Siyasetin Her Köşesine Nüfuz Eden Küresel Petrol Kartelinin Karanlık Tarihi

Exxon, Mobil, Shell, BP, Texaco, Chevron ve Gulf’tan oluşan “Yedi Kız Kardeşler”in gizli anlaşmalar, darbeler ve lobicilikle şekillendirdiği küresel petrol kartelinin karanlık tarihi, dünya ekonomisini ve siyasetini bir ahtapot gibi sarmaladı.
Siyasetin Her Köşesine Nüfuz Eden Küresel Petrol Kartelinin Karanlık Tarihi

yukarıda görülebilen, 1904 tarihli bu ünlü siyasi karikatür, standard oil şirketini kollarını sanayiye ve devlet kurumlarına sarmış bir ahtapot olarak betimliyor. bu sembolik çizim tesadüf değildi; petrol baronları dünya ekonomisinin ve siyasetinin her köşesine nüfuz etmişti. “yedi kız kardeşler” olarak bilinen ve exxon, mobil, shell, bp, texaco, chevron ve gulf şirketlerinden oluşan yedi dev, 20. yüzyıl boyunca küresel petrol endüstrisini perde arkasından yöneten bir kartel haline geldi. bu yazıda, söz konusu kartelin gizli doğuşunu, dünyaya yayılışını, ortadoğu ve afrika gibi bölgelerde kaynakları nasıl sömürdüğünü, çıkarları uğruna orduları ve darbeleri nasıl kullandığını, şirketlerin tekelleşme serüvenini ve elektrikli araçlar ile yenilenebilir enerjiye karşı yürüttükleri direnişi göreceğiz.

gizli toplantı ve petrol kartelinin doğuşu

her şey 1928 yılının ağustos ayında iskoçya’nın achnacarry şatosu’nda yapılan gizli bir buluşmayla başladı. bir amerikan (standard oil temsilcisi walter teagle), bir ingiliz (anglo-persian oil company yöneticisi sir john cadman) ve bir hollandalı (royal dutch shell kurucularından henri deterding) petrol patronu, ulu orta basından ve kamudan gizlenmiş bir av partisi bahanesiyle bir araya geldiler. bu toplantıda achnacarry anlaşması adıyla anılan gayriresmî bir pakt ortaya çıktı. anlaşmaya göre dünya petrol piyasasını “aslan payıyla kardeşçe paylaşmak” için rekabeti asgariye indirme kararı alındı; üretim bölgeleri, nakliye maliyetleri ve satış fiyatları konusunda ortak hareket edilecekti. hiçbir imza atılmadan, sadece centilmenlik sözüyle mühürlenen bu sır anlaşma, modern petrol kartelinin doğuşunu müjdeledi. bu üç şirket – royal dutch shell, standard oil (exxon’ın selefi) ve anglo-persian (bp’nin selefi) – kısa sürede diğer büyükleri de yanına alarak “yedi kız kardeşler” olarak anılacak olan devler kulübünü oluşturdu. italyan enı şirketinin efsanevi yöneticisi enrico mattei daha sonra bu kapalı güç birliğine alaycı bir şekilde “yedi kız kardeşler” lakabını takacaktı, zira bu şirketler dünya petrolünün neredeyse tamamını bir aile gibi yönetiyorlardı.

bu kartelin temelinde, john d. rockefeller’ın kurduğu standard oil şirketinin mirası yatıyordu. standard oil, 1911’de tekelcilik karşıtı yasalara takılıp parçalanmış olsa da rockefeller, türeyen şirketleri perde arkasından kontrol etmeyi sürdürdü. işte bu “bölünmüş ama bir” standard oil varisleri (exxon, mobil, chevron, amoco vb.) ile shell, bp, texaco ve gulf gibi diğer büyükler birleşince, küresel petrol arzının büyük kısmını zımni bir anlaşmayla kontrol eden bir oligopol ortaya çıktı. 1928 achnacarry anlaşması dünya petrol düzenini kökten değiştirdi; fiyatlar ve üretim kotaları bu birkaç şirketin çıkarına göre ayarlanmaya başlandı. özetle, dünya çapında petrol “kimden alınır, kaça alınır” sorularının cevabı, iskoçya’daki bir av partisi sonrasında bu yedi şirketin gizli ajandasına göre belirlenir hale geldi. kulağa komplo teorisi gibi geliyor, değil mi? ancak belgeler ortada: bu gerçekten de yaşandı, üstelik etkileri neredeyse bir asır sürdü.

