Müge Anlı'nın Programı Üzerinden Toplumumuzun Acı Gerçeklerine Değinen Olağanüstü Bir Yazı
baştan belirtme gereği duyuyorum, uzun ve benim için yazması hayli zor bir yazı olacak.
müge anlı'yla her fikrim uyuşmuyor, her yaptığını her sözünü onaylamıyorum, mesela "eşimi sevmiyorum" diyen kadına toplumumuzun en yaygın problemlerinden olan evlilik içi tecavüzü göz ardı ederek "sevmeden 4 çocuk yapmışsın bir de sevsen ohoo" gibi bir laf etmesini, arada yaptığı bu tarz gafları onaylamıyorum; lakin, özellikle sosyologların ve sosyolojiyle ilgili direkt ya da disiplinler arası çalışan herkesin bu programı izlemesini tavsiye ediyorum. halk tam olarak müge anlı'nın stüdyosunda, rahmi bey'in yanında oturuyor.
evde olduğum sabahlar tahammül edebildiğim son sınıra kadar müge anlı'yı izlemeye çalışıyorum, bugüne dek neler görmedim ki: kimin kimin karısıyla/kocasıyla münasebeti olduğunu stüdyodaki üç yüksek eğitimli kişinin çözemediği köyler, eniştesiyle kaçan kızlar, geliniyle ilişki yaşayan kayınpederler, kayınbiraderiyle yaşadığı ilişkiyi öğrendi diye kayınpederini öldürüp baraja atan tülbentli basma etekli kadınlar, para karşılığı birlikte olduğu kadının oğlunu buna şahit oldu diye öldürüp tarlaya atan adam ve oğlunun cesedinin yerini bildiği halde stüdyoya gelip ağlayan, gözüne kalem çeken anne, anneannesine tecavüz edip cesedini ormana atan torun ve bu torunu hapse attırdılar diye kardeşlerine beddualar eden annesi, abisinin üst komşusunu ve 2 küçük çocuğunu uyuşturucu parası için öldüren tipler, en yakın arkadaşını içki masasında öldürüp hiçbir şey olmamış gibi cenazesine giden adamlar, karısını öldürüp apartman boşluğuna atan imam, çocuğunu çocuğu olmayan kardeşine satıp sonra 20 bin tl borç vermedi diye geri isteyenler, "portakaldan muska çıkarıyorum" diyene akraba evliliğinden dolayı sakat doğan çocuğunun ameliyat parasını sorgusuz sualsiz verenler, yıllar önce kaybolan çocuğu müge anlı'ya ailesini aramaya çıkınca gelip çocuğun ağzını burnunu hayvan pazarından davar alır gibi kontrol eden baba, aydın'da yaşayıp oğullarına ağrı'dan başlık parasıyla kız alma vaadiyle 50 bin lira dolandırılan aileler, işçi olarak gittiği ülkede hamile bıraktığı yabancı kadınları bir daha asla arayıp sormayan herifler, onların türkiye'deki akrabalarını bulmaya gelen yarı alman/hollandalı/fransız çocuklarının kayseri'den gelen ve kemerine telefon kılıfı takılı abileriyle, hepsi türbanlı ablalarıyla kavuşma anları, daha neler neler. şuraya yazdıklarım bu programda işlenenlerin 100'de 5'i değildir inanın.
bir çam ailesi var mesela, onları dünyanın en iyi 3 üniversitesinden seçilen bir ekip incelemeli. amerika'da olsa filmleri, belgeselleri, american horror story çam family diye dizi sezonları çekilir haklarında. eşi benzeri çok az olan travmatik, mide bulandırıcı, hastalıklı bir sapık aile vakası. büyük şehrin gece hayatının en hareketli olduğu alanında bu vakayı büyük ekranlardan izletsen o sırada bu programa konu olan tiplerin içiyorlar, flört ediyorlar, eğleniyorlar diye "ahlagsızlarr allahsızlarr" diyeceği insanlar şok geçirerek evlerine dönerler.
mesleğim gereği kent mekanı, toplum, kentleşme gibi içinden çıkılmaz konuların içindeyim, içtenlikle söylüyorum ki çoğunuzun istanbul'dan kaçıp gitmek istediği küçük yerlerin %95'inden nefret ederim. öğrenciyken teknik geziye diye bulunmaktan bile hiç hoşlanmazdım. çünkü -bu dediğimin üzerine düşünün- en kalabalık metropolün en kalabalık noktasında küçük yerde olduğunuzdan daha fazla güvendesiniz farkında olmasanız da.
georg simmel'a göre toplum, etkileşimle birbirine bağlı bireylerdir, birey sayısı bu etkileşimin negatifliğini pozitifliğini ve katmanlarını belirler. bugün himmet aktürk vakasını düşünürken simmel'ı aklıma getirdim sık sık, mahallelinin "aramızda para toplayıp müge anlı'ya dava açacağız" demeye varan öfkeli tepkisini, insanları hizada tutan şeyin içten mi geldiğini yoksa blase kavramı mı olduğunu. simmel dedikten sonra kendi fikrimi onunkinin ardından söylemem bana da abes gelse de uzunca bir zamandır kentleşmenin beşeri insana çeviren şey olduğunu düşünüyorum, burada da "her beşer insan değildir" diyen ali şeriati'ye yine saygı duyuyorum.
