Okuyanın Hayatı Boyunca Bir Daha Unutamadığı Jack London Klasiği: Beyaz Diş
amerikalı ünlü yazar jack london’ın 1906 yılında yayımlanan kitabı beyaz diş, hayatımda okuduğum en iyi kitaplardan birisiydi. lev tolstoy, fyodor mihailoviç dostoyevski, maksim gorki, stefan zweig ve daha birçok yazarın kitabını okumuş birisi olarak bunu söylemek isterim ki; bu kitap, yazılan klasikler arasında en iyilerdendir. sebebini şöyle açıklamak isterim; ben doğaya ve coğrafyaya ilgi duyan bir insanım. bu kitapta da hem doğa, hem coğrafya ve üstüne üstlük biyoloji işlenmekte. dolayısıyla kitap beni içine çok çabuk aldı. öte yandan, kitabın içerisinde ihtiva ettiği o gerçeklik de hoşuma gitti. yaşanan olaylar, bu olayların gerçekçiliğe yakın olması, fanteziye kaçmayan öykülemeler gayet takip edilesi bir kitap çıkartmış ortaya. beyaz diş’in en sevdiğim yönüyse, kitabın tamamen bir teorem ve anlatı üzerine gitmesi. spoiler vermemek adına burada çok fazla yazmayacağım bu konu üstüne. spoiler bölümünde bunu daha genel olarak irdeleriz. lâkin şunu söylemek istiyorum; eğer bu kitabı okumak istiyorsanız ama bir türlü alıp almamak arasında karar verememişseniz kesinlikle bu kitabı edininiz.
şimdi ben bu kitabı hem yorumlamak, hem de doğa, bilim ve realistlik açıdan ele almak isterim
Uyarı: Buradan sonrası spoiler içerir.
beyaz diş, yaprak sayısı olarak kısa bir kitap. benim okuduğum versiyonu 258 sayfa. tabii bu basan yayınevinin puntosuna, kullandığı yazı stiline göre değişiyor. gelgelelim ki, bir kitabın klasikleşmesi için de zaten sayfa sayısının hiçbir katkısı yok. kitap, temel anlamda 3-4 parçaya bölünüyor benim için. aslında hepimizin içinde bulunduğu, sadece insanoğlunun daha farklı bir evrim sürecinden sonra, eti pişirerek yemesinden tutun, kendisinin ateş yakmasını öğrenmesine ve ellerini kullanarak bunlarla önce savaş aletleri, daha sonra da gündelik işlerini yapabileceği eşyalar icat etmesine varana kadar geçen tüm süreç aslında insanın özünü unutmasından ibaret. aslında hepimiz zaman çizgisinde yeteri kadar geriye gittiğimizde mağaralarda yaşayan, avlanan, vahşi doğanın içerisinde hayatta kalmaya çalışan hayvanlardık. dolayısıyla, bu korunaklı şehirlerimizden ve binalarımızdan çıkıp; özümüzün geldiği vahşi doğaya gittiğimizde aslında ne kadar aciz olduğumuzu anlıyoruz. bizim tek avantajımız, kitapta da beyaz diş’in gözünden bakıldığında insanoğlunun tanrısallığı olarak görülen, eşyaları kullanmak ve onlardan işimize yarayacak daha fonksiyonel faydalarda yararlanabilmek. yoksa biz gerçekten (en azından şu anki halimiz düşünülürse) doğada çok kolay bir biçimde yem olacak hayvanlarız. bu kitapta da aslında beyaz diş’in evcilleşme dönemine kadar insanoğluna hizmet etme ama bir yandan da o’na karşı bir kin besleme serüveni ele alınmış.
kitapta geçen bir söz vardı; “güçlüye itaat et, güçsüz olanı yok et!” aslında bu söz, tam olarak olmasa da, biyolojinin çalışma sistemini kabaca özetliyor. yani bunu şöyle söylersek daha güzel olur; charles darwin’in de ortaya attığı gibi güçlü olan ve çevresinin şartlarına en iyi ayak uyduran hayatta kalır. bunu gerçek hayatta da test ettiğimiz gibi; kitapta da görebiliyoruz. beyaz diş hem çok akıllı, hem çok kurnaz, hem çok güçlü, hem de çok kolay adapte olabilen bir hayvan. ve bu meziyetleri de o’nu kitabın sonuna kadar hayatta tutabildi. aslında kitapta bir döngüyü görüyoruz. her canlı doğar, büyür, genlerini aktarır ve ölür. tek göz’ün kiche ile çiftleşip beyaz diş’i meydana getirmesi ve kitabın sonunda da beyaz diş gibi kendi türüyle hiç anlaşamayan bir hayvanın bile doğa yasalarına boyun eğip “yeni yavrular” dünyaya getirmesi biyolojik olarak önemli bir vurgu yapmakta.
