Türkiye Tarım veya Sanayi Toplumundan Bilgi Toplumuna Geçebilir mi?
türkiye, sanayi toplumu ile tarım toplumu arasına sıkışırken bilgi toplumunu ıskalayan ülkedir.
1) tarım toplumu
uzun zamandır ilgimi çeken bir toplum çeşidiydi. geçenlerde bir yazı dikkatimi çektikten sonra daha da detaylıca yazmak istemiştim. okuduğum birçok farklı kaynaktan aklımda kalan şeyler olabilir ama amatörce ilgilendiğim için hepsini hatırlamam zor. bu nedenle kaynak konusunda benden iyi bir performans beklemeyin.
tarih olarak aslında oldukça uzun bir geçmişi olsa da, ülkemizi ilgilendiren bir perspektiften konuyu ele almak gerekirse tarım toplumu genel olarak yerleşik hayata geçişten sanayi devriminin başlangıcına kadar olan dönemde ele alınabilir. tarım, yerleşik hayata geçmekle başlar.
buna ek olarak coğrafi şartların, yani güneş alan gün sayısının ve tatlı sulara olan yakınlığın da çok ciddi payı vardır. bu açıdan bakıldığında, bereketli hilal (fertile crescent) denen bölgede o döneme kadar en verimli tarım arazilerinin olduğu söylenebilir. bu bölge kabaca, basra civarından mezopotamya ile başlayarak suriye ve lübnan boyunca doğu akdeniz kıyılarını kapsayarak nil deltasıyla son bulan bir bölgedir.
bunlara ek olarak, temel ticaretin o dönem çin ve hindistan ile avrupa üzerinde ilerlemesi de bu bölgeyi önemli bir ticaret kavşaklarından birisi haline getirmiştir. dolayısıyla tarım toplumları tarihi boyunca bölge hem üretim açısından hem de ticaret açısından önemli bir yer tutmuştur. bu kadar fazla paranın döndüğü yerde de, bir türlü huzurlu bir yapı oluşmaz. bu nedenle, birçok din ve peygamberin bu bölgeden çıkmasına şaşmamak gerekir.
o dönemler boyunca tarım dünya'nın birçok yerinde yapılabiliyordu tabi ama hasadın en yüksek verimde olduğu bölge coğrafi şartlardan dolayı burasıydı. tarım aynı zamanda mülkiyet kavramının da gelişmesini sağladı ama her bölgede hiyerarşik bağlam aynı değildi.
mesela, avrupa'da daha çok küçük derebeylikleri şeklinde örgütlenmiş bir yapı vardı. çünkü oradaki tarımsal üretim verimi, daha merkezi ve geniş ölçekli toplumsal hiyerarşiyi mümkün kılamazdı. daha kuzeye gittiğinizde tarım zaten yapılamıyordu. mesela ragnar lothbrok'un ingiltere bölgesini ilk başlarda yağmalamasına rağmen bir süre sonra anlaşarak kendi halkı adına tarım yapılacak bir bölge tahsis edilmesi talebinde bulunması bize bunu gösterir.
kısacası, o dönem tarım olmadan medeniyet inşa etmek biraz zordur çünkü artı değer üretimi tarımsal üretim olmadan zordur. her ne kadar hayvancılık da önemli olsa da, tarımsal üretim boyutunda olamaz. bu nedenle, medeniyet inşası için gereken artı değer üretimi için tarım o dönem tek alternatifti.
ama katı hiyerarşik yapılar en çok orta doğu bölgesinde ortaya çıktı. bu tarz katı yapıların güçlenmesi için gereken ortamda aslında daha çok sayıda üretime ve artı değere ihtiyaç vardı. avrupa'da küçük feodal beylere ek olarak kilisenin de ciddi bir toprak sahipliğinin olması birçok irili ufaklı yapının oluşmasına ve bu da gücün merkezileşmesinin zorlaşmasına neden oldu.
orta doğu'da ise durum tam tersiydi. ciddi miktarda elverişli ve verimi yüksek tarım arazisinin yanında merkezi ve hiyerarşik yapı kurmak görece kolaydı. eski mısır'dan emevilere kadar birçok güçlü merkezi yapı o bölgede güçlenebildi. çünkü merkezi hiyerarşik bir yapı için çok paraya, yani o dönem için çok tarımsal üretime ya da ticaret yollarının kontrolüne ihtiyaç vardı.
