Motorla Giden Birinden: Hiçbir Devletin Tanımadığı Transdinyester Nasıl Bir Yer?

Motorla bizzat oraları gidip görmüş bir gezgin, Transidnyester macerasını bir gezi yazısı tadında anlatıyor.
Motorla Giden Birinden: Hiçbir Devletin Tanımadığı Transdinyester Nasıl Bir Yer?

önsöz: bu yazı bir cuma akşamı gitmeden 4 saat önce iazul la dulap’ta (orhei/moldova) arkadaşlarımla balık tutarken öğrendiğim, gitmeyi kafama taktığım için pazar akşam 4’te istanbul kartal’da nikahta olmam gerekmesine rağmen bir daha gidip gezmek üzere adeta 3 saat civarı sobelediğim transdinyester hakkındadır.

bilmemek ayıp değil öğrenmemek ayıp, kasvet seven sovyet mimarisine çok ilgisi olan bir insan olarak bayrağında çekiç ve orak olan bir ülke duyunca dönüş rotama eklemem kaçınılmazdı. döneli 2 hafta oldu, henüz araştıracak fırsatım da olmadı, dolayısıyla burada vereceğim bilgiler ağırlıklı olarak arkadaşlarımın verdiği bilgilerden ve benim edindiğim tecrübelerden oluşacak.

günümüzde kosova plaka araç ile sırbistan’a girmeyin tavsiyesi verilen bir “gezgin kanalı” (bununla dalga geçip eğleniyorum şu an ancak politik ve sosyal ilişkilerden bu kadar bihaber olarak özellikle kara sınırı geçiyor olmanız bazen sizin için can sıkıcı olabilir) bile ilgi çekiyorsa aktaracağım şeyler birilerinde merak uyandırıp, sadece transdinyester’i değil, genel bir gezme merakı uyandırırsa ne mutlu.

transdinyester, 1992 transdiyester savaşı ile bağımsızlığını ilan eden, güney osetya ve abazya tarafından tanınan, moldova tarafından da özerkliği tanınan ancak birleşmiş milletler tarafından tanınmayan ve avrupa’da sosyalist rejimle yönetilen son ülke.


şu bilgiyi vermemde bir sakınca olmaz umarım; ülkenin kendine verdiği isim Приднестровская Молдавская Республика. buradaki dikkat edilmesi gereken: içerik başındaki “pri” eki, ülkenin anlamının dinyester tarafı anlamı barındırması, moldovalı arkadaşlarımın ise bu ülkeye “transnistria” yani dinyesterin diğer tarafı anlamı barındıran bir isim kullanmasıdır. (türkçe’ye de zaten transdinyester diye geçmiştir.) ülke kiril alfabesi ile romence dilini kullanıyor, bulunduğum yerden biraz abanıp zıplasam ukrayna’ya da girerdim, bunların sentezini size bırakıyorum.

bahsetmiş olduğum cuma gecesi bu ülkeyi öğrenmiş olduğumda internetim yoktu, arkadaşlarım ise gitmem konusunda çok ısrar etti. zaten onlar anlattıkça hem beni bir gülme aldı, hem de beni oraya çeken bir kasvet ve görkem içimi bürüdü. kendine ait transdinyester rublesi olması, bozuk paraların plastik olması, ülkenin hala sosyalizm ile yönetiliyor olması vs...

Mevzubahis plastik paralar.

