıyla pompeius ve iskender'in seviyesine yükseltmeye cüret ettikleri kral karl” olarak adlandırıyor. petrarca, karl'ın hem resmi hem de popüler unvanlarını reddediyor ve bu reddediş önemli. çünkü petrarca aslında büyük karl'ın ilk ve en büyük temsilcisi olduğu tüm kurumu -ımperium romanum'un kendi kendini ilan eden varisi ve halefi olan ortaçağ imparatorluğu'nu - reddediyor. bu dönem roma'yı yıkan barbarların bu yıkıntılar üzerinde hüküm sürdüğü ve roma'nın unutulduğu bir dönem. dolayısıyla petrarca bu dönemi "karanlık" olarak tanımlıyor.

öte yandan petrarca her ne kadar bu dönemi karanlık olarak adlandıran ilk kişi olarak görülse de* petrarca'nın bu ifadesi daha sonradan 19. yy tarihçileri tarafından kullanılan "karanlık çağ" ifadesiyle tam olarak örtüşmüyor. çünkü petrarca bu ifadeyi kullanırken pagan/hıristiyan ayrımından ziyade romalı/barbar ayrımına gidiyor. hıristiyanlığın ve kilise'nin büyük bir karanlığa sebep olduğunu iddia etmiyor. kaldı ki kendisi de zaten bir hıristiyan. aydınlanma sonrasında tarihçiler petrarca'nın bu metaforunu kullansa da ona biraz farklı bir anlam veriyorlar ve orta çağ'ın çoğunlukla dini ve siyasi sebeplerle akıldan yoksun, dehşet verici bir çağ olduğunu söylüyorlar.

peki orta çağ avrupası gerçekten o kadar kötü bir dönem miydi?

öyle diyemeyiz. cermen istilaları sonucunda batı roma'nın yıkılması şüphesiz en azından ilk başlarda istikrarsız ve kaotik bir ortam yaratmıştı. ve evet, din günümüzde olduğundan çok daha fazla önemseniyordu. günümüzde insanların hayal ettiği kadar korkunç düzeyde olmasa da insanlar üzerinde dini bir baskı söz konusuydu. aynı şekilde işkenceci engizatörler, serflere baskı uygulayan acımasız lordlar gibi dehşet verici figürler vardı. vebalar, salgınlar, kıtlıklar, işkenceler, idamlar, bitmek bilmeyen bir yerel şiddet yaşanıyordu. öte yandan bunların büyük bir kısmı orta çağ'ın öncesinde ve sonrasında da mevcuttu. (hatta bunların bir kısmı hala günümüzün "en gelişmiş" medeniyetlerinde de mevcut.) asla ideal bir dönem olmamakla birlikte orta çağ avrupası bütün bu kötülüklerden ibaret değildi. felsefe rafa kaldırılmamış, sanatsal ve bilimsel ilerleme durmamıştı.

öyleyse petrarca'nın yaptığı gibi roma ile orta çağ'daki "barbarların dünyası" arasına keskin, net bir çizgi çizilebilir mi? orta çağ'da her anlamda roma'dan kesin bir kopuş yaşanmış mıydı?

hayır, orta çağ'da roma'dan tam anlamıyla bir kopuş yaşanmamıştı. petrarca her ne kadar küçümsese de avrupa'nın yeni hakimi "barbarlar", roma'nın bazı geleneklerini yaşatmaya devam ettiler. örneğin frank kralı childeric'in (457-481) mezarı on yedinci yüzyılda günümüz belçika'sındaki tournai'de ortaya çıkarıldığında, pagan hükümdarın 482 yılında üzerinde portre büstü ve latince bir yazıta sahip bir mühür yüzüğüyle gömüldüğü keşfedildi. childeric'in kendisi romalı, hıristiyan ve okuryazar değildi ama mühür yüzüğü gibi nesnelerin roma'dan miras kalan hükümdarlık temelini yansıtmadaki önemini biliyordu.

esasen bir roma şehri olan ravenna çevresini hükümdarlığının merkezi haline getiren ostrogot kralı theoderic, 6. yüzyılın başlarında, kuzey italya'da kendini "roma imparatorluğu'nun restoratörü" olarak görüyordu. keza bir başka geç roma şehri pavia'da bir amfitiyatro inşa ettirmişti. kendisi ariusçu bir hıristiyandı ve papaya bir mektup yazarak ravenna'da inşa ettirdiği san apollinare nuovo bazilikasının dekorasyonunu roma tarzında tamamlamaları için eğitimli mozaikçilerin gönderilmesini istemişti.

bunlar tabii sadece birkaç küçük örnek. genel anlamda cermen kavimleri, yerleştikleri eski roma topraklarında roma eserlerine hayranlık duyuyor ve kendi sanatlarını roma sanatıyla harmanlıyorlardı. tarihçi frances parton da tam olarak buna dikkat çeker:

"galya'daki merovenj frankları, ostrogotlar ve ardından italya'daki lombardlar, ispanya'daki vizigotlar; hepsi de günümüze ulaşan metal işçiliği ve dekoratif sanatlarda açıkça görülen zengin cermen sanatsal geleneklerini beraberlerinde getirmişlerdir. tüm bu gruplar, zengin bir klasik hıristiyan geçmişe sahip, oldukça romalılaşmış bölgelere yerleşmiştir. mimaride özellikle cermen geleneği, yerel uygulama ve hıristiyan roma mirasının birleşimi ilk kez ulusal üsluplara dönüşmüştür."

