Lost in Translation, Japonlara Karşı Irkçı Öğeler İçeren Bir Film mi?

Sofia Coppola'nın yazıp yönettiği 2003 yapımı Lost in Translation (Bir Konuşabilse) filminin Japonlara bakış açısı tartışmaya fazlasıyla açık.
Lost in Translation, Japonlara Karşı Irkçı Öğeler İçeren Bir Film mi?

lost in translation, tokyo'da çekilmiş olma hınzırlığını içinde barındırmasına, işlenişin şeklinde, formülünde genele göre ufak değişikliklere uğratılmış olmasına rağmen, tam anlamıyla bir hollywood filmdir. sinematografiyi bir kenara bırakarak içimizden su soruları yanitlayalim

1) filmi izledikten sonra gözümüzde canlanan japon imajı nedir?

tabii ki herkesin gözü kendinedir.ancak, filmde altını çize çize vermeye çalıştıkları bir japon imajının olmadığını düşünmek saflık olur.  filmin genelinde japon halkına “amerikan hayranlığı” sıfatı yerleştirilmeye çalışılmış, ortamlar, olaylar özellikle seçilip elenip denk getirilerek japon insanına kendi yaşamını yaratmak yerine batı insanınkini kötü bir şekilde taklit etme eylemi yüklenmiştir. birkaç sahneyi hatırlayalım:

fahişenin bill murray’in odasına gelmesi: açıklama gereği bile duyulmayan bir sahne. bir porno filmden fırlamış taklidi yapan bir japon fahişe, yarım ingilizcesi, saçmalayarak konuşması, yerlerde perende atması, bill murray ile birlikte yere kapaklanmaları. “mr. kazu sent me for premium fantasy” gibi iddialı bir cümle, mr. kazu’nun, bill murray in önemli kişiler olması, otelin çok ünlü bir otel olması ister istemez fahişenin de birinci kalite olmasını beraberinde getiriyor haliyle .üstü kapalı olarak “birinci kaliteleri de budur işte, dikkat” deniliyor.


santory viskisi reklam çekimi
: yönetmenin sanki “rüzgar gibi geçti” yi yönetiyormuş edasıyla sette dolaştığını hepimiz fark etmişizdir. film, onun ingilizce bilmiyor olmasına rağmen, kendine bir john lennon imajı çizmiş olmasıyla, yabancı dil bilmiyor olmasına rağmen çat pat ingilizce konuşmaya çalışmasıyla açık açık dalga geçmiştir. yoruma göre değişebilir olmasının yanında, sert ve kaba diye tabir edilen japoncanın bu özelliğinin sahnede abartı payıyla izleyicinin gözüne sokulduğunu düşünüyorum. 


bu sahneyle ilgili başka bir nokta da, tercüman kadındır. japonyada, tercümanlık yapmayan ya da dille ilgili bir mesleği olmayan insanlarda ingilizce bilme oranı çok düşüktür. senarist, yarım saat konuşan yönetmeni, tercümanın 5 kelimelik beginner ingilizcesiyle ifade parodisi çekerek, japonların bu özellikleriyle dalga geçmiştir. film boyunca 3-5 kelimeden uzun ve düzgün ingilizce cümle kurabilen bir japonun olmaması da ayrı bir ayrıntıdır.

fotoğraf çekimi: bu sahne de japonların batı hayranlığı ve özentiliğini gözler önüne serer(?!).
bill murray in fotoğraflarını çekmek yerine, ona teker teker bütün hollywood simalarının taklidinin yaptırılması ve bunun görüntülenmesi olsa olsa güneşin battığı yere karşı bir açlık olarak yorumlanabilir.

striptiz kulübü: amuda kalkmaya, perende, ters takla atmaya çalışan birstriptizci, bunları başaramayıp rezil olan bir striptizci. fazla açık...


atari salonları ve karaoke
:”gerçekten yaşayanlar, yaratanlar batılılardır, japonlar ise bunu taklit ederler” düşüncesini bunlardan daha iyi açıklayan iki metafor bulmak mümkün müdür? bu nokta atari salonundaki gösterilenlere de dikkat etmek gerekli: oyun makinasındaki müzikle dans eden, oyun makinasında müzik yapan, oyun makinasında gitar çalan insanlar.
sanatın mutlak yaratıcılığa en yakın şey olduğu kabul edilirse, sanatın makinelerde simüle edildiğini göstererek o halkın yaratıcılık anlayışıyla nasıl dalga geçildiğini göz önünde bulundurmak gerekiyor.

karaoke ortamındaki insanlar: “gerçek bir surfçüyüm” şeklinde laflar, sadece ingilizce şarkılardan oluşan bir karaoke playlisti, ingilizce konulmuş “nick name” ler, japon ağzından çıkan “california rüyası” konuşma tarzı... fazla söze ne hacet...


2) filmde karakteri hakkında ip ucu veren, duygu belirtisi gösteren bir japon var mıdır?

ben yaptıkları şapşallıklar, gösterdikleri özentilikler dışında, böyle bir karaktere rastlamadım. bu bağlamda bir “japon” u bir diğerinden sadece yaptıkları salaklıkları kullanarak ayırt edebiliyoruz. acaba bu ırkçılıkta yaratılmaya çalışılan stereotip kavramıyla alakalı olabilir mi?

elbette ki, bu sahneler teker teker alınıp başka bir filme konulduklarında çok da fazla dikkat çekmezler, hatta esprili yaklaşım olarak bile algılanabilirler. ancak, bu filmdeki ikili sahneleri ve bu sahneleri çıkarınca geriye çok kısa bir sürenin kaldığını görmek insanı düşündürüyor. yine de, bir kısım seyirci, sahneleri teker teker ayırıp, ırkçılıkla alakasız olduklarını gösteren nispeten mantıklı nedenler bulacaklardır. “ingilizce bilmemelerini tiye almak yalnızlığı pekiştiren bir öğe”, “fotoğraf çekiminde bill murray'in ifadelerini güçlendirmek ve ayarlamak için ona taklit yaptırıyorlar” gibi. şunu söylemek istiyorum, böyle söylemlerin önüne geçebilmek adına, aslında ırkçılık taşıyan filmleri sahne sahne incelemek tercih edilmeyen bir yöntemdir.bu tür bir yaklaşıma filmin bütününü göz önünde bulundurarak şu soruyu sormak istiyorum : ırkçılık filmleri 80 lerdeki gibi tek anlamlı ve kolay çözülür olsalar, bu filmleri izlemiş, incelemiş ve kötülemiş uygarlık için, ayırt etmek, ve bunların önüne geçmek fazlaca kolay olmaz mıydı?