yazacaklarım için neden böyle dolambaçlı bir yol izledim? çünkü herkes "inanamıyorum/nasıl olur/nasıl yapar/nasıl söyler" demeden biraz düşünsün istiyorum.
inanın arkadaşlar, mahalle denen küçücük birimden niceliği dünyadan daha büyük kötülükler çıkabileceğine, bir adamın 3,5 yaşındaki bir çocuğa cinsel saldırıda bulunup sonra öldürebileceğine, yarım akıllı ve gariban görünenlerin gayet planlı programlı katiller olabileceğine, bir mahalle dolusu insanın bu kişiyi korumak için sıraya dizilebileceğine, müge anlı gibi tampon kurumların gerçek kurumlardan daha işlevsel olabileceğine, meşgalesizlik ve cehaletin kimyasal silahtan bile daha çok can alabileceğine inanın. bu dünyada ayakta kalmak hiç kolay değil, lütfen naifliğinizi tamamen bırakmasanız da bir gömlek gibi katlayıp kenara koyun, her gün değil ara sıra üstünüze geçirin.
tekrar küçük yere ve paylaşılmış, hasır altı edilmiş kötülüklere dönüyorum. belirttiğim gibi, ben ne kasabaları, ne de köyleri belli başlı lokasyonlarda hatta belli başlı topluluklara ait olmadıkları müddetçe hiç sevmem. çünkü kasaba dediğimiz yer, şehirle köyün arasında bir yerlerde, ekonomisinin çoğu içsel, işi az, kadın istihdamı yerlerde, özellikle bizimki gibi mazoşist muhafazakar, yani kendi yaratmadığı bir kültürü devrişerek acı veren bir muhafazakarlık içinde kalmış toplumlarda hasetliğin, dedikodunun, fitneciliğin gırla gittiği, çok fazla boş vakitten kalan enerjinin bir alman kasabası gibi hobilerle sporla atılamadığı için sapıklığa dönüştüğü, cinsel gerilimin akşamları yakılan sobalardan çıkan is kokusu gibi havada öylece durduğu bir gayya kuyusudur. onları daha da delirten muhafazakarlık maskesi altında büyük şehirde işle güçle trafikle uğraşan insanların aklının ucundan geçmeyecek aksiyonları göze alabilirler. senin "ah benim saf masum gözlemeci teyzem" diye duygusal belgeselci gibi naif hisler beslediğin teyze, kocası namazdayken dükkanda duran akraba çocuğuyla iş pişirebilir. öğlen kahvede oyun oynayan torun torba sahibi amca gece makatına hıyar soktuğu için çocukları tarafından apar topar ilçeden uzak bir hastaneye götürülebilir.
hiçbir maddi güvencesi olmayan, tek umudu bir markette asgari ücretle iş bulması için dualar ettiği oğlu olan bir kadın, oğlunun kızını taciz etmesine hatta tecavüze kadar gitmesine kaya gibi bir sükunetle göz yumabilir, çünkü ileride yatalak olunca el evine giden kızı değil oğlunun getirdiği gelin bakacaktır ona. adi bir suçlu, pek çok kasabalı tarafından korunabilir, çünkü belki o da başkalarının adi suçlarını biliyordur, mesela iki ev ötedeki kadının üç ev berideki adamla kırıştırdığını, yan evdeki herifin karısına her akşam döverek tecavüz ettiğini, kahvedeki ali'nin mahalledeki küçük çocuklara çeşitli el şakaları yaptığını, o derme çatma evlerdeki kendi yağlarında kavrulan insanlar manzarasının aslında bir cılk yara olduğunu.
bakışlarında bile bir fütursuzluk vardır bu insanların, dejenere şehirlilerin 3 saniyeden fazla gözgöze gelmekten tedirginlik duyacakları yabancı kadınlara uzun uzun, hiçbir mimikleri kıpırdamaksızın, ağızları yarı açık bakabilirler, bundan rahatsızlık duymazlar. büyük şehrin sosyal kurallarının ehlileştiriciliğinden uzak oldukları için çekinceleri pek yoktur. her an "cıs" olabileceklerini düşünmediklerinden davranışlarının sonucunu pek düşünmezler. entrinin manas destanı'na evrilmemesi için söylemek istediklerimin kalanını söylemek adına sözü şükrü erbaş'a bırakıyorum, lütfen şiirin ismine takılmadan okuyun:
(bkz: köylüleri niçin öldürmeliyiz/#1266723)
bu kısma sadece şunu eklemek istiyorum, bazen insanlar kendi maruz kaldıkları pislikler ortaya çıkmasın diye pisliği yapanı savunabilirler. çünkü tacize uğramak taciz etmekten, tecavüze uğramak tecavüz etmekten, dayak yemek (yani dayağı hak etmek) dayak atmaktan daha kötü görünür ahlakı içinden üretmeyip dev bir hap gibi dışarıdan alıp yutmaya çalışırken boğazına takılan toplumlarda. bir kez tacize uğrayan kişi korunup kollanacağı yerde kamusal bir tecavüz nesnesine dönüşebilir.
