Kevin De Bruyne'ün Hayatını ve Futbola Dair Hislerini Anlattığı Samimi Yazısı
bırak da konuşayım
son derece dürüst biriyim. o yüzden sizle bir sırrımı paylaşacağım. manchester city’e gelmeden önce bu raheem sterling denen elemanla ne yapacağımı bilmiyordum. onunla tanışmamıştım ama hakkında ingiliz basınında yazılanlardan okuduğum kadarıyla çok farklı bir karakter olduğunu düşünüyordum.
sanmıştım ki…
şey…
kötü biri olduğunu düşünmüyordum ama tabloid gazeteler hep onun kibirli olduğunu söylüyordu. sanırım ben de o yüzden şey olduğunu düşünmüştüm… ingilizler nasıl diyordu?
belki biraz “hödük”?
raheem’le aramızda çok güçlü bir bağ var çünkü city’e yaklaşık aynı zamanlarda geldik ve basında hakkımızda bir sürü olumsuz şey vardı. bana “chelsea artığı” diyorlardı. raheem’in liverpool’dan para için ayrılan parlak çocuk olduğunu söylüyorlardı. ikimizin de zor karakterler olduğumuzu yazıyorlardı.
elbette kendinizle ilgili bu şeyleri okuduğunuzda şöyle düşünüyorsunuz: “ben mi? zor biri değilim ki. bu çok saçma. bu insanlar beni tanımıyor bile!” ama yalan yok, başka oyuncularla ilgili şeyleri okuduğunuzda düşüncelerinizi etkiliyor. elinizde değil.
sonra city’e gittim ve raheem’le tanıştım. antrenmandan sonra biraz konuştuk ve kendi kendime dedim ki: “bir dakika. bu eleman oldukça havalı görünüyor. buradaki olay ne?”
işin gerçeği -futbol içi ya da dışı- çok fazla yakın arkadaşım yok. insanlara kendimi açmam gerçekten çok uzun sürer. ama zamanla raheem’le gittikçe daha yakınlaştık çünkü oğullarımız yakın tarihlerde doğdu, bu da her zaman birlikte oynayabilecekleri anlamına geliyordu. raheem’i yakından tanıma şansım oldu ve onun ne kadar zeki ve kendine has biri olduğunu fark ettim. tabloidlerin yazdıklarından daha farklı olamazdı.
gerçek şu: raheem futbol dünyasında tanıdığım en iyi ve en mütevazı insan.
her neyse, bir gün konuşuyorduk ve raheem dedi ki, “dostum, seninle tanışmadan önce epey farklı olacağını düşünüyordum. oldukça mesafeli ve utangaç olursun sanıyordum. ama aslına bakarsan sen epey komikmişsin!”
“kuru bir mizah anlayışım var.” dedim.
“epey kuru.” dedi.
sonra dedi ki: “sen benim nasıl olacağımı düşünüyordun?”
“gerçeği mi söyleyeyim?” dedim, “kibirli olacağını düşünüyordum.”
bana bakıp “adamım!” dedi.
ben de ona bakıp “ne var? sen de benim garip olacağımı düşünüyormuşsun.” dedim.
bence bu çok büyük bir dersti çünkü bana göre futbolcular umduğunuzdan çok farklı olabiliyorlar, özellikle de onları gerçekten tanıyınca.
bu benim için de kesinlikle doğru.
raheem’in niye zor biri olacağımı düşündüğünü anlayabiliyorum. 16 yaşımdan beri üzerimde adeta bir bulut vardı.
size hikâyeyi anlatacağım ama rica ediyorum şunu iyi bilin, kendi hakkımda konuşmak benim için hemen hemen dünyadaki en zor şey. futbol mu? onun hakkında sizle saatlerce konuşurum. ama kişisel herhangi bir şey benim için çok zor.
benim yapım böyle. bazı okuyucular beni çok iyi anlayacaktır, eminim.
küçüklüğümden beri son derece sessiz ve utangaç olmuşumdur. hiç playstation’um olmadı. çok fazla yakın arkadaşım yoktu. kendimi ifade etme şeklim futboldu ve ben bundan memnundum. saha dışında oldukça içe kapanıktım. size tek kelime etmezdim. ama sahada ateş gibiydim. herkesin, benim david silva’ya “bırak da konuşayım!” diye bağırdığım videoya (*) güldüğünü biliyorum ama bu çocuk halime kıyasla epey sakin sayılır.
gençken… şey, gençken insanların yanlış anlayabileceğini anlamıyorsunuz. ben de bunu zor yoldan öğrendim haliyle.