orta doğu’yu paylaşmak: sömürü, anlaşmalar ve müdahaleler

kartel kurulur kurulmaz rotasını ortadoğu’ya çevirdi. birinci dünya savaşı’nın ardından imzalanan sykes-picot anlaşması ve san remo antlaşması ile ingiltere ve fransa, osmanlı’nın petrol zengini topraklarını aralarında bölüşmüştü. amerikan şirketleri ise bu paylaşımın dışında kalınca öfkelenmişti. çözüm, ermeni petrol girişimcisi calouste gulbenkian’dan geldi. gulbenkian, bir harita üzerinde osmanlı’dan kalan orta doğu topraklarını kapsayan bir “kırmızı hat” çizerek, bu hattın içindeki petrol sahalarında rekabet etmeme koşulunu büyük şirketlere kabul ettirdi. 1928’de imzalanan red line agreement (kırmızı hat anlaşması) ile ortadoğu petrolünü işletmek üzere ıraq petroleum company (ıpc) adında ortak bir şirket kuruldu. ıpc’nin ortakları arasında bp (o zamanki adıyla anglo-persian), royal dutch shell, standard oil’in bazı kolları (exxonmobil’in öncülleri) ve fransız compagnie française des pétroles (sonradan total) vardı. gulbenkian kendisine her anlaşmadan %5 “komisyon” alacak şekilde anlaşmaya dahil olup “bay beş kuruş” lakabını kazandı. bu düzenlemeyle ortadoğu’daki bilinen petrol rezervlerinin tamamı fiilen yedi kız kardeşler’in kontrolüne girdi.

ortadoğu ülkelerinin payına düşense bir parça royalti ve bolca sıkıntıydı. örneğin, ingiltere ile anlaşması olan iran (o zamanki adıyla persiya), bp’nin atası anglo-persian oil company’ye petrol imtiyazı vermişti. iran halkı kendi petrollerinden neredeyse hiç gelir elde edemezken, anglo-persian şirketi ve britanya devleti köşeyi dönüyordu. iran başbakanı muhammed musaddık, bu düzene başkaldıran ilk liderlerden biri oldu. 1951’de musaddık, anglo-ıranian oil company’i (bp) millileştirerek iran petrolünü devletleştirdiğini ilan etti. bu karar “yedi kız kardeşler”den bp’nin çıkarlarına ağır darbe vuruyordu. sonuçta ne mi oldu? hemen ekonomik ambargo ve tehditler devreye girdi: ingilizler iran’ı abluka altına aldı, 3.000 kadar ingiliz petrol teknisyeni ülkeyi terk etti ve petrol üretimi durdu. daha da “ikna edici” bir çözüm olarak ingiltere başbakanı churchill, abd’den gizli yardım istedi ve cıa ile mı6 ortaklığında ajax operasyonu kod adlı bir darbe planlandı. 1953’te cıa’in kermit roosevelt’in koordinasyonunda gerçekleştirilen darbeyle musaddık devrildi; yaklaşık 5.000 musaddık yanlısı öldürüldü, musaddık tutuklanıp yargılandı ve yerine şah rıza pehlevi yeniden tahta oturtuldu. iran’da demokrasiye vurulan bu darbeyle bp yeniden pastadan pay alırken, abd şirketleri de ilk kez iran petrolüne ortak oldular. yani “yedi kız kardeşler”, bir ülkenin hükümetini devirmek için iki süper gücün istihbarat örgütlerini seferber edebilecek kadar etkiliydiler – komplo teorisi değil, tarihi gerçek!

benzer şekilde, suudi arabistan ve körfez ülkeleri de bu kartelin ilgi alanındaydı. suudiler petrol keşfetmek için önce anglo-amerikan şirketlerine başvursa da en büyük keşfi 1938’de amerikan standard oil of california (socal, sonradan chevron) yaptı. suudi arabistan’da kurulan aramco konsorsiyumu, dört büyük abd şirketini (exxon, mobil, chevron, texaco) suudi petrolünün işletmesine ortak etti. uzun süre suudi arabistan, kuveyt, katar gibi bölgelerde petrol gelirlerinin aslan payı yabancı şirketlere gitti; yerel halk ve idareciler daha ziyade kırıntılarla yetinmek zorunda kaldı. hükümdarlar ve şeyhler, petrol imtiyazlarını güvence altına almak için bu şirketlerle ve onların hükümetleriyle yakın ilişkiler geliştirdi. örneğin, suudi arabistan’ın kralı abdülaziz, aramco ortaklarıyla kazan-kazan ilişkisi kurarken ülkesinde amerikan askeri varlığını kabullenmişti. çünkü petrol akışı ancak “güvenlik” sağlanırsa devam edecekti – bu güvenlik de çoğu zaman ya doğrudan askeri koruma ya da gerektiğinde müdahale tehdidi anlamına geliyordu.

