Toplama Kampından Kurtulmuş Psikiyatr Viktor Frankl'dan: Yaşam Nasıl Anlamlandırılır?
viktor frankl, 1997 yılında 97 yaşında vefat eden, nöroloji ve psikoloji profesörüdür.
2. dünya savaşı sırasında kapatıldığı 4 toplama kampından sağ çıkmıştır. insanın anlam arayışı, duyulmayan anlam çığlığı adlı kitapların yazarı ve logoterapinin kurucusudur...
yaşamı anlamlandırmaya dair düşüncelerini daha iyi kavramak için kurucusu olduğu logoterapiye kısaca değinecek olursak
logoterapinin temel ilkelerinden birisi, insanın temel uğraşının haz almak ya da acıdan kaçınmak değil, yaşamında bir anlam bulmaktır. insanın elbette acısının bir anlamı olması koşuluyla, acı çekmeye hazır olmasının nedeni budur. anlam bulmak için acı çekmek kesinlikle gerekli değildir. acının kaçınılabilir olduğu durumlarda yapılacak en anlamlı şey, ister ruhsal veya fiziksel, ister politik olsun, acıya yol açan nedeni ortadan kaldırmak olacaktır. gereksiz yere acı çekmek, kahramanca değil, mazoşistçe bir tutumdur.
yaşamın anlamı üç farklı yoldan keşfedilebilir
1. bir eser yaratarak ya da bir iş yaparak
2. bir şey yaşayarak (iyilik doğruluk güzellik gibi, doğayı ve kültürü yaşamak gibi) ya da bir insanla etkileşerek
3. kaçınılmaz acıya yönelik bir tavır geliştirerek
(insanın anlam arayışı)
v. frankl, nihai olarak ölüm, anlamsızlık, izolasyon, özgürlük konularıyla ilgilenen varoluşçu terapinin, irwin yalom ile beraber bel kemiklerinden olan adam.
sanıyorum uzun bir zaman dilimi, toplama kamplarında kalmış olması dolayısıyla, insanın anlam arayışı kitabından bir pasajda şöyle yazar: "logoterapide adlandırıldığı üzere, üçlü denen şey bir insanın özünde bulunan şu unsurlardan oluşur: acı, suçluluk ve ölüm. bu bölümde, gerçekte, "tüm bunlara rağmen yaşama nasıl evet diyoruz?" sorusu yer almaktadır. bu soruyu başka bir şekilde soracak olursak, tüm bu trajik yönlerine rağmen yaşam potansiyel olarak anlamlı olmaya devam edebilir mi? sorusu vardır."
frankl anlam isteminin, diğer ihtiyaçlara indirgenemeyecek kadar özgün bir ihtiyaç olduğundan bir şekilde bütün insanlarda bulunduğundan bahseder. duyulmayan anlam çığlığı kitabında ise anlamsızlık duygusu, varoluşsal boşluk (vakum) kavramlarından bahsederken kitle nevrozu olarak adlandıracak kadar artmakta ve yaygınlaşmaktadır der. frankl 21. yüzyılın gelişmiş teknolojisi ve beynimizi koca bir avm'ye çeviren, yıkıcı kapitalizmini görseydi belki de başka bir makalesinde artmaktadır yerine "hakim olmuş" tanımını kullanırdı.
seksin insansızlaşması gibi, ismi bile aforizma değeri taşıyacak cinsten olan makalesindeyse, sadece sevgide gizli olan bir cinselliğin gerçekten ödüllendirici ve doyurucu olduğundan bahseder. tabii cinsellik noktasında freud'un yapısal kuramından olan idin kalıtımsal ve jung'un gölge arketipinin ise arkeiksel doğasını hatırlamamak elde değil. bu konuda var olan kuramsal ayrılmalar psikolojinin renkli tarafı olsa gerek.
bu noktada yazımı frankl'ın oldukça etkilendiği belli olan camus'den bir soruyla bitirmeliyim:
"gerçekten ciddi olan tek bir sorun vardır... yaşam, yaşamaya değer mi? değmez mi? "
"bir insan, acı çekmenin kaderi olduğunu gördüğü zaman, acısını kendi görevi olarak kabul etmek zorunda kalacaktır; bu onun tek ve eşsiz görevidir. acı çekerken bile evrende eşsiz ve yalnız olduğu gerçeğini kabullenmek zorunda kalacaktır. hiç kimse onu açıdan kurtaramaz ya da onun yerine acı çekemez" der.
acıyla en acı şekilde bütünleşmemiz gerektiğini anlatan, auschwitz'deki nazi kampı mağduru, avusturyalı psikiyatr, logoterapist, acıların adamı. marquis de sade gibi acının hazzını anlatmaz da derinden acının nasıl insanı ayakta tuttuğu üzerine anlatır. bu yüzden mazoşist olduğunu söylemek yanlıştır. insanın gerçekte ihtiyaç duyduğu şey acı ile yoğrulmuş bir hayattır; böylelikle acıların getirdiği potansiyel olgunluğu çözümleyerek varoluş sebebine ulaşır.
insanın anlam arayışı kitabında şöyle der, serbest bırakılan bir tutuklunun ruhsal durumunu tasvir ederken
"özgürlük. bu sözcüğü kendi kendimize tekrarladık, ama anlamını kavrayamıyorduk. bu sözcüğü yıllar boyunca o kadar çok kullanmış, buna ilişkin öyle çok hayal kurmuştuk ki, anlamını yitirmişti. gerçekliği bilincimize işlemiyordu; özgür olduğumuz gerçeğini kavrayamıyorduk."
öyle çok istemiş, öyle çok beklemiş, öyle çok hayalini kurmuşuzdur ki artık sahip olduğumuzda, sahip olduğumuz an'a dair olan hayallerimizdeki gibi coşku duymayız bazen. artık gerçekten de sahip olmanın, beklenenin gelmesinin, bir anlamı kalmamıştır tıpkı onun dediği gibi..