14 yaşımdayken tam anlamıyla hayatımı değiştiren bir karar aldım. genk’teki futbol akademisine gitme fırsatım oldu, ben de belçika’nın bir ucundan öbür ucuna taşındım. gerçi evden 2 saat uzaktaydı ama aileme gitmek istediğimi söyledim.
sorun şu ki, memleketimde bile hâlihazırda utangaçtım. genk’te, ülkenin diğer ucundan gelmiş ve komik bir lehçeye sahip yeni çocuktum. yalnızdım, orası öyle. nasıl sosyal bir hayata sahip olunacağını öğrenmemiştim çünkü tek boş günümüz pazardı ve bu, benim için eve gidip ailemi görmek anlamına geliyordu. böylelikle akademideki ilk 2 yılım, tahminen hayatımın en yalnız yıllarıydı.
belki bazıları tüm bunların delilik olduğunu düşünecektir. neticede, “14 yaşında niye böyle bir şey yaparsın ki?”
size verebileceğim tek cevap, futbol oynarken her şey kaybolur giderdi. sorunlarım, hissettiğim her şey, hepsi yok olurdu. ben futbol oynarken her şey iyidir. eğer buna “takıntı” demek isterseniz, evet, bu benim takıntım.
basitçe söylemek gerekirse, futbol benim hayatım.
ilk yıl bir pansiyonda yaşadım. küçük bir odada bir yatağım, masam ve lavabom vardı. ertesi yıl, kulübün genç oyuncuları alsınlar diye para verdiği bir koruyucu aileyle yaşayabildim ve bu, daha normal bir hayat sürmeme yardımcı oldu.
yine çoğunlukla tek başımaydım ama her şey yolunda sanıyordum. yıl boyunca okulda iyiydim, futbolda iyiydim. ne bir kavga ettim, ne de herhangi bir sorunum oldu.
yıl sonunda çantalarımı topladım ve koruyucu aileme veda ettim.
“tatilden sonra görüşürüz. iyi tatiller.” dediler.
ama ailemin evine varır varmaz içeri girdim ve annemin ağladığını gördüm. birinin öldüğünü ya da başka bir şey olduğunu sandım.
“sorun ne?” dedim.
ve annem, büyük ihtimalle tüm hayatımı şekillendiren sözleri söyledi.
“dönmeni istemiyorlarmış.” dedi.
“sen neden bahsediyorsun?” dedim.
“koruyucu ailen seni artık istemiyormuş.” dedi.
“ne? niye?” dedim.
“olduğun kişi yüzünden” dedi, “dediler ki çok sessizmişsin. seninle etkileşim kuramıyorlarmış. zor biri olduğunu söylemişler.”
gerçekten şok olmuştum. oldukça kişisel bir şey gibiydi. aile yüzüme karşı bir şey söylememişti. asla bir sorun olmamıştı. kendi başıma odamda kalmıştım. kimseyi rahatsız etmemiştim. her şey yolundaymış gibi el sallayıp bana veda etmişlerdi. sonra da kulübe, beni artık istemediklerini bildirmişlerdi.
bu aslında benim kariyerim açısından büyük bir sıkıntıydı çünkü büyük bir yıldız falan değildim ve birdenbire kulüp, benim sorunlu olduğumu düşünmeye başlamıştı. aileme başka bir koruyucu aileyi karşılamak istemediklerini söylemişlerdi. başka bir pansiyona gidip orada kalacaktım, üstelik öyle cafcaflı bir yer de olmayacaktı. daha çok sorunlu çocuklar için bir yerdi.
annemi ağlarken seyrettiğimi hatırlıyorum. derken topu kaptım. dışarı çıktım, çocukken hep kendi başıma oynadığım çitin oraya.
bir şeye takılıp kalmıştım.