çevrimdışı haritadan baktığım kadarıyla konumundan çıktığımda yakın olan yer bender, biraz daha sürersem ise tiraspol’da olacaktım. 2 saat uyku uyumuş olmam, bunun yatakta olmaması, gece boyu biraz eğlencenin dozunun aşırı kaçması sebebiyle sürüşümde bir hata yapmak istemediğim için bender civarı toplam 60 km süreceğim varış noktası işaretledim. planım: sınırı geçeyim sağa sola bakayım, yiyecek bir şey bulayım, telefonumu şarja takayım (gölde olduğum için şarjım azalmıştı), dinlenip istanbul’a yola çıkayım şeklindeydi.

sabah 7’de arkadaşlarımla vedalaşıp eşyalarımı toplayıp çıktım, stabilize bir yoldan 10-15 km biraz küfrederek yola bağlandım. moldova’da yolun asfalt yapısının zaten bu yoldan pek bir farkı yok. haritadan kontrol ede ede giderken, önümde bir araç gördüm ve plakasında bir bayrak gözüme çarptı. bu bayrağı başta ermeni bayrağı sandım, kafamda “bu adam niye buraya arabayla gelmiş?”, “t ermenistan’da hangi şehir” gibi daha afyonumun patlamadığı esnada kendime sorduğum sorular gezinirken bir tane daha bir tane daha gördüm ve sonunda daha dikkatli baktığımda bayrağında çekiç ve orak görünce kendi içimde ufak bir eğlendim. “adamlar üşenmemiş plaka basmış” gibi kendime ufak cümleler kurarak yoluma devam ettim.

varış noktama 10 km civarı kaldığında bile bir sınıra yaklaştığıma dair hiçbir tabela veya bir şey görmedim, sadece “ne olacak bakalım hayırlısı” cinsinden soru öbekleriyle sürmeye devam ederken, önüme sağlı sollu iki barikat ve yanda bir tank çıktı. bir afalladım, etrafıma baktım, asker mi var dur ihtarı gelecek mi diye iyice yavaşladım. şaşkın şaşkın bir şey beklerken orayı geride bırakmış oldum. ülkeye girdim mi girmedim mi onu da anlamadım. sağda bir sokak görüp saptım ve minyatür kuruşevkaların olduğu (içeriğinin öyle olduğunu hiç sanmıyorum) bir mahalleye girdim, birini bulayım da “ben şu an neredeyim” diye sorayım diye. (buna gülebilirsiniz bence de komik ama bir defa arnavutluk’tan çıkış kapısından geçip kuzey makedonya’ya kapıdan geçmeden girdiğimde hakikaten bir arabanın önünü kesip ben şu an kuzey makedonya’da mıyım diye sormuştum, arada bunlar başıma geliyor.) uzağımda bir takım yaşlı insanlar gördüm, ilginç ilginç bakışlara maruz kalınca çekindiğim için etrafı bir çekeyim diye motoru harekete hazır bırakıp sağa sola göz gezdirip devam ettim.


yaklaşık 500 metre sonra gerçekten sınır kapısına geldim, yaklaşık 8 arabalık bir sıraya girdim. ilk defa bu düzende bir ülkeye gireceğim için zaten bekleyeceğim sıra da çok az diye öne kaynak yapmadım (bilmeyen arkadaşlar için; motosikletler sınır kapılarında usülen, nezaketen öne geçer, çünkü hava koşulu her ne ise direkt etki eder ve geçişte arama varsa motora ya yapılmaz ya arabanın arandığından çok daha kısa sürer, ayrıca akü nispeten küçük olduğu için her çalıştırmada enerji sarfiyatı fazla olduğu için sıraya kalınıyorsa motorun koşullar doğruysa iterek götürülmesi faydalıdır.)