bir başka önemli unsursa tarımla birlikte yeni bir anlam kazanan mülkiyet kavramının toplumsal yaşamdaki yansımalarıdır. tarım toplumunda üretim kas gücüyle mümkündür. buna ek olarak, tarım arazilerinin kontrolü ve korunması için de kas gücüne ihtiyaç duyulur. temel artı değer üretim mekanizması tarıma dayalı bir sistem için kas gücünün ve mülkiyetin öne çıkması kadını değersizleştirir. buna göre kadını değerli kılan tek şey çocuk doğurabilme yetisidir. ayrıca mülkiyet kavramının ortaya çıkmasıyla beraber edinilen malların alt nesle aktarımı da kafayı kurcalayan bir konu olmaya başladığı için evlilik gibi kurumlar da böyle ortaya çıkar. kısacası artı değer üretebilme açısından tarım toplumunda dezavantajlı olan kadın da bir üretim aracı olarak görülerek değersizleştirilmiştir.
gel gelelim, tarımsal üretim imkanı kısıtlı olan bölgelere doğru gidildikçe kadının da sosyal hayatta görünürlüğü artar. mesela vikingler'in kadınlarının son derece savaşçı ve güçlü olarak resmedilebilmesinde onların bölgesinde pek de tarım yapılamamasının da etkisi vardır. aynı şekilde islamiyet ve yerleşik hayat öncesi türkler'de de kadınların devlet yönetiminde etkin olduğu görülebilir.
bu aslında normaldir. çünkü tarım yoksa ve yerleşik bir hayat da yoksa, toplumun külliyen tehlikelere ve türlü türlü savaşlara karşı hazır olmalıdır. bu da sadece erkeklerin değil kadınların da savaşabilmesini gerektirir. bir benzerini spartacus dizisinde de görebilirsiniz. köle ordusunda kadınlar da, en az erkekleri kadar savaşma becerisi kazanmışlardır. çünkü her an roma orduları tarafından yok edilme riskini taşırlar. öte yandan, romalı askerler arasında kadın bir figür göremezdiniz. çünkü yerleşik olan ve egemen kültür olan ve tarım toplumundan bir imparatorluk inşa eden onlardı.
bunu dilde de görebiliriz. mesela bildiğim kadarıyla türkçede adalet diye bir kelime yoktur. bu kelimeyi araplardan almışız. demek ki, böyle bir kelime icat etmeye ihtiyaç duymamışız, ya da icat etmişiz ama kelime bugüne kadar yaşamamış da olabilir tabii ama aslında göçebe bir toplum için sosyal gerginlikleri kaynakları çok olmayan bir haldeyse sık sık anlaşmazlık çıkamayacağına göre adalet diye bir kavrama da ihtiyaç duymamış olabilirler. bir de göçebe toplum sürekli savaşmaya hazır olmak zorunda olduğundan dolayı toplumun üyeleri arasında da güven daha yüksek olmak zorunda kalabilir. yine de, bu kısım doğrulanmaya muhtaçtır.
2) sanayi toplumu
bu eşik temel olarak üretimde kullanılan enerjinin kaynağının kas gücü olmaktan çıkmasıyla aşılmıştır. buharlı makinanın icadı ile de başlatılır. gerçekten insanlık tarihi boyunca oluşan çok ciddi bir devrimdir. çünkü üretim kapasitesinde ciddi bir eşik atlatmıştır. tarım dışı üretim diye bir kavramı neredeyse ilk olarak ortaya koymuştur, tabi dokuma sektörünü bir kenara koyarsak zira tarım toplumu diye insanlar incir yaprağıyla gezmiyordu nihayetinde.
enerjide kas gücü harici kaynakların kullanılabilmesi özellikle savaşma kapasitelerinde ciddi bir potansiyeli açığa çıkararak ikinci dünya savaşına kadar çok ciddi bir savaş dönemi yaratmıştır fakat toplumsal yaşamdaki en temel kırılma ise zaman içinde artı değer üretimi için gereken nitelikler arasında kas gücünün önem kaybederek bilişsel kapasitenin artmasını sağlamasıdır.
bu nedenle, özellikle kadınların yerleşik hayata geçmiş toplumlarda yeniden sosyal yaşamda görünür olmaları, demokrasi gibi kavramların çok önem kazanması, bilişsel yetenekleri olan her insana eğitim sistemlerinin ulaşmak istemesi ve bunun neticesinde artı değer üretmek için ihtiyaç duyulan insan kaynağının artması gibi sonuçlar doğurmuştur. tabii bu ilk buharlı trenin çalışmaya başlamasıyla tamamlanmış bir süreç değildir ama peyderpey süreçler bu şekilde ilerlemiştir. özellikle ikinci dünya savaşı sonrası avrupa'da azalan erkek nüfusu ciddi bir şekilde kadın istihdamını teşvik etmişti ki böylece feminist hareket popülerleşmeye başladı.