“olduğun kişi yüzünden.”
kelimeler kafamın içinde sürekli tekrar ediyordu.
topu saatlerce çite vurup durdum ve bir yerde sahiden de yüksek sesle şöyle dediğimi hatırlıyorum: “her şey yoluna girecek. iki ay içinde a takımda olacağım. ne olursa olsun, eve bir başarısızlık abidesi olarak dönmeyeceğim. ne olursa.”
yaz tatilinin ardından genk’e döndüm, henüz 2. takıma yükselmiştim. bir hiçtim, gerçekten. ama öyle bir çalışıyordum ki… içimde çok büyük bir ateş vardı. deliceydi.
her şeyin değiştiği an, tam olarak hatırımda. maçımız cuma akşamıydı. yedekteydim. ikinci yarı oyuna girdiğimde çıldırmıştım.
bir gol.
"seni artık istemiyorlar.
iki gol.
"çok sessizsin."
üç gol.
"çok zorsun."
dört gol.
"seni artık istemiyorlar."
beş gol.
"olduğun kişi yüzünden."
tek devrede beş gol attım.
ondan sonra kulüpteki herkesin nasıl değiştiğini görmeliydiniz. iki ay içinde a takımda kendime yer bulmuştum. sanırım hedeflediğimden birkaç gün önce. tabi sonra kulüp, aileme bir koruyucu aileyi yeniden karşılamak istediklerini söyledi.
iyi iş çıkardığınızda, futbol içindeki insanların size karşı tavırlarının nasıl değiştiğini görmek çok komik.
bir gün kulüpteyken, (önceki) koruyucu ailem çıkageldi. kadın, sanki her şey büyük bir yanlış anlaşılmaymış gibi geldi ve bana “biz senin dönmeni istiyorduk! sadece hafta içi pansiyona gitmeni istiyorduk! hafta sonları bizimle kalabilirsin!” gibilerinden bir şey söyledi.
belki bunu komik bulmalıydım ama o zaman bana hiç de komik gelmemişti. beni gerçekten incitmişlerdi. ben de “hayır.” dedim, “beni çöpe attınız. şimdi iyiyim diye beni geri mi istiyorsunuz?”
sonuçta, sadece “teşekkür ederim” demeliydim. bu tecrübe, kariyerimin ateşleyicisiydi. ama ne yazık ki, o bahsettiğim bulut uzun süredir hâlâ beni takip ediyordu. genk’te genç bir oyuncuyken, hatta chelsea’ye imza atmışken bile belçika basınında nasıl zor biri olduğuma dair hikâyeler okuyabilirdiniz. koruyucu ailemle olan hikâyeyi gündeme getirip duruyorlardı.
bazen patlayabildiğim doğrudur, özellikle de sahadayken. yaşananları içime atmaya meyilliyim ama sonra, bam! – kendimi kaybederim. genellikle beş saniye sonra tekrar sakinleşirim ama kendimi biraz yanlış anlaşılmış hissederim. futbolda yapmış olduğum her şey bir kapıya çıkıyor – oynamak istiyorum.
chelsea’deyken jose mourinho ile olan ilişkim hakkında basında çok şey çıktı. gerçek şu ki, onunla sadece iki kere konuştum. baştan beri plan, benim bir süreliğine kiralık gitmemdi. 2012’de werder bremen’e gittim ve o sezon harika geçti. ertesi yaz chelsea’ye döndüğümde birkaç alman kulübü beni transfer etmek istedi. klopp borussia dortmund’a gelmemi istedi ve dortmund, benim keyif aldığım tarzda futbol oynuyordu. ben de “belki chelsea beni bırakır” diye düşündüm.
ama sonra mourinho bana mesaj attı: “kalıyorsun. bu takımın bir parçası olmanı istiyorum.”
o yüzden “tamam, harika. demek ki onun planlarında varım.” diye düşündüm.
sezon öncesi takıma katıldığımda ortam iyiydi. sezonun ilk dört maçının ikisinde ilk 11’deydim ve iyi oynadığımı düşünmüştüm. harika değil ama epey iyi. dördüncü maçın ardından olay tersine döndü. artık yedekteydim ve bir daha şans bulamadım. kimse bana bir açıklama yapmadı. bir nedenle gözden düşmüştüm.