ortadoğu’da petrol akışını garantiye almak için askeri güç kullanımının bir diğer örneği de 1956 süveyş krizi idi. mısır lideri cemal abdül nasır, süveyş kanalı’nı millileştirince britanya ve fransa hiddetlendi; israil ile birlikte mısır’a saldırdılar. süveyş çıkmazı sonunda abd ve sovyetlerin baskısıyla işgalciler geri çekilmek zorunda kaldı ve nasır siyasi zafer kazandı. fakat bu arada kanal kapandığı için petrol sevkiyatı aksadı ve küresel petrol fiyatları zıpladı – sonuç, yedi kız kardeşler için beklenmedik bir kâr patlamasıydı. hatta şirketler bu dönemde oluşan ekstra geliri dev tanker filoları kurmak için kullandılar; süveyş yerine ümit burnu’nu dolaşacak süper tankerler inşa edildi. görünen o ki, bir bölgede siyasi kriz çıkması bile sonunda petrol devlerine yarayabiliyordu. nasır, arap milliyetçiliğinin simgesi olarak parladı ama kazanan yine şirketler oldu – kriz sayesinde petrol fiyatları yükselmiş, yedi kız kardeşler kasalarını doldurmuştu.

1960’lara gelindiğinde ortadoğu ve çevresindeki üretici ülkelerde sabır taşı çatlamak üzereydi. 1960’ta ırak, iran, kuveyt, suudi arabistan ve venezuela bir araya gelerek opec’i (petrol ihraç eden ülkeler örgütü) kurdular. bu hamle, yedi kız kardeşler’in onlarca yıllık tekeline karşı bir başkaldırıydı. opec’in hedefi, petrol ihraç eden ülkelerin birlikte fiyat belirlemesi ve pazarlık gücünü artırmasıydı. başlangıçta batı dünyası ve petrol şirketleri opec’i ciddiye almadı, hatta küçümsedi. amerikan yönetimi bazı müttefik ülkelere opec’e katılmamaları için baskı yaparken, şirketler uzun süre “opec” kelimesini dillerine bile dolandırmadı. ne de olsa o yıllarda hala petrol kaynaklarının çoğu üzerindeki fiili kontrol ellerindeydi ve üretici ülkeler arasındaki birlik, onlara göre uzun ömürlü olamazdı.

ancak 1970’lerde rüzgar tersine dönmeye başladı. 1973 yom kippur savaşı sonrasında arap opec üyeleri, batı’nın israil’e desteğine tepki olarak petrolü bir silah gibi kullanmaya kalktılar: abd ve bazı ülkelere petrol ambargosu uygulandı, opec petrol fiyatlarını hızla yükseltti. dünya bir enerji krizine girmiş, benzin kuyrukları oluşmuş, batılı ekonomiler sarsılmıştı. kağıt üstünde bu durum, yedi kız kardeşler için bir kabus gibiydi – nihayet “sömürülenler” masaya yumruğunu vuruyordu. fakat işin aslı biraz daha karışıktı: sonradan ortaya çıkan analizlere göre 1973 petrol krizi aslında büyük ölçüde şirketlerin işine yaradı. nasıl mı? petrol fiyatları dört katına çıkınca exxon, shell, bp gibi devlerin kârları uçuşa geçti; exxon o yıl gelirlerini ikiye katladı. yükselen fiyatlar, şirketlere yıllardır planladıkları ancak pahalı olduğu için erteledikleri kuzey denizi gibi zor bölgelerde petrol arama işini finanse etme olanağı verdi. nitekim tam da bu dönemde kuzey denizi’nde ve meksika körfezi’nde yoğun aramalar başladı. yani arap ülkelerinin “zaferi”, uzun vadede kartelin küresel çeşitliliğini artırmasına fırsat tanıdı. bir orta doğulu petrol bakanının dediği gibi, opec üyeleri savaşı kazandıklarını sandılar ama savaşı aslında kaybettiler; yüksek fiyatlar şirketlerin yeni sahalara yayılmasına, petrol dışındaki alternatiflere yatırım yapmasına yaramıştı. “komplo” demeyelim de ne diyelim? kriz, kimin oyunuydu tartışılır ama faturayı ödeyen tüketiciler, kazanan yine petrol şeyhleri ve patronları oldu.

