Türkiye A Milli Futbol Takımı Nasıl Bir Formülle Yeniden Toparlanabilir?
türkiye, euro 2016 elemelerinde ilk maçına izlanda karşısında çıkmaya hazırlanırken kimse izlanda hakkında pek fikir sahibi değildi
futbolla normal düzeyde ilgilenenler ''yeneriz işte ya...'' diyor, iddaacılar türkiye lehine iy/ms 2/2'den giriyor, yorumcularımız da ''izlanda topu elle kaleye götürse 3 kere götürür ya ehü ehü'' diyordu. sonra izlanda, türkiye'yi 90 dakika boyunca hem fiziksel hem de psikolojik anlamda ezip geçerek 3-0'lık çok net bir galibiyet almıştı. bu galibiyetin bir tesadüf olmadığı da gelecekte göstereceği performanslar ile anlaşılacaktı.
sonra tabi izlanda hakkında araştırma dosyaları hazırlandı, yazıldı, çizildi; istanbul'un 22 ilçesinden daha az nüfusa sahip (320 bin) 6 puanın garanti gözüyle bakıldığı izlanda'nın ciddi bir rakip haline nasıl geldiği birçok alanda anlatılmaya çalışıldı.
izlanda futbol federasyonu eğitim direktörü arnar bill gunnarsson bu başarıyı 4 kelime ile özetliyor: süreklilik, uyum, eğitim ve güçlü milli mantalite. (kaynak: four four two / buzların arasında futbol devrimi)
hem nüfus, hem olanak, hem de kabul etmeliyiz ki yetenek olarak izlanda'dan daha iyisini yapabilecek potansiyelimiz var. ancak bill gunnarsson'un saydığı etmenler üzerinden incelersek tam olarak nerede olduğumuzu belki görebiliriz. nihayetinde uygulanmış ve başarıya ulaşmış bir sistemin 4 ana etmeninden bahsediyoruz. bunları doğru ve uygulanabilir kabul etmemizde bir beis yok.
süreklilik
ne kulüp bazında ne de milli takımlar düzeyinde hiçbir zaman uygulandığını görmediğimiz bir olgu. ne belli bir sistemimiz, ne de etrafı genç ve yeni oyuncularla doldurulabilecek kemikleşmiş bir oyuncu grubumuz var. peş peşe 3 maça farklı sistemlerle ve farklı oyuncu grupları ile çıkabiliriz. bunu kimse yadırgamayacağı gibi, olumsuz sonuç alınan bir maçtan sonra çareyi hemen sistemi veya mevkilere göre oyuncuları değiştirmekte görecek olan izleyici/yorumcuların sayısı azımsanmayacak düzeyde olur. istikrar, süreklilik gibi kavramlar bu topraklarda sıkıcıdır ve asla başarının anahtarı değildir. çünkü başarı hemen gelmelidir. 4-3-3'ten 4-2-3-1'e döndüysek o maçı 4-0 kazanmamız gerekir. kazanamadıysak bir sonraki maça 3-5-2 ile çıkmamamız için hiçbir neden yoktur.
haliyle sistemi, kimliği ve belirli karakteristik özellikleri oluşma aşamasına bile geçemeyen, daima yeniliklerden beslenmek isteyen ama bunu da yıllardır bir türlü başaramadığı halde inadını sürdürmeye devam eden bir yapıda süreklilik oluşturmak imkansızdır. bir kısırdöngü olarak, süreklilik oluşmadıkça da bu saydıklarım asla oluşmayacaktır.
uyum
farklı açılardan ele alabiliriz.
1- sağlanamayan sürekliliğin oluşturduğu derin ve devasa istikrarsızlığın sonucu olan uyumsuzluk.