biz bu kitapta tamamen kendi biyolojimizi okuyoruz
içgüdülerimiz, mantığımız, oluşturduğumuz etik ve ahlaki değerler arasında dönüp duran bir yaşam içindeyiz hepimiz. kimimiz uzayda yeni araştırmalar yapacak uzay mekiklerinin programlamasını yaparken; kimimiz de çekip bir adamı vurup öldürebiliyor. her şey ince bir terazi üzerinde ve anlık verilen kararların neticeleri olarak vuku buluyor. kitap, belirli bir hiyerarşinin de vurgulamasını yapıyor. beyaz diş, kendi alanında ne kadar güçlü de olsa, kendi cüssesinden katbekat büyük hayvanlarla kapışsa ve o dövüşlerden galip de çıksa; normalde rahatça öldürebileceği insanoğlu karşısında hiçbir şey yapamıyor ve o’nu bir “tanrı” sıfatında tasvir ediyor kendi dünyasında. insanlar bir kurttan daha mı güçlü? ya da vahşi doğa şartlarına bir kurttan daha mı entegre? ya da uzun yıllardır uygarlaşmanın verdiği bir deformasyon sebebiyle kaybettiği avcılık yeteneği hâlâ kurtlardan daha mı iyi? bunların hepsinin cevabı; hayır. insanoğlu yüzyıllar boyunca birçok şeyden feragat etti ve yerine farklı meziyetler kazandı. beyaz diş’in de saygı duyduğu şeyler aslında bizim yapabildiklerimizdi. sopayı bir müdafaa hatta saldırma aleti olarak kullanmamız, ateşi çok iyi yönetmemiz ve bir hücum aleti olarak kullanmamız, ellerimizle yaptığımız türlü pratik araç-gereçler. beyaz diş çok keskin bir avcı olsa da, insandan daha hızlı ve çevik olsa da; bir sopayı eline alıp saldırma aleti olarak kullanamadığı için, kendisinden normalde daha zayıf ve aciz olan insanoğlunun karşısında bile boyun eğmek zorunda kaldı. tıpkı diğer hayvanlar gibi. işte o’nun içinde biriken kin ve bir yandan da asla ulaşamayacağı o doğaüstü olarak gördüğü güç; o’nun gözünde o kadar büyüdü ki bir yerden sonra insanoğlu yenilemez bir varlık gibi göründü gözüne.
ailesiyle yaşadığı dönem, o’nun aslında insanoğlu ile tanışmadığı ve dolayısıyla böyle bir gücün farkında olmadığı, nispeten daha adil bir kavganın hüküm sürdüğü dönemlerdi. ama hatırlamakta fayda var, beyaz diş de kendisinden çok çok daha savunmasız olan kar tavuğu yavrularına karşı aynı acımasızlık ve katil içgüdüsü ile saldırmıştı. yazımın başında belirttiğim o 3-4 farklı dönemin ikinci dönemiyse boz kunduz’un yanına geldikleri dönemdi. beyaz diş burada aslında saf bir kurt olmadığını, melez bir hayvan olduğunu öğrendi. bir köpek-kurt kırmasıydı. iki genin de özelliklerinden faydalansa bile tabii hem yatkınlık, hem baskınlık ve hem de yetişme tarzı olarak bir kurttu. yukarıda belirttiğim hiyerarşi de burada başladı aslında. öncelikle insanoğluna karşı çok tedbirli ve agresif davranan beyaz diş; kafasına yediği yumruklar, kafasına inen sopalar ile birlikte insanoğlunun etrafındaki aletleri ve kendi ellerini ne kadar iyi kullanabildiğini öğrendi. dolayısıyla güce saygısı başladı. ancak daha sonra fark etti ki, bu tanrılar arasında da bir hiyerarşi vardı. bir yerliye göre beyaz adam daha üstün ve güçlüydü. bahsettiğim bölümlerden 3’ncüsü ise burada başladı. güzel smith’in eline geçti, burada vahşi doğaya hem benzeyen hem de benzemeyen bir hayata girdi. iyice saldırgan, agresif ve vahşi bir hayvan olarak yetiştirilmeye devam etti. dövüştürüldü. tabii bu dövüştürülmek olayı şehirdeki köpekler için farklı bir kavram olsa da; vahşi doğanın içinden gelen beyaz diş için gayet tabi bir içgüdüydü. bu sebepten ötürü de karşısına çıkan rakiplerinin neredeyse tamamına diş geçirdi ve asla yenilmedi. büyük ve öldürücü yaralar aldığında ise ayakta kalmayı bildi ve vahşi doğadan aldığı o çelik gibi bünyenin faydalarını burada gördü.