önceki gece sınırda yukarıda ufaktan vermiş olduğum bilgiler ve fazlasının ışığında arkadaşlarımdan iyice sınırda nasıl davranayım gibi tüyoları iyice almıştım, anladığım kadarıyla oldukça rahat bir sınırdan geçecektim. kameramı kapattım, giriş ve çıkış prefabrik ufak bir kapıya geldim, rusça selamımı verdim, “nereye geldin” “ne kadar kalacaksın” soruları gelince, “yeni öğrendim, merak ettim, bugün dolaşıp çıkacağım” cevapları üzerine polis otopark fişi gibi bir “1” günlük vize elime tutuşturdu ve “gümrük kontrolüne gir, oradan da rovinieta (bizdeki hgs, yol ücreti) al, hoşgeldin” dedi. dedim “gümrük nerede”, gösterdiği yerde yarım bir dorseden hallice bir baraka var. kapıya bir şey demem de gümrük öyle olunca içimden kahkahayı bastım ve motoru oraya çektim içeri girdim, karşımda iki adet kapalı siyah filmli pimapen pencere, tepemde msn webcam kamerası, sağıma soluma bakıyorum ne yapacağımı anlamaya çalışıyorum. arkamdan bir adam girdi camı tıklattı, belgelerini verdi. ben de aynısını yaptım, rovinieta parasını verdim (moldova lei’si kabul ediliyor, lei ve euro da kabul ediliyor sanırım ama emin değilim), “yandaki pencereye geç dedi”, yana geçtim 5 dakika beklememi söyledi, çıktım dışarıda takıldım sağa sola baktım, 5 dakika sonra gittiğimde tekrar 5 dakika beklememi söyledi. gerilecek miyim ne yapacağım diye bekletiyorlar diye düşünüp onaylayıp dışarıda takılmaya devam ettim. belgelerimi aldım, motoru aramaya da kimse çıkmadı kabinden, bindim gittim. beklerken iki asker gördüm lakin kıyafetler akmar’dan alınmış kamuflaj ayarında, o sıralar artık film seti gibi bir yere geldiğimi anladım. bu sırada hareketlerime dikkat etmeye devam ettim çünkü önemsiz kendini başarısız bulan, o sebeple göz boyayan insan gerginliği hareketlerine maruz kalabileceğimi de sezerek efendi efendi hayatımdaki en kılçıksız sınırlarından birinden geçtim.

kapıdan baktığım kadarıyla da anlamıştım ama gerçekten sürdükçe kendimi sovyetler'de gibi hissetmeye başladım, kuruşevka ayarı mimari çok görüyorum balkanlarda ancak bu binalardaki eskilik, pus gerçekten daha farklı. eski araba kamyon haliyle çok rastladım ama trafiğin bundan oluştuğu, moskvitsch, lada, sovyet zamanından kamazlar, yine o zamandan trolleybüsler görünce ufak bir sarhoşluk yaşadım. avrupa arabası görsem bile ülkenin dokusundan asimile olmuş ve eski puslu bir kupaya bürünmüş resmen. bir ara motorumun amblemine baktım acaba şu an izh, ural falan mı kullanıyorum diye...


gezdiğim ve ilginç bulduğum kağıt paraları biriktirmeyi sevdiğimden ve ne olur ne olmaz diye döviz bürosu bulayım derken şöyle bir etrafa bakınayım diye çektiğim yerde şansıma döviz bürosu buldum, 20 eu bozdum. pazar 4’te istanbul’da olmam gerekliliğinden dolayı bir tur atayım sağı solu çekeyim yemek yiyeyim yola çıkayım diye haritada bir restoran işaretleyip ter yöne sürerek yolu uzatarak yola çıkıp gezdim. oldukça tenha ara sokaklarda, caddelerde biraz dolandım, yukarıda bahsetmiş olduğum mimarinin keyfini sürdüm, brutal mimariye sahip bir iki fabrikayı izledim...