afrika’dan latin amerika’ya: kara altının yeni cephesi

opec’in yükselişi ve ortadoğu’daki kaynakların millileşmesiyle birlikte, yedi kız kardeşler gözlerini yeni coğrafyalara çevirdi. 1960’ların sonunda dünya petrol rezervlerinin %85’ini kontrol eden bu şirketler, bugün doğrudan rezervlerin sadece %10’una hükmediyor; zira çoğu ülke petrolünü devletleştirdi veya ulusal şirketler kurdu. ancak rezerv kontrolü azalırken bu devlerin teknoloji, sermaye ve pazarlama gücü sayesinde nüfuzu devam etti. özellikle afrika bir sonraki büyük hedef oldu: uzun süre sömürgecilik ve kölelikle yağmalanan afrika, 20. yüzyıl ortasından itibaren petrol nedeniyle de yeni bir sömürü düzenine maruz kaldı. nijeryalı bir akademisyenin ifadesiyle, “batı dünyası tarım devrimini yaparken enerjisini afrika’dan köle olarak alınan insanlarla sağladı; sanayi devriminde afrika’dan palm yağı gibi hammaddeler çekip kullandı; şimdi de afrika’nın damarlarındaki kanı, yani petrolü emiyorlar. bu sömürü döngüsü farklı biçimlerde hala sürüyor” diyerek durumu özetlemişti. ne yazık ki bu acımasız düzen, afrika’nın birçok yerinde kanlı çatışmalarla iç içe geçti.

örneğin nijerya, afrika’nın en büyük petrol üreticisi olarak yedi kız kardeşler’in erkenden üs kurduğu bir ülkeydi. ingiliz sömürgesi altında iken 1956’da shell nijerya’da ilk petrolü buldu; 1960’ta bağımsızlık geldiğinde bile ülkenin petrol sektörü çoktan shell ve bp’nin kontrolündeydi. 1967’de nijerya’da etnik ve bölgesel gerilimler patladı. petrolün büyük kısmının çıktığı güneydoğudaki biafra bölgesi ayrılık ilan edince kanlı bir iç savaş başladı. bu iç savaşta fransa, kendi ulusal petrol şirketi elf aracılığıyla biafra’yı silahlandırdı; maksat britanya destekli merkezi hükümete ve dolayısıyla bp-shell ikilisine darbe vurmaktı. yani bir bakıma bp ve shell’e karşı elf ve total gibi fransız şirketlerinin rekabeti, nijerya iç savaşı’nı körükleyen etkenlerden biriydi. sonuç: milyonlarca sivil açlık ve çatışmalarda öldü, savaş bittiğinde nijerya yeniden birleşti ama petrol pastası artık uluslararası paylaşım sahnesine fransızları da dahil etmişti.

savaş bitse de nijerya halkının derdi bitmedi. delta bölgesinde petrol çıkaran şirketlerin (başta shell) çevreye verdiği tahribat ve yerel halka fayda sağlamadan petrolü sömürmesi büyük tepkilere yol açtı. ken saro-wiwa adlı çevre aktivisti ve yazar, ogoniler’in lideri olarak shell’i ve nijerya’daki askeri diktatörlüğü açıkça eleştiriyordu. saro-wiwa, shell’in diktatör general abacha ile kirli bir işbirliği içinde olduğunu, petrol gelirlerinin ufak bir elit dışında kimseye yaramadığını cesurca dile getirdi. organize ettiği barışçıl protestolar öyle etkili oldu ki, bir ara shell tesislerinde üretimi durdurmak zorunda kaldı. peki shell ne yaptı? iddialara göre shell yönetimi, hükümete baskı yaparak bu protestoların güç kullanılarak bastırılmasını talep etti. 1990’lar nijerya’sında bu talep emir telakki edildi: gösterilere müdahale eden ordu ve polis yüzlerce sivili katletti; saro-wiwa tutuklandı ve göstermelik bir mahkeme sonucunda idama mahkum edildi. 10 kasım 1995’te ken saro-wiwa ve beraberindeki 8 aktivist asılarak idam edildi. uluslararası toplum dehşete kapıldı; shell’e karşı büyük boykot çağrıları yapıldı. sonradan ortaya çıkan belgelerde shell’in bu infazlara zemin hazırlayan süreçte nijeryalı yetkililerle işbirliği yaptığı ileri sürüldü. belki şirket yöneticileri doğrudan “asın bunları” dememişti ama “kirli işi” devletin yapmasına göz yumdukları, hatta cesaretlendirdikleri anlaşıldı. kısacası afrika’da petrol uğruna katliamlar yaşandı ve yedi kız kardeşler’in bazıları bu kara sayfalarda başroldeydi.