2- bireysel hesapları ve anlaşmazlıkları bitmek bilmeyen ve aynı amacı taşımayan oyuncu grubunun uyumsuzluğu.
belli kimliği oluşmamış bir takımda bir araya gelen oyuncuların müthiş bir uyum içinde olmalarını beklemek biraz hayalcilik. türk milli takımı ne oynar, nasıl oynar, neleri iyi yapar ya da neleri beceremez, zaafları ve güçlü yönleri nedir sorularının cevabı yok. başarılı olan takımlarda bu soruların cevapları vardır. belli bir sistemleri ve ekolleri vardır. güçlü yanlarını bilir, darbeyi oradan vururlar. ama zaaflarını da bilirler ve ona göre önlemleri vardır. bu, belli bir uyum sonucu oluşturulabilecek bir şeydir. istikrarla, sistemle, çalışma metotları ve etütlerle yapılabilir. bunlar olmadığı müddetçe ancak kaostan beslenir ve günlük başarılar elde ederek, bu kaotikliğin bir sonraki maç ya da turnuvada da işine yaramasını beklersin sadece.
oyuncu grubunun uyumsuzluğu ise yıllardır bilinen şeyler. kulüp bazında bile ''grupçuluk'' diye bir tabirimiz var bizim. elbette herkes farklı ve herkesin aynı derecede birbirini sevip anlaşması imkansız. zaten kimse böyle bir şey de beklemiyor ancak bizdeki ''grupçuluk'', daima benim grubumdakiler iyi olsun, oynasın, sevmediğim gruptakiler olmasa da olur temelinde işliyor. ben anlaşamıyorsam, onun takıma ne vereceği umrumda değil çünkü benim huzurum takımın başarısından daha önemli şeklinde bir düşünce var. uyumsuzluk, bunun çok doğal bir sonucu. yılda sadece 4-5 kez, toplasan 450 dakikalık bir maç için bir araya gelen oyuncular arasında uyum oluşturmak zaten bir hayli zorken, bir de bu tür etmenlerin desteklediği olumsuzluklar ile başarının 4 ayağından biri olan ''uyum'' pek sağlanamıyor.
eğitim
burada kastedilen deplase olmak, savunmanın arkasına sarkmak ya da çapraz koşu yapmak değil elbette. eğitim belki de bu 4 kriter arasında en önemlisi. bilinçli birey değilseniz, iyi bir sporcu olmanıza imkan yok. neyi neden yaptığınızı, neden yapamadığınızı, iyi yapanların nasıl yaptığını sorgulamanız, bu sorular üzerine düşünmeniz ve elbette düşüncelerinizi hayata geçirebilmek için çalışmanız gerekir. bunlar ders kitaplarından, maç toplantılarından öğrenilebilecek şeyler değil. neyi neden yaptığınızı ezberden biliyor oluşunuz, aslında bilmediğiniz anlamına gelir.
dünyanın en başarılı sporcularına bakın, nasıl başardın sorusunu sorduğunuzda size birçok şeyden bahseder ama ''şutu attım ve girdi'', ''forehand'i bir yapıştırdım işte, gördünüz, karşılayamadı'' demez. örneğin michael jordan ''hayatım boyunca hiç maç kaybetmedim. sadece süre yetmedi'' der, kaybettiği maçlar hakkında. ondaki çalışma azmi çok ender görülebilecek türden bir şeydi ve bu ona başarıyı getirdi. ama michael jordan aynı zamanda birçok maç ve final de kaybetti. başarısı, o maçları neden kaybettiğini ve o maçlarda neleri yanlış yaptığının farkında olmasında gizliydi. çünkü bilinçli ve sorgulayan bir sporcuydu. her zaman daha iyi olabileceğini düşünüyordu. tıpkı 2015'te emekliliği beklenirken 2017'de 2 grand slam kazanan roger federer gibi. federer bunları yaptığında 36 yaşındaydı ve uzun bir sakatlıktan çıkmıştı.
bireysel performansları örnek gösteriyor oluşum kafa karışıklığı oluşturmasın. eğitim, bilinci beraberinde getirir. bilinç de sorgulamayı ve neyi, nasıl yapabileceğine dair cevapları bulmakta yardımcı olur. kabul etmeliyiz ki, bizim oyuncularda belli bir seviyeye ulaşınca kendini yeterli görmek gibi bir yanlış var. çünkü temelden eğitim verilirken sadece futbola odaklanılıyor ve diğer her şey ikinci plandaymış gibi gösteriliyor. dünyanın en iyi savunma arkasına koşu yapan oyuncusu olabilirsiniz ama bu koşuyu nerede ve ne zaman yapması gerektiğini en iyi bilen oyuncusu muhtemelen sizden daha başarılıdır. yine muhtemelen, o ezberlememiş, öğrenmiştir.