oldukça tenha ara sokaklarda, caddelerde biraz dolandım, yukarıda bahsetmiş olduğum mimarinin keyfini sürdüm, brutal mimariye sahip bir iki fabrikayı izledim (ara sıra terk edilmiş yerlerin içine giren, giremese de fotoğraflarını çekmeyi seven biri olarak, ve herkesin de kolaylıkla ayırt edebileceği, "o yer terk mi edilmiş yoksa içinde hayat var mı?" ayırdına varamadığım hafif uzakta bir fabrika geçtim, aktif olduğunu anlamama yardımcı olan tek şey bacasından çıkan dumandı.) şehir içi turlamama devam ederken bir yandan da buranın bir yerlisini bulayım muhabbet edeyim eğilimiyle bakınırken sağda bir cepte, eminim ki sovyet dönemi üretimi, bir motor gördüm, başında iki üç kişi. hafif bir hevesle ileriden u döndüm ve yanlarına biraz mesafe bırakarak yanaştım. film sahnelerinde super moto ile mekan tarayıp gazlayan bir motorcu bakışlarına maruz kaldığım için de devam ettim. motorcu biriyle tanışma maceram burada sona erdi, bu içimde kalacak değil hatta daha sonra olan birçok karikatürize olaydan bunun yaşandığı aklıma çok sonradan geldi. onlar bana niye öyle baktı ben ne eksik yaptım bilmiyorum ama içinde rus askeri olan hiçbir fikrim olmayan insanı hakkında hiç bir izlenimimin olmadığı bir ülkede ve değişik coğrafyalarda değişik badireler atlatmış bir insan olarak bu sahnenin gayet normal olduğunu düşünüyorum.) neyse...


ve nihayetinde ana caddesinde dokuyla çok alakasız olan, camekanlı, sonradan anladığım kadarıyla lüks bir restorana geldim. aynı zamanda gece kulübü ve kumarhane olduğu için sinyalizasyonundan hiçbir şey anlamadığım için birini aradım ve gelen garsona “burada yemek var mı, varsa şu balkon tarafına oturabilir miyim” diye çok temel sordum, şansıma ingilizce bildiği için anlaştık, şarj sorunca powerbank de verdi ve bir nebze konfor dozu ile masaya geçtim. dönüş için önceki gece arkadaşım denis sağolsun bana belli opsiyonlarla bir rota çizdiği için az çok yolu kestirdim, yemeğe durup vakit harcamayayım diye biraz porsiyonlu bir yemek söyledim. ingilizce bilen garsonun yanında bir bilmeyen bir tanesi de her spasiba dediğimde beşlik simit gibi gülüp seviniyor, ama bizim ingilizce bilen garson gayet vakur, sanki çok lazım konuşmam, ülkenin dilinde konuşup jest yapılınca tepki vermeyenlere kıl olurum, ama power bank vermiş olduğu için gene de bende kredisi sonsuz.

siparişten 10 dakika civarı sonra geldi ücreti önce istedi. “iyi” dedim, transdinyester rublesi istedi. “iyi dedim ama menüyü getirin, fiyatlara bakmadım param yetmiyorsa ona göre bakacağım” dedim. param yetiyormuş neyse ki. yedim, doydum, şarjı da hallettim, gideyim diye düşünüyorum ama parayı önden ödediğim ilk yer burası giderken biri ödemen gidiyor gibi bir harekete kalkışsa rezil olmak istemiyorum, sağa sola baktım ingilizce bilen garson yok. benim rusça kelime kullanınca gülen ile bir garson daha duruyor.

rusça ingilizce el kol falan parçala parçala anlaşmaya çalışıyoruz, yedim ben ödedim gidiyorum demeye çalışıyorum. diğeri de bizi izliyor. sonunda ben ingilizce bileni gördüm. parmakla işaret ettim. bu gitti konuştu, bana tamam gidebilirsin ayarında mesaj verince toparlanmaya dönerken bahsetmiş olduğum 3. garsonun gözlerini dikmiş gülümsüyor mu ne yapıyor pek anlamadığım bir yüz ifadesiyle bakıyor olduğunu fark ettim. 2 saat uyku, önümde 1200 km, kafa zaten lahmacuna dönmüş önceki gece, boş boş ben de bakmaya başladım. ingilizce olarak “buraya hep gelir misin dedi”. haydaaa...

