Siz Olma Özelliğinizi Kaybetmeden Bedeninizin Ne Kadarını Değiştirebilirsiniz?

Sözlük yazarı ''remineralizasyon'' ufkunuzu iki katına çıkarabilecek bir yazı yazmış.
Siz Olma Özelliğinizi Kaybetmeden Bedeninizin Ne Kadarını Değiştirebilirsiniz?
iStock.com


iç organlarınızın, kollarınızın ve bacaklarınızın, vücudunuzu (ve tabii sizi) oluşturan parçaların ne kadarı sizden ayrıldığında siz, artık siz olmazsınız?

üstteki soru mantıksız mı geliyor? o zaman okumaya devam. :)

siz, ne kadar bedeninizsiniz?

fiziksel olarak her canlı, aslında sadece ‘hücre’lerden oluşur. trilyonlarcasından. öyle ki; samanyolu galaksisini oluşturan yıldızların en az on katı kadar hücre, sadece bir insan bedenini oluşturmak için bir araya gelir. hücre dediğimiz şey de yaşayan bir canlıdır. 50.000 farklı proteinden oluşan, ‘canlı bir makine’. bu makinenin bir bilinci, iradesi ya da amacı yoktur ama bu, onu bir ‘birey’ olmaktan uzaklaştırmaz. hücreleriniz bir araya gelerek en basit anlamda yiyecek hazırlamak (tüketim ve sindirim), bunun için kaynak bulmak (avcılık ve üretime yönelmek) amacıyla kas ve düşünme gücü üreten devasa yapılar meydana getirirler.
eğer hücrelerimizden bir miktarını alıp -uygun koşullarda- saklarsak, bir süre daha yaşamaya devam ederler. demek ki hücrelerimiz biz olmadan da yaşayabilir ama biz onlar olmadan yaşayamayız. yani, sizi oluşturan hücreler yoksa ‘siz’ diye bir şeyin varlığından söz edilemez.

iStock.com


peki bir yığın hücrenizin, ‘siz’ olmayı bıraktığı bir nokta var mıdır? mesela organ bağışını düşünelim. milyarlarca hücreniz, siz yaşarken başka bir insanın bedenine giriyor ve orada yaşamaya devam ediyor. bu durum, sizin bir parçanızın başka bir insanın parçasına dönüşmesi midir, yoksa bu diğer insanın vücudu, sadece sizin bir parçanızı hayatta mı tutar?
gelin, oldukça uçuk bir deney yaptığımızı düşünelim. bir makine yardımıyla, sizin ve yoldan geçen x kişisinin hücrelerini teker teker yer değiştirelim. vücudunuzda bulunan her bir hücreyi tek tek alalım ve anında yerine o x kişisinin hücrelerini yerleştirelim. bu verdiğiniz hücreler hangi noktada artık ‘siz’ olurlar? ya da gerçekten olurlar mı? veya bu deney, ışınlanmanın çok yavaş (ve iğrenç) bir yolu mudur?

bu noktada olayları çok daha karmaşık bir hale sokacağım. varlığımızın statik ve kalıcı bir şey olmadığını biliyoruz. aynı şekilde hücrelerimiz de kalıcı değil. bilindiği kadarıyla her saniye 3 ila 5 milyon hücremizi kaybediyoruz. hem de her saniye. ölen hücreler de yerini yenilerine bırakıyor. yani -tahminen- 7 yıllık bir süre içinde vücudunuzda bulunan her bir hücre ölmüş, yerine yeni bir hücre gelmiş oluyor. tüm bu hücre yenilenmesi sırasında vücudumuz aynı şekilde kalmıyor. bebeklikten çocukluğa, ergenlikten yetişkinliğe ve yaşlılığa hepimiz sürekli değişiyoruz. yaşlanacak kadar şanslı olanlarımız ömrü boyunca yaklaşık olarak 1 katrilyon hücre değiştiriyor.

iStock.com


istisnalar yok mu dersiniz? ‘kendimiz’ olarak saydığımız ama aslında anlık fotoğraf karelerinden oluşan benliğimizi ve bedenimizi oluşturan hücrelerden bazıları -bazı özel durumlarda- bozulur ve ölmeyi reddeder. vücudumuzun temel birliğini sorgular ve doğal döngüsünü bozar. biz böyle hücrelere ‘kanser’ diyoruz. kanser, dışarıdan gelen bir işgalci değildir. bedeninizin bir parçasının kendi hayatta kalışını sizinkinden önemli tutmasıdır. yani özetle -sert bir yaklaşım gibi görülebilir ama- kanser hücresini ‘bizi öldürmeye programlanmış bir katil’ gibi değil, sadece içimizde gelişip yaşamak isteyen bir varlık olarak görebiliriz. bu gelişim, bizi ölüme sürüklese bile.

şimdi hızla konuyu farklı bir noktaya taşıyıp bir örnek vermek istiyorum. henrietta lacks. bu ismi belki hayatınız boyunca hiç duymadınız. gayet normal. fakat bu isme sahip olan kadının şu an dünyanın çeşitli ülkelerinde 20 tonluk bir hücre kütlesi olduğunu söylesem?