elbette benim de bazı hatalarım oldu. kendime bir premier league oyuncusu olarak nasıl davranmam gerektiği konusunda biraz saftım. bence taraftarların farkına varmadığı şey şu. bir kulüpte gözden düştüğünüzde antrenmanlarda eski ilgiyi görmüyorsunuz. hatta bazı kulüplerde sanki artık hiç yokmuşsunuz gibi oluyor.
eğer bu şimdi başıma gelseydi bir sorun olmazdı. tek başıma nasıl antrenman yapacağımı ve kendime nasıl bakacağımı yeteri kadar biliyorum. ama 21 yaşındaysanız, ne gerektiğini bilmiyorsunuz. kupa maçında swindon town’a karşı tekrardan oynama şansı bulduğumda formda değildim. sonrasında da benim için hemen hemen her şey bitti.
aralık ayında jose beni ofisine çağırdı ve muhtemelen bu benim hayatımı değiştiren en büyük ikinci andı. önünde bazı kağıtlar vardı. “bir asist. sıfır gol. on top kapma.” dedi.
ne yaptığını anlamam bir dakikamı aldı.
ondan sonra diğer hücum oyuncularının istatistiklerini okumaya başladı. willian, oscar, mata, schürrle.
beş gol, on asist, falan gibi şeylerdi.
jose bir şeyler söylememi bekleyecek kadar kibardı. sonunda dedim ki “iyi de… bu elemanların bazıları 15-20 maç oynadı, bense sadece 3 maç. ilerde farklı olacak ama, değil mi?”
çok acayipti. tekrar kiralık gitmem konusunda biraz konuştuk. o ara mata da gözden düşmüştü ve jose “aslına bakarsan mata giderse o zaman sen altıncı tercih yerine beşinci tercih olursun.” dedi.
dürüstçe konuştum. “kulüp beni burada gerçekten istemiyor gibime geliyor. ben futbol oynamak istiyorum. beni satmanızı tercih ederim.” dedim.
sanırım jose biraz hayal kırıklığına uğramıştı ama hakkını yemeyeyim, aynı zamanda kesinlikle oynamam gerektiğini de anlıyordu. sonuçta kulüp beni sattı ve herhangi bir sorun çıkmadı. chelsea bana ödediğinin iki katını kazandı, ben de wolfsburg’a çok daha iyi şartlarla gittim.
sonra her şey değişti ama sadece futbol yüzünden değil. aynı zamanda yanımda (müstakbel) eşim de olduğu için. bana, büyük ihtimalle yüksek sesle bile ifade edemeyeceğim bir çok biçimde –hatta ona bile– gelişmeme yardımcı oldu. bu, anlatmaya çekindiğim utanç verici bir hikaye! ama size dürüst olacağıma söz verdiğim için sanırım anlatmak zorundayım. hem zaten epey komik de bir hikaye.
her şey bir tweet’le başladı. o sıralar sadece birkaç bin takipçim vardı çünkü hala werder bremen’de kiralıktım. ben de bir maçla ilgili, ya da artık neyle ilgiliyse, bir tweet attım ve güzel bir kız bunu favladı. o dönem bekardım ve arkadaşım bunu fark etti. dedi ki “hoş bir kıza benziyor, değil mi? ona bir mesaj göndermelisin.”
ona tam olarak şöyle dedim: “hayır, hayır, hayır. hadi ama. insanlar benden hoşlanmıyor. beni anlamıyor. cevap vermez.”
arkadaşım da telefonumu kaptığı gibi bir mesaj yazmaya başladı. bana telefonu göstererek “gönder tuşuna basabilir miyim?” dedi.
adeta yerde, ayaklarına kapanmıştım ama sonra nedense “peki, olur. gönder.” dedim.
benim hakkımda her şeyi anlatıyor, öyle değil mi? hesapta büyük futbolcuyum ama müstakbel eşime özel mesaj göndermeye bile yüreğim yetmiyordu! cesaret edemiyordum!