orta çağ boyunca mimari ve sanat alanında önemli gelişmeler yaşanmaya devam etti. bunda endülüs emevileri'nin de katkısı oldu. nihayetinde romanesk ve gotik mimari ortaya çıktı. bunlar hafife alınacak ilerlemeler değildi.

sadece mimari ve görsel sanatlarda değil, diğer entelektüel alanlarda da roma, orta çağ'a kaynaklık etti. örneğin tıbbi görüşler çoğunlukla galen'den temel alıyordu. kilise hukuku büyük oranda roma hukuku üzerinden ortaya çıkmıştı. aynı şekilde devletler de hukuki anlamda roma'yı örnek alıyorlardı. orta çağ entelektüelleri, cicero gibi, vergilius gibi ünlü romalı düşünür ve edebiyatçıların bazılarından haberdarlardı ve onları okuyorlardı. dolayısıyla bu dönemde roma tam anlamıyla toprağın altına gömülmemişti.

peki orta çağ avrupası entelektüel anlamda sadece roma'yı mı temel aldı?

hayır. arap dünyasından ve antik yunan'dan da etkilendiler. örneğin endülüs emevlileri iber yarımadasında entelektüel bir hareketliliğe sebep oldu. bunu görmek için montgomery watt'ın, "islam'ın orta çağ avrupası üzerindeki etkisi" adlı kısa kitabına bakabilirsiniz. yine bu konuda gutas'ın "yunanca düşünce arapça kültür" kitabı epey faydalı bir kaynak olacaktır.

aynı şekilde araplar yoluyla avrupa'ya ulaşan antik yunan eserleri, özellikle aristoteles büyük ilgi görüyordu. paris üniversitesi'nde ibn rüşd'ün ve aristoteles'in bir fan kitlesi ortaya çıkmıştı. aristoteles'in bazı görüşleri, (kaçınılmaz olarak) hıristiyan öğreti ile çeliştiği için papalıkta ve bazı kilise üyeleri arasında hoşnutsuzluğa sebep oldu. bu sebeple aristoteles çalışmalarına zaman zaman sansür getirilse de bu çalışmalar hepten yasaklanmadı. aristoteles, hıristiyan bağlamda yeniden yorumlandı.

-------

orta çağ avrupası üniversitelerin kurulduğu ve bu üniversitelerde trivium ve quadrivium alanlarının okutulduğu bir dönemdi. üniversiteler; tıp, hukuk, teoloji gibi alanlarda eğitim veriyordu. ayrıca bu dönemde, üniversitelerde tanrı'nın varlığı akıl yoluyla kanıtlanmaya çalışılıyordu ve bu, düşünsel anlamda önemli bir gelişmeydi.

(bkz: skolastik düşünce)
(bkz: aquinolu thomas)
(bkz: albertus magnus)

burada bakınız verdiğim bu iki kişinin haricinde de orta çağ avrupası'nda birçok entelektüel yetişmişti. örneğin robert grosseteste, roger bacon ve ockhamlı william gibi fransisken frerler, modern bilimin ortaya çıkması yolunda önemli katkıları olan isimler olarak görülürler.

orta çağ avrupası'nda teknolojik alanda da önemli gelişmeler oldu. örneğin pulluk bu dönemde icat edildi ve bu, tarımsal verimliliğin artması açısından önemli bir gelişmeydi. aynı şekilde gözlük ve mekanik saat yine orta çağ avrupası'nda ortaya çıktı.

nihayetinde batı roma'nın yıkılmasından sonra avrupa, entelektüel ilgisini kaybetmedi. eski kitapları manastırlarda kopyalamaya, muhafaza etmeye, okumaya devam etti. daha sonrasında üniversitelerin kurulmasıyla bu etkinlik üniversitelere taşındı. kilise ise bu dönemde düşünüldüğü kadar müdahaleci, sert değildi. evet, hıristiyan öğretiyle çeliştiği düşünülen bilgiler ve çalışmalar soruşturmadan geçiyordu. ancak en ufak bir teknolojik yahut entelektüel gelişme hemen mahkum edilmiyordu. aksi halde bu gelişmelerin yaşanması mümkün olmazdı. nitekim kilise bu dönemde homojen bir yapıya da sahip değildi. oldukça heterojendi ve kilise içerisinde birçok fikri ayrılık vardı. örneğin aristoteles üzerine yahut "doğa felsefesi" üzerine çalışan adamlar da kilise üyesiydi; çatal, şeytan eline benziyor, bu nasıl bir eşya diye öfkeden deliren adamlar da...

işin özü karanlık çağ, karanlık değildi

bu konuda petrarcalı kısımla alakalı olarak özellikle theodore e. mommsen'in "petrarch's conception of the 'dark ages'" makalesine bakılabilir.

editörlüğünü albrecht classen'in yaptığı "handbook of medieval culture" kitabının ilk cildinde, frances parton'un yazdığı "visual arts" kısmı orta çağ görsel sanatı ile ilgili güzel bir özet geçiyor.

john h. arnold'un "ortaçağ tarihi nedir?" kitabı yine karanlık çağ algısıyla ilgili güzel açıklamalar yapıyor.

aslında buradaki birçok bilgi 20. yy'dan itibaren yazılan orta çağ avrupa tarihi ile alakalı kitaplarda bulunabilir. ben sadece kısa bir açıklama yaptım. entry'de muhakkak belirtmeyi unuttuğum, eksik kalan birçok nokta vardır.