Ölümden Dönen COVID-19 Hastası Ekşi Sözlük Yazarının Yaşadığı Zorlu Süreç

Her ne kadar yeni normal hayatlarımıza başlayıp biraz rahatlamış olsak da COVID-19 tehlikesi tüm ciddiyetiyle devam ediyor. Bir Ekşi Sözlük yazarının yaşadığı zorlu süreç de bu ciddiyeti size tekrar hissettirecektir.
Ölümden Dönen COVID-19 Hastası Ekşi Sözlük Yazarının Yaşadığı Zorlu Süreç
iStock

yazmayı düşünmüyordum ama bazı şeylerden yazarak da kurtulabilirim. çünkü bir travmaydı benim için. insan anlatmalı. burada bu yüzden yazıyoruz. anlatmak iyidir. derdiniz orada durur ama bir şey hafifler sizde; dayanma gücünüz artar.

nereden başlamalı. tanrı ol dedi, oldu işte. oysa zaten yalıtılmış bir hayat yaşıyorum. arkadaşım yok. akrabam falan da. şok'a gidiyorum ne fazla, bilmeyen olabilir, şok bir market. bir de tenha yerlerde yürüyorum. birden hastalandım ama korona aklımın ucuna bile gelmiyor. sık grip olduğum için bu da onlardan biridir diyorum. ateş yok, öksürük yok, nefes darlığı yok. öyle yatıyorum kanepemde, natco vayld izliyorum, sırtlanlar, çitalar, antiloplar; mutlu bir şekilde yaşıyorum işte. çayım, kitaplarım ve filozoflarım var, bana ne corona'dan yazdan; bana ne covid'den borandan...

bir sabah mide bulantısıyla uyandım ve kustum ve bu diğer sabahlarda devam etti. üşüme atakları başladı. tir tir titriyorum. hastayım ben ama korona mı, aklıma bile gelmiyor, belirtiler yok, o aralar böyle belirtiler nadirdi sanırım. ya da kendime söylediğim yalanlar sayesinde hiç üstüme kondurmuyorum. halbuki ömrüm böyle geçti; bela gelir ve bulur beni. zeus şimşeklerini üstümden eksik etmez...

nisan ayıyla ilgili bir takıntım var; başıma hep bir şeyler gelir. kendi kendimi inandırdım bu lanete. geliyor da.... bir kere daha kustum ve artık hava kusuyorum. yere çöktüm, oturuyorum tuvaletin başında. gülüyorum da kendi kendime. böyle anlarda gülerim. iştah sıfır. bir şeyler ters gidiyor, arabaya atlayıp gittim. focusum benim. götürdü beni. kan ter içindeyim. o yolu nasıl gittim bilmiyorum. bir şehir hastanesi. bizim köyden büyük. acile çektim ve o korkunç manzaraları gördüm. çuvallara girmiş bir sürü sağlık personeli. hastalar. hava da günlük güneşlik. zalim nisan. o kadar bitkinim ki... şu işim bitse de eve gidip sırtlanlarıma, dokumacı kuşlarıma dönsem diye ümit ediyorum. hemen triaja aldılar beni. ateşim yok. iyi. benim zaten hiçbir şeyim hemşire hanım, biraz hastayım sadece...

doktor lakayt bir oğlan. ağzının ucuyla konuşuyor, ne dediğini anlamıyorum. kan ve röntgen istedi. gittim çektirdim. öğleden sonraya kaldı. sabır. gidip bir banka çöktüm. uyukladım. güneş iyi geldi. tamam oğlum bulantı da geçti. en geç dörtte evdesin. sonuçlar çıktı. doktora gittim. oturacak yer yok ve yere çöktüm. daha doğrusu yığıldım . dilenci gibi. bana bakıyor gelip geçenler. halim yok. nefes nefeseyim. doktor geldi. benim sonuçlara bakınca güldü, ve evveeyt dedi. noldu dedim. korona görünüyor dedi. çok mu mutlu oldunuz...dedim. bozuldu. beni gözlem odasına gönderdi. yürü, yürü, yürü. hastane değil labirent, biz de ölümlü sıçanlarız. gittiğim yerde burası size uygun değil dedi bir hemşire. zaten hayatım boyunca kendime uygun yer bulamadım. buraya ağır vakalar geliyor, dedi. yaşlılar, kronik hastalıkları olanlar... aslında ben de ağır bir vakayım bir bilseniz! yine yürü. sonunda bir yer beni kabul etti. on- on beş kişilik bir gözlem odası. uzandım yatağa. burada bir saat kaldım. başımda kapkara bir ağrı başladı. kemiklerim acıyor. ama neyse yatak var. uzandım. bekliyorum. anladım işte. hiçbir şey düşünemiyorum. düşünmek için bile sağlam kafanız olması lazım. sadece uzandım. babamı hatırladım, hayır benim tohumumu eken adamı değil, başka bir babamı. tepene atom bombası atılsa zıplamayacaksın. mütevekkil ol. oldum. tanrım. senin elindeyim. hep öyle değil misin zaten dedi içimdeki sesi. keder yoktu. kendine acıma veya öfke yoktu. sadece tevekkül. katlanış. kabullenme...