afrika’nın diğer bölgelerinde de benzer hikayeler yaşandı: angola ve mozambik’te petrol ve gaz rezervleri, soğuk savaş bahane edilerek iç savaşlara finansman oldu; süper güçler ve onların petrol şirketleri farklı tarafları silahlandırdı. libya’da kaddafi 1969’da iktidara gelip petrolü millileştirdiğinde, yedi kız kardeşler bir süre onu “istenmeyen adam” ilan ettiler. ancak 2000’lere gelindiğinde batılı şirketler tekrar libya’ya döndü – ne de olsa büyük rezerv vardı ve kaddafi’yle pazarlık yapıp pastadan pay almak çıkarlarına uygundu. hatta bu uğurda geçmişin düşmanlıkları bir kenara bırakıldı, ticaret uğruna ilginç ittifaklar kuruldu (örneğin bp ve shell, 2004’te libya ile anlaşmalar imzalayarak yaklaşık 30 yıl aradan sonra ülkeye geri döndü). “iş işte, ne yapalım” deyip dünya barışı için değil belki ama petrol barışı için kadeh kaldırdılar.

tekelleşme, birleşmeler ve bitmeyen güç mücadelesi

yedi kız kardeşler’in hikayesi, sadece ülkelerle değil birbirleriyle olan güç mücadelesini de içeriyor. 20. yüzyılın sonunda petrol piyasasında yeni bir dalga esti: birleşme ve satın almalar. küresel rekabet artık sadece bu yedi şirket arasında değildi; devlete ait petrol şirketleri (saudi aramco, gazprom, vs.), yeni büyük özel şirketler (total, enı, conocophillips vs.) sahneye çıkmıştı. bunun üzerine 1990’larda yedi kız kardeşler’in mirasçıları, güçlerini konsolide etmek için birbirlerini yemeğe başladılar. 1999’da exxon ve mobil birleşerek exxonmobil oldu, böylece rockefeller’ın standard oil’inin iki kolu tekrar tek çatı altında birleşti. 2001’de chevron, texaco’yu yuttu; zaten chevron daha 1980’lerde gulf oil’i satın almıştı. bp ise amerikan amoco ve arco şirketlerini bünyesine katarak büyüdü. sonuçta orijinal “yedi kız kardeş”, yeni binyıla gelindiğinde kabaca dörde indi: exxonmobil, chevron, bp ve shell artık petrolün big four süper güçleri olarak anılmaya başladı. tabii total, enı, conocophillips gibi sonradan gelenlerle birlikte bugünün petrol devleri “süper büyükler” (supermajors) adıyla anılıyor. ama işin özünde, düne kadar yedi tane olan tekelci güç, bugün daha da az sayıda ama daha da güçlü bir şekilde varlığını sürdürüyor. aralarındaki rekabetten ziyade çıkar birliği hala baskın; zira pastanın büyüklüğünü korumak hepsinin ortak derdi.

tekelleşmenin bir boyutu da bu şirketlerin devletlerle kurduğu girift ilişkiler. özellikle abd’de petrol şirketleri ile hükümetler arasındaki dönme kapı (revolving door) uzun zamandır meşhur. mesela 2000’lerde george w. bush yönetimi adeta bir “petrol kulübü” gibiydi: başkan bush’un kendisi eski bir petrolcüyken, yardımcısı dick cheney halliburton adlı petrol hizmetleri şirketinin ceo’luğundan geliyordu, ulusal güvenlik danışmanı condoleezza rice ise chevron’un eski yönetim kurulu üyesiydi. washington post o dönemde beyaz saray’daki enerji politikası çalışma grubunu “tam bir gizli cemiyet” olarak tanımladı; zira toplantıları kapalı kapılar ardında yapılıyor ve yönetim, petrol endüstrisinin adeta bir uzantısı gibi hareket etmekle suçlanıyordu. bu durum, yedi kız kardeşler’in neden on yıllarca dokunulmaz kaldığını açıklıyor: onlar için iyi olan, süper güçler için de iyi kabul edildi (en azından karar alıcılar böyle olduğuna ikna edildi). amerikan dışişleri’nde, ingiliz diplomasisinde petrol şirketlerinin çıkarları çoğu zaman ulusal çıkar sayıldı. haliyle, şirketlerin çıkarına tehdit oluşturan liderler “düşman”, ülkeler ise “haydut” ilan edilebildi.

