Nick Cave'in İç Dünyasını Gözler Önüne Seren Şahane Müzik Filmi: 20.000 Days on Earth

Müzik seven herkesin ilgilenebileceğini düşündüğümüz 2014 tarihli nefis belgeseli tekrar bir hatırlatmak istedik.
Nick Cave'in İç Dünyasını Gözler Önüne Seren Şahane Müzik Filmi: 20.000 Days on Earth

Nedir, ne değildir?

dünyada 20.000 gün, bir nick cave belgeseli.

warren ellis'ten kylie minogue'a ve blixa bargeld'e birçok kişinin yer aldığı, daha çok o dönemki en yeni albümünün, yani - push the sky away'in görüntülerinin ağırlıkta olduğu, psikoanalizli, sıra dışı görüntüleri olan nick cave'in iç dünyasını da yakalayabileceğiniz, karısının da bir silüet olarak yer aldığı ve karısının yüzünü asla göremediğiniz, sundance film festivalinde en iyi belgesel ödülü almış belgesel. ama klasik röportaj ya da konser görüntüleri tadından çok uzakta olan belgesel, öyle de şukela.

ana sayfası: http://www.20000daysonearth.com/

Hakkında detaylı bir kritik

"dünyada 20.000 gün" son yıllarda üretilmiş en iyi filmlerden biri. söylediği mühim şeyler var, umut verici şeyler, yaşamaya, üretmeye, inanmaya dair... nick cave'i zaten severdim, filmden sonra iyice hastası oldum.

hakiki sinema arayanlar; saçma sapan duygusallıklardan, yeni bir şey söylemeyen, hiçbir düşünsel, eylemsel, toplumsal derdi olmayan, absürt hayallerden ütopya devşiren, hayati bir mevzu anlatıp gibi yapıp dev bütçelerle milletin gözünü boyayan yapımlardan gına getirenler, bu filmi izlesinler lütfen.


dünyada 20.000 gününü geçirmekte olan bir sanat adamının kendine, mazisine, şimdisine, geleceğine sinemasal bakışı; sinemanın "inşa edilmiş görüntü" olduğu gerçeğinin bir izahı... ne diyorduk, lafla, diyalogla, duygu boşalmaları yaratmakla, edebiyatın ve tiyatronun araçlarıyla sinema olmaz. o şekilde olan şey, başka şeydir. efendim size ne, biz öylesini tercih ediyoruz denebilir. fakat şunu da bilmek gerekir ki, cehaletin kutsanmasına yol açan beyanlar maalesef kültüre zarar verir. çıtayı ne kadar alçak tutarsanız, kitleler o kadar uzanmaya alışır.

mesela, güzel olan her şeyi dinlerim ile, kulağıma hoş gelen her şeyi dinlerim arasındaki farkı iyi tahlil etmek gerekir. birisi güzel olana odaklanmış, diğeri ise kendisine güzel gelene... gülü koklamamış insana, nergisin kokusu en güzel geldi diye, gülü yok saymak akıl kârı değildir.

zevkler ve renkler tartışılmaz. söylediğim tam da bu, kırmızı görmemiş biri kırmızıyı hiç tartışabilir mi? maviden farkını anlayabilir mi? efendim, kırmızıyı görmedim ama bence bu mavi kırmızıdan güzel. bu cüretkâr sav, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak denilen klişenin hizmetkârı değil mi? istisnaları, dağda açan yaban güllerini, allah vergisi üstün yeteneklerle doğanları ayrı tutuyorum. onlar zaten doğuştan kırmızı, kırmızıyı talim etmelerine lüzum yok. aramızda mozart vb. varsa beni dinlemek zorunda değil, gitsin partisyonlarını çalışsın.

ham bir çamur olarak dünyaya gelmiş insanın fikirleri gibi hisleri de eğitilmek zorunda. hisleri doğru eğitmenin saptayabildiğim kadarıyla iki veçhesi var, biri din öteki sanat. sanatı dinden, dini sanattan ayıramayız. ayırırsak, 20. asrın sanatı gibi büsbütün non-figüratif, ruhsal olarak körelmiş bir dünyadan kaçan figürsüz bir sanatla karşı karşıya kalırız.


modern sanatın filozoflarından paul klee, bakınız günlüğüne ne yazmış: "bu dünya ne denli korkunçsa sanat da (bugün olduğu gibi) o denli soyut hâle gelir; buna karşılık mutlu bir dünya gerçekçi sanatı üretir." bu manidar sözleri 1915'de, yani birinci kavga esnasında söylemiş. buradaki soyut, sanatın kendi soyutluğundan farklı bir soyut. türkçede bu ikisini birbirinden ayıracak kelime bulamadığım için abstract diyelim. diyor ki sevgili paul klee, dünya çirkinleştikçe sanat dünyadan kaçar, abstractlaşır. dünyanın çirkinleşmesinden kastı da, batıdaki maneviyattan uzak yaşamın, makineleşen insanın, teknolojiye ve savaşa köle olmuşun durumudur. teknoloji, malum savaş denen olgunun hem sonucu hem sebebidir. hani şu andaki bütün konforumuz savaşın yan sanayisidir. ağzından barışı kulağından son çıkan telefonu düşürmeyenler, üstelik bunu marifet sayanlar buyurun siz de gelin, arkanızdan konuşmuş olmayalım.

sanatsız kalan dinin derhal lümpenleşmesi konusunu ise başka zamana bırakalım. nick cave'e daha fazla ayıp olmasın. filmin başında üstat, "20. yüzyılın sonunda insan olmayı bıraktım" diyor. bakınız, yüzyıl başında paul klee'nin söylediği şeyin, yüzyıl sonundaki ifadesi... bir akşam evinden çıkıyor, şarkısını söylemeye, var olmaya gidiyor. "şarkı kahramancadır, çünkü ölümle yüzleşir." ölümüyle yüzleşmeden evvel söylediği şey de "günlerimiz sayılı, aylaklık edecek lüksümüz yok."

bu ümitvar filmin, yüksek okullarda, özellikle sanat okullarında okuyan gençlere ve dahi bizim "okumuş" davar yetişkinlere izletilmesi lazım. ihtimal, hem görsel sanatın nasıl vücut bulduğunu kavrarlar, hem de fikir işçiliğinin ne demek olduğunu; sanal meslekleri yüceltip asıl uğraşları işten saymayan çağımızda, ömrünü bu kıymetli işlere adayanların, hakiki işlere emek koyanların hâlini az buçuk anlarlar.