ikinci saate doğru bana yatış verdiler. yollar yürüdük yine. koridorlar, asansörler... biz yarım manga vebalı ordusu, başımızda ss ler gibi iki sağlık personeli. hücrelerimize götürüyor. nefes nefese kalan yarım mangalık ölüm timi. yahudiler geldi aklıma. nasıl da kuzu kuzu gidiyorduk. en son ben kaldım.

sonunda yukarı katlardan birine getirdiler. adım okundu, iki doktor hanım vardı, işimi sordular, yaşı, şikayetlerim. ooo dedi genç hanım doktor, çok yoğun.. .vay amk. dedim içimden, tamam anladık, yolcuyum. yatacağım ama pijamam arabada kaldı. olmaz diyor genç hanım doktor, gidemezsiniz. niye diyorum, yasak diyor. nasıl yatacağım diyorum pantolonla mı. bir yakınız getirir diyor. yakınım yok diyorum. var ama ben çağırmam. o halimle diller döktüm ve ikna ettim. doktor benimle geldi. sohbet ettik. hastaların kaçmasından o kadar çok korkuyorlardı ki... çok kaçan varmış. yani dedim gerizekalı mıyım, niye kaçayım...

`koluma 'yahudi' olduğumu belirten bir bilezik taktılar`. işim bitikti. odama girdim ve çile başladı. kendime ait bir oda. daha ne istiyorsun allahtan belanı mı.

bu bile benim için mutluluk sebebi. tv var. garfield, 'bir erkeğin en iyi dostu televizyondur.'' demiş. katılıyorum . hemen serumlar geldi...

sonrası acılı yirmi gün... anamdan emdiğim süt burnumdan geldi. ilk gecem muhteşemdi. ateş, inanılmaz kemik ağrıları, diplere doğru çekildiğimi hissettim. ölüm döşeğine yatan hastaların ne hissettiğini anladım, sanki bütün bedenim on ayrı parçaya ayrılmıştı ve her biri on ayrı şekilde acı çekiyordu. ağzımın içi kupkuru. susadım su yok. kalkacak halim yok. sonra süt ve su getirdiler. sabaha kadar o sütten beş dakika da bir minik yudumlar aldım. ateşim çıktı. ve mide bulantıları geldi. ama ne gelme. sabah kalkıyorum ve evdeki gibi yere çöküp tuvalete kusuyorum. başımı tuvalet aksamının serin yerlerine dayıyorum. bu kusmanın en acı tarafı, tuhaf, yıkıcı bir kokuyla geliyorum demesiydi. o kokuyu hayatım boyunca unutmayacağım. ölüme benzer bir şey. ölümün ne olduğunu bilmiyorum ama bu kokuda ona benzer bir şey var.

kusma ve ishal. aynı anda. hemşireler korka korka yaklaşıyor. maskenizi takın lütfen diye bağırıyorlar odaya girmeden önce. bu sesi yirmi gün, gece - gündüz duydum. maskeniz takılı mııııı? evet demeye halim mecalim yok. orangutan gibi ses çıkarıyorum.

ilk on gün ağzıma hiçbir şey koyamadım. kustum kustum kustum. hayat dolu bir doktor hanım vardı. geliyor nasıl oluğumu soruyor, bana gidişatım hakkında bilgiler veriyor. anlıyorum ki durumum parlak değil.

size çin'den gelen bir ilacı kullanıyoruz dedi. hassiktir, bir deney hayvanı mı oldum diyorum.

sonra günde on beş civarında ilaç almaya başladım. serumların biri bitiyor biri başlıyor. her gün röntgen. devasa cihazlar gelip ciğerlerimi çekiyor. hemşireleri ayırt edemiyorum hepsi kalın ve boğucu kıyafetler içinde, sadece seslerini duyuyorum, sadece teşekkür ediyorum, durmadan teşekkür ediyorum, çok mahcubum, suçlu hissediyorum kendimi. enfeksiyon doktoru gidiyor, kardiyolog geliyor, bir ilgi bir ilgi, abartmıyorum ve şaka da yapmıyorum, ömrümde bu kadar ilgi görmedim. geceleri karanlık düşler, ömrü hayatımda gördüğüm en korkunç kabuslar. anlatamam. yani kelimelere dökemem, dökersem o vahamet duygusu yiter. ağrı... ağrı... ağrı....bütün kemiklerim özellikle kafa tasım çatlıyor.