bunun çarpıcı bir örneğini 2003 ırak savaşı sürecinde gördük. 11 eylül 2001 saldırıları sonrası teröre karşı savaş ilan eden abd yönetimi, ırak’ı kitle imha silahları bahanesiyle hedef aldı. halbuki pek çok gözlemciye göre ırak’ın dünyanın ikinci büyük petrol rezervine sahip oluşu, bu savaşın gizli ajandasının başında geliyordu. nitekim mart 2003’te abd işgali başladığında amerikan tanklarının ilk işi ırak’ın petrol sahalarını ve bakanlığını güvenceye almak oldu. bağdat düşerken müzeler yağmalandı ama petrol bakanlığı binasının önünde abd askerleri nöbet tutuyordu – ne tesadüf! saddam rejimi devrildi, “yeni bir dünya düzeni” nutukları atıldı ama geride kalan kaos ve şiddet oldu: işgal sonrası ülkede çıkan mezhep çatışmalarında en az 120.000 sivil öldü, ırak adeta cehenneme döndü. peki onca kanın dökülmesinden sonra ne oldu dersiniz? 2009’da yeni ırak hükümeti petrol sahalarını uluslararası şirketlere açtığında ihaleleri exxonmobil, shell, bp gibi “eski kurtlar” kazandı. bir zamanlar saddam’ı devirmek için can atan yedi kız kardeşler, savaşın sonunda yeniden ırak petrollerinin tepesine konmuştu. adeta “geldik, gördük, petrolü aldık” dercesine, kaderin cilvesiyle yine kazanan onlar oldu. eski abd dışişleri bakanı henry kissinger’ın söylediği rivayet edilen “petrolü kontrol edersen ulusları kontrol edersin” sözü, ırak’ta bir kez daha doğrulanmış oldu. komplo teorisi gibi mi? belki. ama 2000’ler ırak’ında komplo değil bizzat petrol kokan gerçekler yazıldı: yeni düzen kurmak iddiasıyla girilen savaş, eskinin petrol patronlarını daha da zengin etmekten başka bir işe yaramadı.

değişime direnç: elektrikli araçlar ve temiz enerjiye karşı lobicilik

petrol devleri, fosil yakıtlardan kazandıkları muazzam serveti ve gücü kaybetmemek için sadece geçmişte değil günümüzde de yoğun bir mücadele veriyorlar. bu mücadelenin görünmez cephesi ise yenilenebilir enerji ve elektrikli araçlar alanında karşımıza çıkıyor. düşünün, bir asırdır dünyayı petrolle döndürmüşsünüz; şimdi birileri çıkıp “artık güneş, rüzgar, elektrik tutacak” diyor. yedi kız kardeşler (ve onların evrildiği süper şirketler) elbette bu değişimi kucaklamak bir yana, mümkün olduğunca geciktirmeye çalıştılar.

öncelikle, iklim değişikliği meselesi uzun süre petrol şirketleri için yumuşak karın olarak görüldü. 1980’lerden itibaren bilim insanları fosil yakıtların küresel ısınmaya etkisini dile getirirken, büyük petrol şirketleri tam tersine kamuoyunu kuşkuya düşürecek kampanyalar finanse ettiler. exxon (esso) şirketinin kendi bilim insanları 1970’lerde iklim değişikliği konusunda uyarılar yapmasına rağmen, şirket dışarıya yıllarca “iklim konusunda belirsizlik var” mesajı verdi. çünkü açıkça gerçek kabul edilirse, petrol talebinin düşeceğinden korktular. bu yüzden çeşitli “düşünce kuruluşları” ve lobi grupları üzerinden iklim inkarı söylemlerini desteklediler. ne zaman ki bu yalanlama stratejisi ifşa oldu, bu kez taktik değiştirdiler: açık bilimsel gerçeği inkar etmeyip politika değişikliklerini engellemeye odaklandılar. örneğin, 2020’lerde bile exxonmobil ve chevron gibi devler, hükümetlerin fosil yakıtları azaltma politikalarına dünyada en çok çomak sokan şirketler olarak rapor edildi. bir araştırma, exxon ve chevron’u hükümetlerin iklim politikalarını engelleme konusunda dünyanın en yıkıcı örgütleri arasında ilk iki sıraya koydu. bu şirketlerin ve bağlı lobi kuruluşlarının, temiz enerjiye geçiş çabalarına karşı “yoğun bir direnç” sergilediği vurgulandı. örneğin abd’de joe biden yönetimi yeşil enerji yatırımlarını artırmaya çalışırken, petrol lobisi arka planda vergilerden düzenlemelere her alanda fren yaptırmak için uğraştı. ınfluencemap adlı düşünce kuruluşunun bir raporuna göre, petrol devleri geleneksel bilim inkarından daha sofistike yöntemlere geçerek politika yapıcılara nüfuz etmeye, yeşil enerji hedeflerini gevşetmeye yönelik yoğun kulis faaliyeti yürütüyor. kısacası, fosil yakıt çağını ne pahasına olursa olsun uzatmak istiyorlar.