Henrietta Lacks


henrietta, 4 kasım 1951’de kanserden ölen genç bir kadın. onu özel yapan ve yıllardır dünyanın her yerindeki laboratuvarlarda ‘yaşamasını’ sağlayan durumu ise, sıradan kanser hücrelerinden farklı olarak, laboratuvar ortamında dahi sadece birkaç gün yaşayabilen kanser hücrelerine değil, ölümsüz olan kanser hücrelerine sahip olması.

nasıl yani? şimdi bu kadın ölümsüz mü?

henrietta’nın (sonradan ‘hela cells’ olarak adlandırılan) kanserli hücreleri, laboratuvar koşullarına hazır olduğu için henrietta’yı öldürdükten sonra yaşamaya devam etti ve on yıllar boyunca yüzlerce kez çoğaltıldı. sayısız projede kullanıldı ve belki de binlerce kanser hastasına derman olacak çözümler üretilmesine önayak oldu. şu an bile hala hayatta olan bu hücreler, dünyanın birçok ülkesindeki kanser araştırma laboratuvarında bulunuyor ve toplam kütlelerinin 20 tonu aştığı tahmin ediliyor. yani şu an dünyanın çeşitli yerlerinde ‘ölü sayılan’ birinin canlı hücreleri var. peki, henrietta’nın ne kadarı bu hücrelerde?


başa dönecek olursak, bir hücreyi ‘siz’ yapan nedir? belki her hücrenin içindeki genetik şifre? dna’nız? yakın zamana kadar bilim insanları, bir insan vücudundaki tüm hücrelerin aynı genetik kodu içerdiğini düşünüyordu. bir hücre sizin bedeninizdeyse, genetik kodu da sizinkiyle aynıdır. ya da şöyle söyleyeyim, sizi oluşturan hücrelerin dna’sı, sizinkidir. ama bunun yanlış olduğu ortaya çıktı. her canlının genomu ‘mobil’dir. yani zaman içinde mutasyon ve çevresel faktörlere bağlı olarak değişir. bu mutasyon özellikle beyinde daha baskın olarak görülür. yapılan araştırmalara göre yetişkin bir bireyin beynindeki tek bir nöronun genetik kodunda, etrafındaki hücrelerde bulunmayan binden fazla mutasyon vardır. peki, bir de böyle sorayım. bunların ne kadarı sizi ‘siz’ yapan dna?

genomumuzun %8’i atalarımıza bulaşmış ve bizimle bütünleşmiş virüslerden oluşur. mesela hücrenin enerji kaynağı olarak tanıdığımız ‘mitokondri’, bundan çok uzun zaman önce (yaklaşık olarak 1.5 milyar yıl) yaşamış atalarımızın hücrelerine bulaşmış bir bakteriydi. bu milyar yıllık mitokondrilerin hâlâ kendi dna’ları vardır. ayrıca ortalama bir hücrede de bunların yüzlercesi bulunur. yani aslında insan olmayan ama ‘insan sayılan’ yüzlerce mitokondri bizim her hücremizde bulunmaktadır.

iStock.com


şimdi konuyu genel hatlarıyla toparlayacak olursak, sürekli yenileriyle yer değiştiren trilyonlarca minik canlının bir araya gelmesiyle oluştuğumuzu biliyoruz. kendi başlarına ayrı, birleştiklerinde ayrı olarak sürekli hareket ve üretim halinde olan ve aynı zamanda birleşimleri ve koşulları sürekli değişen, yani aslında sadece kendi varlığını sürdüren, net sınırlara sahip olmayan, belli aşamalardan geçtikten sonra varlığının bilincine varmış ve zamanla kendisi ve çevresi hakkında düşünme yeteneği kazanmış ama aslında sadece tam olarak şu anda var olan bir şablon olabiliriz. bu olaylar zincirinin tam olarak neyle ve nasıl başladığını ise bilemiyoruz. biz ana rahmine düştüğümüzde mi? ya da ilk insan ortaya çıktığında mı? yoksa yaşam küçük gezegenimizi fethetmeye başladığında mı? belki de bizleri meydana getiren elementlerin asıl kaynağı olan yıldızlarda oluştuğu ilk andadır, kim bilir?
beyinlerimiz ‘kesin olanlar’la karşılaşmak ve en net cevapları aramak için evrildi. gerçekliği oluşturan belirsiz sınırları anlamak (ve tabii anlatmak da :) ) zor. belki ‘başlangıç ve son’, ‘yaşam ve ölüm’, ‘sen ve ben’ gibi kavramlar mutlak değil, yalnızca bu tuhaf ve güzel evrende kaybolmuş bir modele ait fikirlerdir.

iStock.com


şimdilik bu karmaşık yazının sonuna geldim. ama bu ‘aslında kim olduğumuz’ sorusu, yalnızca bizim fiziksel varlığımızla ilgili değil. aynı zamanda aklımızın da bir sorgulamasıdır. hücrelerimiz bizden bölünüp ayrılabileceği gibi hala kafatasımızın içindeyken, ‘beyinlerimiz’ bile birbirinden ayrılabilir. fakat bu paragrafta bahsettiğim konuyu farklı bir gün daha detaylıca irdelemek üzere, yazımı bitiriyorum. sabırla okuduğunuz için teşekkür ederim. :)