ama şükürler olsun, arkadaşım benim adıma mesajı gönderdi ve kız da cevap verdi. birkaç ay boyunca birbirimizi mesajlar yoluyla tanıdık. birini tanıdıktan sonrası benim için çok daha kolay. sonrasında iyiydim. gerçekten de çok güzel bir şeydi. hayatımı birçok yönden değiştirdi. açıkçası, onsuz ne yapardım bilmiyorum.
insanlar “yenge” (**) diye lakap takıyorlar. bence bu büyük ayıp. çünkü eşim hayatımdaki en önemli insan. 19 yaşındayken benimle gelmek, hayallerimin peşinden koşmama yardımcı olmak için her şeyi feda etti. bu yolculukta birlikteyiz. ben bir şekilde ona bakıyorum. o da insanlarla olan ilişkilerimde kabuğumdan çıkmamı sağladı ve her şeyi hallediş şekli gerçekten takdire şayan.
2015’teki transfer sezonunda ilk çocuğumuza hamile olduğunu yeni öğrenmiştik. manchester city, psg ve bayern, hepsi benle ilgileniyorlardı. aşırı stresli bir dönemdi. daha yeni aile kurmuştuk ve transfer olup olmayacağı ya da nerede yaşayacağımız konusunda hiçbir fikrimiz yoktu.
şahsen city’e gitmek istiyordum. vinny kompany bana mesaj atıyor, projelerden bahsediyor ve orayı seveceğimi söylüyordu. benim de kulüp hakkındaki hislerim iyiydi ama wolfsburg’a da saygısızlık etmek istemiyordum çünkü orada geçirdiğim zamanı gerçekten de sevmiştim. ben de çenemi kapatıp beklemeye çalıştım. benim için çocuk oyuncağı!
tam üç hafta boyunca her gün menajerim bir “transfer tamam.” diyordu, bir “dur bekle, iş yattı.” diyordu. “oldu, olmadı…”
stres eşimi çok etkiledi. bir sabah kalktık, çok ama çok hastaydı. ne yapacağımızı bilemedik. belki de bebekle ilgili bir sorun oldu diye endişelendik.
sonra ağrısı çok arttı ve kanaması başladı. ne olduğu konusunda bir fikrimiz yoktu, alelacele hastaneye gittik. bebeği kaybetmiş olabileceğinden korktuk. hiç şüphesiz, hayatımın en kötü anlarıydı. orada öyle çaresizce oturuyorsunuz. bir dakika önce tek düşündüğünüz transferken bir anda dünyanız alt üst oluyor.
tanrı’ya şükür, sonuçta oğlumuzla ilgili her şey yolundaydı.
oğlum hayatımda olmasaydı ne yapardım bilmiyorum. futbolda yaşadığım bütün güzellikler, eşim ve çocuklarımın yanında bir hiç kalıyor.
bu, benim için hayat değiştiren üçüncü andı çünkü futbolun bir ölüm-kalım meselesi olmadığını fark etmemi sağladı. sanırım hayatımın ilk 23 yılında futbol yüzünden oldukça yıpranmıştım ama eşimle tanıştıktan, özellikle de ilk oğlumuz doğduktan sonra artık tek başıma değildim. ailemizi kurup city’e geldikten sonra her şey çıkışa geçti.
özellikle ikinci sezon pep geldiğinde.
pep ve benim zihniyetlerimiz benziyor. açıkçası, o futbolu benden daha yoğun yaşıyor. sürekli ama sürekli stresli. biz oyuncular ne kadar stres altındaysak, bence o iki kat daha fazla stres altında çünkü o sadece kazanmakla ilgilenmiyor, mükemmellik istiyor.
pep’le ilk toplantımda beni oturttu ve dedi ki “bak kevin, kolaylıkla dünyadaki en iyi 5 oyuncudan biri olabilirsin. en iyi 5. kolaylıkla.”
şaşırmıştım ama pep bunu öyle bir inançla söylemişti ki, bütün zihniyetimi değiştirdi. bana sorarsanız biraz dahiceydi çünkü hatalı olduğunu kanıtlamak yerine haklı olduğunu kanıtlamalıydım.