elektrikli araçlar konusunda da benzer bir direniş hikayesi var. aslında elektrikli otomobil fikri yeni değil; 20. yüzyılın başlarında bile elektrikli arabalar vardı ama petrol ve içten yanmalı motorlar o dönem baskın çıktı. 1990’lara gelindiğinde ise çevre kaygılarıyla general motors (gm) bir deney yaparak ev1 adını verdiği modern bir elektrikli araba üretti. ev1 kullanıcılarından övgü aldı; şarj edilebilir bataryalarıyla günlük kullanımda gayet yeterliydi. fakat ne olduysa gm bu aracı piyasadan çekti ve tüm ev1’leri hurdaya ayırdı – tam anlamıyla yok etti. bu hikâye “who killed the electric car?” (elektrikli arabayı kim öldürdü?) belgeseline bile konu oldu. belgeselin işaret ettiği katillerden biri de petrol çıkarlarıydı. nitekim gm’in kullandığı ileri batarya teknolojisi, texaco tarafından satın alındı ve ardından texaco’yu chevron devraldı. böylece bir petrol şirketi, elektrikli araçların kalbi olan batarya patentlerini kontrolü altına almış oldu. sonrası malum: chevron, elindeki patentleri adeta kilitledi ve yıllarca büyük ölçekli bataryaların elektrikli araçlarda kullanılmasını engelledi. örneğin toyota’nın 2000’lerin başında ürettiği rav4 ev modelinde kullandığı nikel-metal hidrür bataryalar, bu patent anlaşmazlığı yüzünden piyasadan çekildi. chevron’un dolaylı dayatmasıyla toyota, elektrikli suv üretimini durdurmak zorunda kaldı. böylece petrol lobisi, batarya teknolojisine tırnaklarını geçirerek elektrikli araç devriminin önüne set çekmeyi başardı – en azından bir süreliğine. elbette bu sonsuza dek süremezdi; lityum-iyon teknolojisinin devreye girmesi ve tesla gibi yeni oyuncuların çıkışıyla elektrikli araçlar geri döndü. ama 1990’larda belki çok daha erken yaşanabilecek bir dönüşüm, petrol şirketlerinin perde arkası hamleleriyle geciktirilmiş oldu.

yenilenebilir enerjiye (güneş, rüzgar gibi) geçişte de petrol ve gaz şirketlerinin benzer ayak diremeleri görüyoruz. kamuoyu önünde artık rüzgara güzele laf etmiyorlar, hatta bp gibi bazıları logosunu yeşile boyayıp “beyond petroleum (petrolden öte)” sloganları atıyor. fakat perde arkasında doğalgazı “temiz enerji” diye pazarlamaya çalışmak, kömür yerine gaza geçişi çözüm diye sunmak gibi taktiklerle fosil yakıt tüketimini sürdürmeye yönelik lobi yapıyorlar. bazı petrol devleri, yenilenebilir enerji yatırımlarını da portföylerine katıyor gibi görünüp bir yandan da ana işlerinin petrol olduğunu vurguluyorlar. hatta bir espri vardır: petrol şirketlerinin rüzgar/güneş reklamlarına inanmayın, o işleri genelde gazetelere verdikleri tam sayfa reklamlarla sınırlı kalıyor! gerçekten de, toplam yatırımlarına bakınca, devlerin %1’lik, %2’lik dilimleri yenilenebilire ayırıp geri kalanıyla petrol ve gaza devam ettikleri ortaya çıkıyor. dahası, petrol yan ürünlerine (petrokimya, plastik vs.) yönelerek ham petrol talebini canlı tutma stratejisi güdüyorlar. velhasıl, elektrikli ulaşım ve temiz enerjiye geçişi yavaşlatmak için ellerinden geleni yapıyorlar. çünkü biliyorlar ki dünya petrol bağımlılığından kurtulursa, onların da devri kapanacak. bunu geciktirmek adına lobicilik, algı yönetimi, hatta bazı hükümetlerle kapalı kapılar ardında pazarlıklar… hepsi günümüzün “temiz” görünen ama aslında kirli oyunları.