tv bozuldu sonunda. gündüzleri dinliyorum en azından.uyukluyorum. ilaçlar geliyor, serumlar kolumda gece boyu kalıyor. sonra o koku. kusmaya gidiyorum. pencereden karşı tepede üç çam ağacı tesellim oldu. gün boyu onlara bakıyorum. yağmurlar yağıyor, sesini dinliyorum. sonra yine acı. sabah akşam damar yolu tıkanıyor ve yeniden deliyorlar beni. bir keresinde kılcal damarlarımdan kan aldılar. ben hayatımda böyle bir acı yaşamadım. beş dakika ömür gibi geldi. neyse ki adam becerikliydi ve işi çabuk bitirdi. çünkü ileride bunu daha acılı bir biçimde yaşayacaktım...

bir sabah kustum yine, yatağa döndüm. nefes nefeseyim. hayır, nefes alamıyorum. cesare pavese nefes darlığınız yoksa acı çektim demeyin diyordu günlüğünün bir yerinde. tuvalete bile gitmek artık zor. burnuma bir şey soktular ve oksijen verdiler. artık her şey daha da güçleşti. maske, burnumdaki zımbırtılar, aldığım ilaçlar, kolumdaki serumlar. kemik ağrılarım, öksürük başladı sonra.

bana acı veren bir diğer şey de o monitörün sesiydi. nefes alma oranınız, nabzınızı ölçen bir alet. her 'dıt'lamasında bir acı gongu iniyordu vücuduma. kabuslara karışıyordu o ses. sonradan doktor hanım onu dışarı alalım dediğinde, bırakın dedim, alıştım sesine... bıraktılar.

sanırım öleceğim dedim. yaşadım mı ben! hayır, keder değildi hissettiğim. bitsin de gidelim havasındaydım sanırım. işte böyle oluyor. baban gibi, diğer herkes gibi... sen ölürken bahar ilerliyor, yağmurlar yağıyor, insanlar evlerinde çocuklarını seviyor, ergenler cep telefonlarıyla oynuyor, birileri dizi izliyor, ekşi'de yazı yazıyor bazıları, kimi aşk acısı çekiyor, kimi işsiz, ünlüler yeni bir aşka yelken açıyor, her gün fahrettin koca ölenleri, iyileşenleri açıklıyor.

bir istatistiksin sen sayı. yüzdede bir değer. demek öyle oluyor bu işler... demek sen ölürken hayat devam ediyor.

sen özel değilsin. sen sıradansın. sinekler gibi... gerçek bu...

hemşire dedi ki, tedaviye yanıt vermiyorsunuz, ağzın dan kaçırdı herhalde. farkındaydım. kötüydüm yani. doktorum hayat dolu ama, her sabah gelip bana bakıyor. neden böyle depresifsiniz diyor. saçınızı sakalınızı kestirin. sevdiklerinizi arayın. ulan ölüyorum amk. ölüyorum. gözlerimi açamıyorum, nefes alamıyorum. ne depresyonu... ne tıraşı... bir hasta bakıcıya terlik aldırdım. bu da mutlu etti beni. leş gibi kokuyorum. aynaya baktığımda bir ceset gördüm. mağara adamlarına dönmüşüm.

doktor yüz üstü yatmamı söyledi. günlerce öyle yattım. sabah oluyor, öğle, ikindi ve yine akşam... tanrım. hani sen 'incitmezdin.' pascal öyle diyordu acılar içinde dua ederken. sen ki çocukların acısına bakmıyorsun, benim gibi bir leşe mi acıyacaksın sevgili tanrım.

geceleri ağrı bütün bedenime vururken, bir oyun oynamaya başladım. çocukluğumun güzel anlarını bir film gibi izliyorum. o kadar renkli ve canlı ki. sanırım acı ruhun gözlerini açıyor, beden yıkıldıkça ruh ışıyor. teselli oldu inanın. karşı tepedeki çam ağaçları da, yağmurun durup durup başlaması...

iki de bir çarşafım kan içinde... hemşireler sabah akşam kan alıyorlar benden ve bazen kazalar oluyor. leş gibiyim. kendimi suçlu hissediyorum. vebalı. cüzamlı... azınlık psikolojisini anladım o anlarda.

sesim gitti bu arada. ölüme yakın insanların sesi zayıflar ya...