beyaz diş’in yaşadığı 4’ncü bölüm de hepinizin bildiği gibi son ve ebedi sahibi olan weedon scott’ın yanına geldiği dönemdi. weedon scott karakteri üzerinden bize burada “bir hayvan ne kadar vahşi olursa olsun ya da sonradan çok kötü şartlara maruz bırakılmış olursa olsun; eğer bir el kendisine şefkatle yaklaşıyorsa, muhakkak ki boyun eğecektir. “ teorimini anlattı. tabii bu bir “teorem” bana kalırsa, sonuçta bunun vahşi doğada hangi hayvan üzerinde ne denli doğru tesir edeceğini bilemeyiz. kitaptaki anlatımı baz alacak olursam; gayet keyifli, kendi içinde mantıklı ve güzel bir parçaydı. hem okumaktan, hem idrak etmekten büyük keyif aldım bu süreci. beyaz diş gibi hem vahşi hayatın içinde büyüyen, hem de şehir hayatında büyük bir işkence gören bir hayvanın bu denli evcilleşebilmesi hoş bir ütopyaydı. beyaz diş zeki bir hayvan ve o’nu işleyen ellere göre değişiklik gösterdi. o’na işkence eden ellerin arasında bir canavara, bir ölüm makinesine dönüştü; o’na şefkat gösteren ellerin arasında da akıllı bir hayvana ve iyi bir can yoldaşına dönüştü.
kitapta beni duygusal bağlamda en etkileyen olay, kiche’nin, beyaz diş’i tanımaması ve o’na saldırmasıydı. biz insanoğlu olarak baktığımızda tabii bu olayı dramatik olarak görüyoruz ama doğada tabii aile kavramı biraz daha farklı. her canlı bir yerde kendi ayaklarının üzerinde durmak, kendi avını kendi yakalamak ve her an tetikte olmak zorunda. bizim şu anki dünyamızda artık zaruretten avlanmak gibi bir derdimiz yok. avcılık bizim artık bir hobimiz. oysa ki vahşi doğada olsaydık bunu hem de kendi icadımız olan silahlar, çok uzağı çok iyi netlikte gösteren dürbünler olmadan yapmak zorunda kalacaktık. şu an ise acıktığımız zaman yapmamız gereken tek şey markete gidip, canımızın istediğini alıp pişirmek. ne bir yemek için strateji yapmamıza gerek var, ne de bir avın peşinden kilometrelerce iz sürmemize gerek var. tabii biz bu şekilde değişmiş aile kavramımızla bu bölümü okuyunca biraz daha işe duygusal açıdan bakıyoruz.
ayrıca tarihte de “altına hücum” dönemi olarak bilinen ve yerel halk olarak orada yaşayanların kat kat fazlası bir nüfusun bir anda kaliforniya’ya gelmesine sebep olan bu dönem de kitabın olay örgüsünde önemli bir paya sahip. tam da bu dönem hakkında bir program izlememin üstüne denk geldiği için ayrıca keyif aldım kitabın bu sayfalarını okurken. bilindiği üzere, silislerin ve çeşitli kayaçların içinde bulunan ve direkt olarak belli olan altın damarlarının, insanların rahat rahat bulabileceği derinliklerde olması, yani aslında jeolojinin insanlığa lütfu olan bir dönemdir bu dönem.
Spoiler'ın sonu.
biraz uzun oldu ama bu kitap beni o kadar etkiledi ve kitabı o kadar sevdim ki hakkında yazdıkça yazasım geldi. muhakkak ki kütüphaneden, eğer imkanınız varsa da satın alarak bu kitabı edininiz ve okuyunuz. doğaya, tabiata, jeolojiye ve biyolojiye; kısacası insana ve yaşama bakış açınızı muazzam derecede değiştirecek kadar harikulade bir kitaptır bu kitap.