yani soru normal bir soru arkadaş olacaksan da flört edeceksen de bilmem ne de ben yabancıyım, bir de berlin’de değiliz ne bileyim kadıköy’de bir barda da değiliz. bender’deyiz anasını satayım... dedim “nereye hep gelir miyim?” bunu deme sebebim şu, restorana mı bender’e mi transdinyester’e mi, hiçbir şey anlamadım çünkü. öyle kalınca ingilizce kıt anladım. ben de zaten baya afallamış bir vaziyetteyim yukarıda anlatmış olduğum durumlardan ama iletişim kurmuş ne diyor anlamasam da nezaket vesaire ben de iletişim kurmaya çalışıyorum. dedim ben bu ülkeyi daha dün öğrendim geldim, restoranı da haritadan rastgele buldum geldim dedim. sonra benim salaklık sürecime geçildi. “burası bir ülke mi?” diyorum “başka bir yer mi” diyorum, sen mesela transdinyesterli birisi misin” diyorum “pasaportun transdinyester pasaportu mu” diyorum. ne anladı bilmiyorum, “yes” “da” falan filan cevaplar alıyorum. bir süre sonra bizim iletişimimiz nagatomo ile cassano’nun inter’deki dönemlerdeki arkadaşlığına döndü. benim anladığım kadarıyla ingilizce okulda bir yere kadar gelmiş, bizim ilkokulda diyalog adı altında antin kuntin kalıp soruları soruyor bana. ben devam etsem bir şey sorsam ingiliççe bitti deyip gidecek. yaşım soruldu, sonra nerelisin sorusu geldi, orada bende film koptu ama tabii kahkahamı dışarıya sergilemiyorum, ayıp ikimiz de zaten anadilimiz olmayan bir dil konuşuyoruz ve karşımda iletişim kurmak isteyen bir insan var. “istanbul, türkiye” dedim duydun mu. “yes, i listen” dedi. bir an kafam çorbaya döndü, dedim “türk müziği mi dinliyorsun” hayır deyince anladım “i heard about” demeye çalışıyor. bende cephane bitti, ne desem anlamayacak onun aklına bir şey de gelmiyor, zaten 4 ıq ile falan hayatta kalıyorum o esnada. “var mı dedim sosyal medya, istanbul’a gelirsen ara” dedim. telefonu gösteriyorum, açtım uygulamayı, aldı elimden hesabını yazdı. ben de gittim. bundan sonra başka bir kapıdan çıktım, moldova’dan da sonra çıktım, roman, bulgar sonra nikah...


naçizane bir gezgin olarak ve bunu motorla yapmayı seven biri olarak okursanız biraz vaktinizi almak isterim

kendime gezgin demek bana gurur veriyor, bunu tdk’dan doğrulayarak, arkadaşlarımın takdiri olarak üstümde taşıdığım yüce bir mertebe olarak görüyorum.

sevgili gezmemiş veya gezmeyi merak etmeyen ve veya sosyal medya gibi mecralarda hayaliniz olmayan yerler aktiviteler, metalar görüp bunları yapamadığında hayal kırıklığına uğrayan arkadaşlar, ana akım bir şeyi, size uymuyorken gerçekleştirebilecek gücünüz var ise bile buna adapte olup bunu yaptığınızda mutlu olmazsınız, üzerinizde eğreti durur.

bir şeyi çok sevin, hayal edin, kafanıza takın, bunun için de canınızı dişinize takın. sonunda gerçekleşmeyebilir de bu arada, ama o raddede de elinizden geleni yapmış olarak gururunuzla planınızı değiştirip eğlenmenin başka bir yolunu bulursunuz. ben bu yazıyı yazarken çok büyük bir zevkle, eğlenerek yazdım. belki de motor da kullanıyor olmam ve gözü karalığımdan dolayı ölümün bana ne kadar yakın olduğunu biliyorum. hiç kimse son sözünde “keşke şunu yapmasaydım” demez. “keşke şunu yapsaydım” der.