üzgün değildim. hayır. sadece acı bitsin istiyordum. ölüm çok zordu. ölümün edebiyatını yapmak kolay olsa da. bir savaş meydanında kılıçla deşilmek çok daha yumuşak bir geçiş sayılırdı, ya da bir mayınla havaya uçmak, bir 'an'sın sadece, oysa yatakta yavaş yavaş çürümek korkunçtu. elinde kılıçla birileri seni doğrarken valhalla'ya gitmek çok daha kolaydı..

savaş ve barış'taki prens andrey geldi aklıma. yerde yatarken yıldızlara bakıyordu hani... bense çiğ beyaz ışığın altında bekliyordum...

doktorum bi sabah geldi, seni yoğun bakıma almayı düşünüyoruz dedi. başka bir tedavi uygulayacağız. çile daha da ağırlaşacak...

uzatmayayım. durumu olmayanlar okumasın tabi ki. günlerce yüz üstü yattım. tv her gün bozuldu. abi dedi görevli bir çocuk, fişi çıkart tak, her gün elimde serumlar bunu yaptım. tv sadece belli kanallar var. atv'nin tüm yan şubeleri. dini kanallar. bi de ramazan. trt'den midem bulandı. sadece trt müzik ve trt belgesel izledim. daha doğrusu dinledim. arşiv programları çocukluğuma taşıdı beni yine... her akşam aynı oruç muhabbeti, her gece aynı konular, orucun ne kadar sağlıklı bir şey olduğu... falan. ölüyordum ve bu anlatılan dinle hiçbir ilgimin kalmadığını hissediyordum. sadece benim kendi dinim ve kendi tanrım vardı... köylülerin saçmalıkları artık mide bulantısından bile kötüydü...

bu kadar acının ne anlamı var diyordum tanrıma...

neden...neden..neden... ne istiyorsun... halime bak. ...

bazen gözlerim yaşarıyordu...

tırnaklarım uzadı. saçlarım yağlandı. leşe dönüştüm. allah'tan hemşirelerin koku alma gibi bir durumları yoktu. her gün onlarca ilaç... serum..yüz üstü yatmak. on kilo verdim. aynada yirmi sene önceki bedenime bakıyordum sanki... zavallı çocuk... gün görmedin dedim, kendine acımak harika bir duygu...

sonra tanrı sesimi duydu. ağrılarım azaldı. on beş günün sonunda burnum yara bere içinde oksijen almayı bıraktım. doktor sevinçle geliyor, vazgeçtik diyordu. nihayet yanıt alıyoruz. kanın iyi, röntgenler de.

bir şeyler yemeye başladım. tv izliyorum artık ve yine yağmurlar yağıyor, pencereyi açıp seyrediyorum. çam ağaçları rüzgarda o kadar güzel sallanıyorlar ki...

yaşayamıyordum; ölüm de almıyordu beni... kavafis in miydi öyle bir şiiri vardır, nereye sığınacağım ben diyordu.

senin gözlerinden başka....

ve yağmur o kadar güzeldi ki.

çamlar devam etti diyordu sanki... devam et!

son gün kılcal damardan kan aldılar. kolum kesildi sandım. gözlerimden yaş aktı. soğuk soğuk terledim.ben böyle bir acı görmedim.

yirmi gün... bitti. geçti her şey... kelimeler ne kolay tanrım...

bir ay kendime iğne yaptım sonra. başım sıkışırsa seppuku bile yapabilirim artık

arslanlarıma, zürafalarıma, kanepeme, leoparlarıma, kitaplarıma... geri döndüm...

iyiyim. doktor ve hemşireler, hasta bakıcılar, temizlikçiler ... minnettarım hepinize... bunu defalarca kendilerine de belirttim... yirmi gündür beni bekleyen focusuma atlayıp güneşin battığı yöne doğru sürdüm...

yaşantı yazılmıyor. çekiyorsunuz ve katlanıyorsunuz... bütün bunlar zihnime o kadar derin kazındı ki... bundan üç yüz sayfalık roman bile çıkar... ama kişisel acıların ne önemi var. hiç... sizin için kelimeler kelimeler kelimeler.... ama başkaları ölürken de senin için farklı mıydı...

şöyle dedim kendime... kişisel gelişim gibi kolay sözler: sadece bir an'sın... bütün hikayen bu. aptalca dertlerinizi büyütmeyin. saplanıp kalmayın bir şeye. değmez. nefret ve öfke, mal mülk... amaç olamaz. bir an'ın içindeyiz... istatistikte bir değer... gölge... gelip geçen bir şey...egolarımız öyle budalaca ki...

demesi kolay... hikayem bu. koronanın şakaya gelir yanı yok... sağlıklı günler dilerim hepinize.

Dünyada Milyonlarca İnsanın Ölümüne Neden Olan Salgın Hastalıklar