çoğu zaman futbol, olumsuzluk ve korku demektir ama pep’le futbol aşırı olumludur. neredeyse ulaşılması imkansız hedefler koyar. evet, o bir taktik ustasıdır. buna şüphe yok. ama dışardaki insanların görmediği, mükemmele ulaşabilmek için kendi kendini altına soktuğu baskıdır.
bu sezon benim için kolay olmadı. sakatlıklar ve kaçırdığım maçlar benim için mental olarak çok zordu. oturup bir maçı tribünden takip etmek benim için işkenceden beter. bununla başa çıkamıyorum.
aslında eşim bende bir sorun olduğunu söylüyor. neredeyse yedi yıldır birlikteyiz ve beni hiç ağlarken görmemişti. cenazelerde bile ağlamam. ama sonra bu sezonun başında fulham maçında dizimden sakatlandım, bağlarda hasar olmuştu. doktorlar bir süre tel takmam gerektiğini söyledi. iç çamaşırınızı yardım almadan giyemediğinizde bu sürekli bir kabusa dönüşüyor. bu berbat bir zamanlamaydı çünkü bir gün önce eşim ikinci oğlumuzu doğurmuştu.
hatta haberi vermek için onu facetime’dan aradığımda hastaneden eve daha yeni dönmüştü.
“bebek nasıl? her şey yolunda mı?” dedim.
“her şey yolunda.” dedi. “ağlıyor musun?”
gözüm biraz yaşarmıştı sanıyorum.
dedim ki, “şey, biraz kötü bir haberim var. sorun yine dizim. bir süre tel takmam gerekecek. galiba artık üç bebeğe bakmak zorundasın.”
ve sonra, kelimenin tam anlamıyla gözyaşlarına boğuldum. elimde değildi. oğlumuzun doğmasının hissettirdikleri yüzünden mi, birkaç maç daha kaçıracağımı bilmek yüzünden mi yoksa ikisi birden yüzünden miydi, bilmiyorum. ama facetime’da, o aptal ön yüz kamerasında saçma sapan vaziyette hıçkırıyordum.
eşim inanamıyordu.
“düğünümüzde bile ağlamadın! oğulların doğduğunda bile ağlamadın! biri daha dün doğdu!”
bence bu her şeyi anlatıyor.
düğünler, cenazeler, doğumlar… benim için hiçbir şey. adeta kaya gibiyim.
ama benden futbolu aldınız mı… unutun. dayanamam.
sonuçta city’deki bu proje kazanmaktan daha fazlası demek. bu, belli bir tarz oyun ve bütünüyle bir felsefeyle alakalı. o yüzden her sabah uyanıyor, o yüzden yaptığımız işin detaylarını bu kadar çok takıntı haline getiriyor, o yüzden kendimizi sınırlarımıza kadar zorluyoruz.
futbolu basit oynamak aslında dünyadaki en zor şey. peki ya bu gerçekleştiğinde? benim için hayatımda alabileceğim en büyük keyif.
o nedenle, imkansıza ulaşalım ya da ulaşmayalım, bizi sürükleyen bu dalgayı futbolu seven herkes takdir etmeli bence. city’de en iyi oyunumuzu oynadığımızda, akıcı oynadığımızda şey gibiyiz… neydi o kelime? hani meditasyon yaptığınızda ulaşırsınız ya?
nirvana.
bu benim için gerçekten de nirvana.
ve sanırım ben biraz farklı bir insanım, o yüzden kendimi çoğunlukla futbol aracılığıyla ifade ediyorum. işte bu da benim hikayem.
anlatmama izin verdiğiniz için teşekkür ederim.
“konuşmama” izin verdiğiniz için teşekkür ederim.
kevin de bruyne
15 nisan 2019
(*) söz konusu video
(**) burada kullanılan ingilizce kelime “wag”. medyatik ve parıltılı bir yaşam stiline sahip sporcu eşlerini veya kız arkadaşlarını tanımlamak için kullanılıyormuş. dilimizde bunun tam bir karşılığı olmadığından (varsa da ben bilmiyorum) bu anlama en yakın kelime olan “yenge”yi tercih ettim.