yukarıdaki cümlelerimi bir balkon sosyoloğunun, sadece kendi deneyimlerinden ilham alan birinin yazdığını düşünmeyin. benim, durumu olmayıp gezmek isteyen bunun için tır ehliyeti almış ve yırtınıp lojistik firmasına girmiş tır çeken şu anda da tır yükleme beklerken oraları gezen arkadaşım var.

sosyal medyada gördüğünüz hayalleri kurmayın, kendiniz ne istiyorsanız onun için çabalayın, şahsen artık paris’e gitmek isteme, bali hayalleri öbeğinden benim midem bulandı, endonezya’da 1000’lerce ada daha var.

motorcu ablalarım, abilerim ve kardeşlerim, motosikleti sevdiyseniz sürüyorsanız belli bir ruh haline sahipsiniz demektir. sürdüğünüz motor her ne olursa olsun o motoru sevin, gidebildiğiniz kadar da gidin. eğitiminizi ekipmanınızı fulleyin elden ayaktan düşene kadar aletin canını çıkarın.

bir ikisini dışında tutmakla beraber moto vlog zırvalarına gıpta etmekten vazgeçin. “biz bilmem kaç bin kişilik bir aileyiz” dediklerine bakmayın. sizin her ait hissettiğiniz için gösterdiğiniz değerli takdiriniz onlara bayide sıra beklediğiniz ama galericilere avanta alıp verilen motorlar olarak geri dönüyor. şu ana kadar olduğu gibi bundan sonra da yolda bir ihtiyacınız olduğunda durup size elindeki her şeyi verebilecek olan motorcular bizim gibi motorcular olacak.

imkanınız her ne içinden en iyisini çıkarın, emin olun bir yerde attığınız kampta, çekim yapacağım diye boş boş dans etmektense, bir ayıdan ürktüğünüzde elinizde daha komik, daha gerçek size hayatı daha sevdirecek bir anınız olacak. imkanlarınız eğlenmenizde zorluk çıkarıyorsa daha da çok eğleneceksiniz, zoru başarmayı tadacaksınız. anlatırken en eğlendiğim anılarımdan biri üstümde kışlık kurye montu, ayağımda en ucuz çizme ile bir tipide gece arkadaşımla bir dağ geçerken yaşadıklarımdır. en ucuz motorsa da sizi o an bir yere gitmek istediğinizde oraya o götürecek, şatafatlı tanıtımlarıyla bir italyan naked ya da alman bir enduro değil. bunları yaparken onaylanma cezbetme gibi şeyleri dert etmeyin, bu kafayla motor alırsanız zaten mutsuz olursunuz. badire atlatıp eğlenip kendinizi gururlu ve başarılı hissettiğinizde zaten o ışığı saçarsınız, bu motora dair değil zaten bu kadar tutkulu puzzle da yapsanız haklı bir gururla gezer ve saygın bir insan olursunuz. bir gül gibi niçinsiz bir şekilde açın ve sadece işinize eğlenmenize bakın (angelus silesius’tan alıntı). benim altın elbiseli adam’dan çıkardığım tek ders, kimse ile iddialaşmadan sadece sürüşüme odaklanıp eğlenceme bakmamdır. ruhu şad olsun.

bu seyahatimde durağım olan braşov’da evini açan yediren içiren arkadaşlarım bianca vlad & catalin vartea çiftine, kişinev’de karşılayıp yediren içiren maksimum dozda eğlendiğimiz ve tabi transdinyester’i öğrenmeme vesile arkadaşlarım ion munteanu, valentin nabaku ve denis gâlca’ya, gölde benden misafir geldim diye olta parası almayan yuri’ye, her daim motoruma evladı gibi bakan, bu sayede hiç tereddüt etmeden istediğim kadar uzağa gözümü kırpmadan sürmeme vesile olan ustama (ismini vermeyeceğim, işi başından aşkın) teşekkür ediyorum.