3) bilgi toplumu
buna endüstri 4.0 da deniyor ve farklı farklı isimler de kullanılıyor ama en temel konu aslında artı değer üretim süreçlerinde insansızlaşmadır denebilir. dokuma tezgahı üreterek orada çalışacak işçi aramak yerine işçiye ihtiyaç duymayacak dokuma tezgahını üretecek olan bilgiyi tutmak ya da fast food restoranlarında tamamen robotlar tarafından ödemenin alınıp hamburgerin yapılmasıdır.
bir tık ilerisinde, az nitelikli beyaz yaka işleri için yapay zeka gibi teknolojilerin geliştirilmesi olacaktır. çünkü, fast food için finite state algoritma kullanılabilir yani para çokomel mantığı ama iş bir tık daha kompleks hale gelince karar verme işi için algoritmanın dışına çıkmak gerekebilir. bu da algoritma kurmayı gerektirecektir, bunun için de zeka gerekir.
geniş açıdan bakıldığında bugün insanlar tarafından yapılan birçok işin uzun vadede insana ihtiyaç duymaması demektir. bu da beraberinde daha az sayıda insanın üremek istemesini getirir. zaten bir yerde de, insan emeğinin ucuz olduğu gelişmemiş ülkelerle gelişmişleri ayıran da budur.
4) türkiye
bu uzun tanımlamalardan sonra başlıkla alakalı olarak türkiye'nin nerede durmaya çalıştığına sanırım değinebilirim. toplum olarak türkiye birçok farklı katmandan oluşur. her şeye rağmen, bireyin hangi toplumsal kesimden neşet ettiğini anlamak için geriye dönük 2 neslinin eğitim durumunu araştırmak yetecektir çünkü ülkedeki temel fay hattı modernite muhafazakarlık ve bunun muhtelif formlarıdır.
islam burada işlevsel olarak ele alınabilir çünkü sanayi devrimiyle arasında tarihsel olarak 1000 yıldan fazla bir süre olduğunu kabul etmek zorundayız. bunun dışında da, islam'ın sosyal yaşamı da düzenleyen bir yönü olduğunu kabul etmek zorundayız. bu gerçeği yan yana koyarsak da, islam'ın tarım toplumu üzerinden bir toplum okuması yaparak sosyal yaşamı düzenleyen bir din olduğunu görürüz.
mesela her dinde olduğu gibi evlilik kurumunun kurallarının ya da miras hukukunun kurallarının islam eliyle oluşturulduğu görülür. tabi yayıldığı her coğrafyada farklı toplumsal dengeler olduğu için zaman içinde farklı yorumlar, farklı mezhepler vs. oluşmuştur.
bu noktada da, türkiye'de toplumu okurken ya sanayi toplumun ferdisin ya da tarım toplumunun diye bir ya bir ya sıfır mantığı kuramayız. bu bir geçişkenlik meselesidir aslında ama din bu noktada türkiye için fikir oluşturmamızı sağlayan bir göstergedir. bunu örneklendirelim.
geçen gün camiden kovulan kadınlar temalı bir haber çıkmıştı. ekşi sözlük'te de gündem oldu. toplumun farklı farklı kesimlerinden de farklı farklı tepkiler geldi.
- dine uzak olan kesim bunların ve dinlerinin kadın düşmanı olduğunu savundu.
- başka bir radikal kesim son derece haklı olduklarını ve camide kadının işinin olmadığını savundu.