ben futbolcularımızın eğitimsiz olduğunu düşünmüyorum. eğer yeterli eğitim verilememişse de, suçu onlarda da bulmuyorum. 16 yaşında belki de babasının evin kirasını ne zorluklarla verdiğine şahit olan bir çocuğa 18 yaşında 1 milyon euro'luk sözleşme imzalatır ve ona gerekli bilinc ve mental desteği vermezseniz, elbette o çocuk değişir, egosu yükselir ve kendini bir yerde yeterli görmeye başlar.
konu ile alakalı olarak, socrates dergi'nin temmuz sayısında kaan kural'ın birey vs. oyuncu başlıklı bir yazısı var. yazıyı sitelerinde yayınlamadıkları için link koyamıyorum ama mutlaka okunması ve üzerine düşünülmesi gereken bir yazı. kaan kural gayet basit bir dille eğitimi ikinci, hatta üçüncü plana atılmış olan hayali bir basketbol oyuncusunu anlatıyor.
sadece bir paragraftan alıntı yapıyorum:
''onları basketbolcu (futbolcu olarak da okuyabilirsiniz burayı) yapabilmek adına, iyi niyetle ya da karşılıklı çıkar motivasyonuyla, yeteneklerimizin çocukluklarını ellerinden almayalım. yoksa başarısız olmadan, geride kalmadan, yere düşmeden, reddedilmeden ve sıradan olmadan; başarıyı, öne geçmeyi, ayağa kalkmayı, kabul edilmeyi ve prens değil de kral olmayı tam anlamıyla öğrenemeyecekler. bunu içselleştirip kendi iç barışını sağlamış bireyler olamayacaklar. olamıyorlar.''
socrates dergi / temmuz sayısı - kaan kural / birey vs. oyuncu.
güçlü milli mantalite
açıkcası çok sıkıntılı olduğumuz bir kriter olduğunu düşünmüyorum. oyuncularımızda gerekli milli motivasyon her zaman yeteri kadar vardır. ancak yukarıda da saydığım ve hepimizin bildiği kimi olumsuzluklar, bu mantalitenin kendisine ister istemez zarar veriyordur. birlik olmakta, hedefe kilitlenmekte, başarısızlık karşısında dirayet göstermek ve bu başarısızlığı herkese pay edip yükü hafifletmekte, başarılı olunca bunu geride bırakıp bir sonraki başarıya odaklanmakta bazı sıkıntılarımız olduğu da bir gerçek. en azından son yıllarda bu böyle. bunların sebepleri çeşitli ve herkesin kendince bir fikri ve yorumu var. sebepler mutlaka önemli ama bazen sebep zannettiğimiz şeylerin sonuç olduğunu görüyoruz.
milli takım düzeyinde aylarca süren prim tartışmaları bile konunun ne kadar dağıldığının, sebeplerden ne kadar çok uzaklaştığımızın bir göstergesi. şahsi olarak milli takımlar düzeyinde prim olayına tamamen karşıyım zaten. şovenizm fırtınası estiriyormuş gibi durmak istemiyorum ama, ülkeyi milli forma ile temsil düzeyine ulaşmak zaten yeterince iyi bir motivasyon. elbette iyi bir başarı karşılığında oyunculara prim verilmesi ve takdir edilmesini normal karşılarım. ama basit bir maçtan sonra bile, üstelik çok büyük meblağların prim diye dağıtılmasını doğru bulmuyorum. normalleşmiş bazı yanlışların başka yanlışlar doğruması beklenebilir bir şey elbette. çözüm, o yanlışları ortadan kaldırmak ve tartışmaların da önüne geçmektir. prim tartışması gibi tartışmalar, en azından milli takımlar düzeyinde gündeme dahi gelmemesi gereken absürd tartışma konuları.
bunların dışında, yanlışları ve doğruları ile, ben de birçok yönden eleştirsem de, milli takım hepimizin ortak paydası. elbette küskünler, eleştirenler, beğenmeyenler olacaktır. ama futbolcular başta olmak üzere bu ortak değere sahip çıkabilirsek, güçlü bir mantalite etrafında da birleşmiş oluruz.