(bkz: tecavüze uğrayan kıza eniştenin de tecavüz etmesi) himmet'i ölümüne savunan mahalleliye bir de bu gözle bakmanızı tavsiye ederim.
himmet aktürk'ün itirafını sabah evden çıkmadan izledim, buraya kadar okuyanların tahmin edeceği üzere bu olay beni sizi ettiği kadar şok etmese de tüm günümün içine sıçtı, 2 ayrı kurumdaki işlerime de dikkatimi veremedim, arkamdan kadın salak galiba demişlerdir. sabahtan beri bir sütlü kahve bir muzla duruyorum, içim yeme içme almadı. ama himmet adlı sapık ırmak'a tecavüz edip öldürdükten, cesedini bir çöp konteynerının içine bıraktıktan sonra bakkala uğrayıp sucuk alıp pişirimiş ve yemiş. sanıyorum yazdıklarım biraz daha anlamlanmıştır. geri dönüp çöpe bıraktığı çuvalı aldıktan sonra 3 km ötedeki bir bağa gömmüş. son derece soğuk kanlı ve planlı. itirafının son aşamasında bile kendini değil hala parasını alıp onunla birlikte olmayan kadınları, aslında onunla birlikte olmayan tüm kadınları suçlamasından toplumdaki uç erilliği ve suçunu kabullenmediği için eğer dışarı çıkarsa aynı suçu bir daha işleyeceğini net olarak görebilirsiniz. yeri gelmişken, bu "kadınlar şöyle şöyle, o yüzden blablabla" diye kendi hakaretlerini, kendisinin ya da başka bir erkeğin yaptığı tacizi, kaba davranışlarını aklamaya çalışmak size de hep okuduğunuz bir yerden, mesela bir web sitesinden tanıdık geliyor mu?
ırmak'a çok üzüldüm, hayatının detaylarına bakınca üzüntüm azaba döndü. 28 yaşındaki aşırı çaresiz ve babasından dayak yiyen annesi, dedesi yaşındaki babası, babasının stüdyoya gelirken bu kış günü çorap üstü sandalet giymesi, fakirin fakire ettiğini kimsenin edemeyeceğini ispatlarcasına gariban aileye yüklenen mahalleli, yazları ırmak'ın ayağında çıkan ve yürümesine engel olan yaralar, doğru dürüst bir fotoğrafının bile olmaması, olanlardan da bakımsızlığının, garibanlığının bir çift göz olup sanki direkt bize bakması, o sapık tarafından kaçırılırken son sözünün "anne" olması. çileli kısacık ömrünün aklımızın alamayacağı acılar içinde son bulması, az önce bağda bulunan ayakkabısı. gitmiyor gözümün önünden.
entriyi 20 konuya değinen mahsun kırmızıgül filmine çevirmek istemiyorum ama şunu da eklemeden geçemeyeceğim, suriyeli göçmenler durmadan ürüyor, insanlar bunu eleştirince başka insanlar "ama savaştan sonra var olma psikolojisi", "sana mı soracaklar" gibi argümanlarla eleştirenlere kızıyor, insanlar birbiriyle ağız dalaşına girerken her gün 3 yaşını belki de doldurmayan suriyeli nice bebek sokağa düşüyor, bir metrobüsten diğerine atlıyor. bu çocuklarla ilgili birincil endişem ne ileride birer suç makinasına dönecekleri, ne de toplu taşımada verdikleri rahatsızlık. ilk endişem sokaklarda her gün uğradıkları gizli tacizler. mendil, kıvır zıvır satmaya çalışırken kimler bu çocukların nerelerine elliyor, kuytularda rastlayınca nelere maruz kalıyorlar düşünmek bile istemiyorum ama ben düşünmeyince kötülük yok olmuyor.
izleyin arkadaşlar, sosyoloji çalışanlar, küçük yer ve kasabalı algısı ramazan temalı reklamlarda gördüğü bir avluda hazır çorba kaşıklayan 5 aileden ibaret olan beyaz yakalılar, gerçekten tavsiye ediyorum. müge abla'yı da baya takdir ediyorum bu arada, işine emek veriyor, kişisel şovuna çevirmiyor, kendini geliştirmeye çalışıyor. 3 gün önce kaçırılan başka bir kız çocuğu hatice kübra bugün müge anlı'nın himmet'i nasıl öttürdüğünü gösteren yayından sonra jet hızıyla ailesinin kapısına geri bırakılmış, bu gerçekten başarıdır. akşam haberlerde gördüm, mahalleli davul zurna getirmiş, hatice kübra bulunduğu için göbek atıyorlar, yarın bir gün o oynayanlardan birinin benzer bir suça karışma potansiyelini ben biliyorum, bence müge anlı da biliyor.
şimdi müge anlı'nın stüdyo koltuğunda oturan halktan, yani gerçeklerden kaçabilmek için 5 bölüm masha ve ayı izleyeceğim, keşke benim yerime ırmak izleseydi.