sonuç: kara düzenin gölgesinde bir gelecek

bir asırlık bu destansı (veya daha doğrusu distopik) öykünün sonunda, şunu görüyoruz: “yedi kız kardeşler” dünyanın dört bir yanında sınırları, rejimleri, ekonomileri ve hatta ekosistemleri etkilemiş, şekillendirmiş. iskoçya’daki o gizli av partisinden tutun da ortadoğu’daki darbelerle devrilen hükümetlere, afrika’daki iç savaşlara, iklim krizi karşısındaki inatçı lobilere kadar birbirinden kopuk görünen birçok olayın ortak paydasında petrol ve onun patronları var. bu şirketler, bazen sessiz bir kartel anlaşmasıyla fiyatları belirleyip ceplerimizi vurdu; bazen bir hükümete “ya bizimlesin ya hiçsin” deyip halkları vurdu; bazen de kasalarını doldurmak için geleceğimizi (iklimi) vurdu.

bugün gelinen noktada, yedi kız kardeşler eski ihtişamını yitirmiş gibi görünse de bu aldatıcı bir izlenim olabilir. evet, artık petrol üretiminin önemli kısmı opec ülkelerinin ulusal şirketlerinde. ancak küresel finans, rafinaj, teknoloji ve ticaret ağları hala bu devlerin elinde veya etkisinde. hâlâ en büyük şirketler listesinde exxonmobil, shell, chevron, bp boy gösteriyor; hâlâ hükümetler enerji politikalarını belirlerken houston, londra, rotterdam’daki ofislerde ter döken lobicilerin gölgesi düşüyor. elektrikli araç satışları hızla artsa da, petrol talebi hala trilyonlarca dolarlık bir pazar ve kolayca bırakılmayacak. üstelik bu şirketler boş durmuyor; kimisi gaz ticaretine abanıyor, kimisi petrokimyaya yöneliyor, kimisi de “biz de yeşillendik” diyerek imaj tazeliyor.

bu yazıyı okurken belki aklınıza şu soru geldi: “dünya bu düzenden hiç kurtulamayacak mı?” karamsar olmamak elde değil, ama tarihte hiçbir imparatorluk ebedi olmamıştır. rockefeller’ların, deterding’lerin petrol imparatorluğu şüphesiz büyük acılara, adaletsizliklere yol açtı. ancak bugün toplumların bilinç düzeyi artıyor, yenilenebilir teknolojiler ucuzluyor, iklim krizi baskısı büyüyor. bu kombinasyon, petrol devlerini gerçekten dönüşmeye zorlarsa belki de bir gün “kız kardeşler” fosil yakıt rantını bırakıp enerjide hakikaten sürdürülebilir bir düzene geçmek zorunda kalabilir. fakat o güne dek, onların çıkarlara şüpheyle yaklaşmakta fayda var. ne demişler: “paranoyak olman, takip edilmediğin anlamına gelmez.” bu şirketler hakkında komplo teorileri bitmez; zira geçmişleri komplolarla dolu.

son tahlilde, petrol çağının perdesi ağır ağır inerken, ardında bıraktığı hikayeyi bilmek önemli. “yedi kız kardeşler”in öyküsü, modern dünyanın nasıl şekillendiğinin belki de en çarpıcı yan hikayesi. bu hikaye; gizli anlaşmaların, emperyal hırsların, bitmek bilmeyen bir güç oyununun hikayesi. ve bu hikayeden çıkarılacak ders şu olabilir: dünyayı değiştirenler, bazen seçilmiş liderlerden ziyade şatolarda viski tokuşturan şirket patronları olabilir. bugün ise umudumuz, dünyanın gidişatını değiştirecek yeni “kız kardeşler” – belki bu kez temiz enerjinin kız kardeşleri – sahneye çıkıp gezegenin geleceğini kurtaracak adımlar atmaları. petrol imparatorluğunun gölgesi uzun ve karanlık düştü; şimdi ışığı yakma zamanı… belki de tarihin sonraki perdesinde, ahtapotun kolları güç kaybederken, güneşin ve rüzgarın kanatları yükselecek diyerek bitirelim.

kaynaklar