- başka bir kesimse gerçek islam'ın bu olmadığını çeşitli ayetlerle açıkladı.
liste uzar gider aslında ama sanırım temel görüşler bunlardı. öncelikle konuya ilahiyat üzerinden yaklaşacak olursanız, rahatlıkla tek bir islam anlayışının olabileceğini kabul edebilirsiniz. fakat konuya sosyolojik düzeyden yaklaşacaksanız, birden fazla islam anlayışının olacağını kabul etmeden analiz yapamazsınız çünkü toplumsal tabakalaşma günümüzde o kadar girift bir haldedir ki bu katmanlar tarafından dinin yorumlanmasında tekillik beklemek artık mümkün değildir.
alt kültür de bir yerde budur zaten. insan zihni basit mantıkla ya muhafazakarsın ya sekülersin diye bir şekilde ayırmaya meyilli olsa da, alt kültürü en basit haliyle sınıflandırırken bile toplumu en az 10 parçaya bölmeniz gerekebilir. bu nedenle bu camiden kovulan kadın haberi aslında değerliydi çünkü böyle bir sınıflandırma yapamadığınızı gördünüz.
a) bunu anlamak içinse farklı alt kültürlerin devletle olan ilişkisini çözmek önemlidir. bugün radikal birçok fikrini duyduğumuz eski ayasofya imamı mesela katı bir yorumla toplumun sinir uçlarına dokunduğu için görevden alındı çünkü bunun siyasi bir katkı/konsolidasyon getirmediği görüldü.
b) her bu tarz olayda aslında islam'ın bu olmadığını ayetlerle açıklamaya çalışarak kendine ilahiyat üzerinden haklılık kazandırmaya çalışan yazarlar da var. onların yaptığı temel hata sosyolojik analizle toplumu açıklamaya çalışırken didaktik davranmaya çalışmalarıdır.
c) dinle bağını koparmasa da, günlük hayatında dini göremediğiniz insanlar da var. genelde dinin baskı aracı olarak kullanılmasından rahatsızlık duydukları için sosyal medyada ateizm hakkında bol bol yazarlar.
her kesim aslında içinde büyüdüğü bir alt toplumun ferdidir. bu alt toplum ise alt kültürler yaratır ama kesin olan şu ki bu tarz alt toplumların oluşabilmesi için ürettikleri kaynak ile kullandıkları kaynağa bakmamız gerekir.
radikal olarak dini yorumlayan kesimlerin üretebildiği kaynaklar çok kısıtlıdır. temel olarak ayakta durabilmelerini devletin onlara aktardığı kaynaklarla sağlarlar. birçok farklı cemaat de okutarak yüksek kademelere getirdiği kişilere bel bağlasa da, bu uzun vadede sürdürülebilir değildir. istanbul sözleşmesi gibi uygulamalara en sert çıkan da, kadınları en çok sosyal yaşamdan çıkarmak isteyenler de bunlardır. aslında ya bir ya sıfır dediğimiz tarım toplumu sanayi toplumu spektrumunun tam anlamıyla tarım toplumu kesimindedirler.
ayetlerle gerçek islam bu değil savunması yapan kesimse biraz daha sanayi toplumuna yakındır. yine de, aidiyet ve adalet duyguları güçlüdür. bu nedenle de çeşitli fanatizmlere kapılmaya teşnedirler. her şeye rağmen bilimin önemine atıfta bulunurlar ama pozitivizmle de huzur bulamazlar. aidiyet duyguları güçlü olduğu için duygusal tepkilerinde aşırılıklara düşerler. kendi içlerinde de din bilim çelişkisini yaşamaya başlayan ilk katmandır. devletten aldıkları kaynakla üretebildikleri kaynak arasındaki denge ilki aleyhine de olsa bir önceki radikal taban kadar açık değildir.
gündelik hayatında dini pek göremediğiniz ama yetiştirilirken dine dair değerlerin de gözetildiği bir başka kesim daha vardır. toplumdan kullandıkları kaynaktan fazlasını üretebilenlere ilk kez bu kesimde rastlayabilirsiniz. eski cumhuriyetin okursan sen de sınıf atlayabilirsin dediği kesimdir aslında. kariyer meslek sahipleridir birçoğu. dinini bireysel yaşamayı başaran ve bunu savunan ilk kesimdir de denebilir.
bir sonraki kesim dinle tamamen kopmuş kesimdir. bu aslında iki kesime de ayrılabilir. ilk kesim bir öncekinin çocuklarıdır. belirli bir maddi imkan içinde büyüdükleri için siyaset sahası sıkışana kadar dine karşı herhangi bir sempati ya da tepkisellik taşımazlar.
ikinci kesimse bugünkü genç işsizliğinden muzdarip kesimdir. gençliğin verdiği enerjiden ötürü yapmak istedikleri çoğu şeyi yapacak maddi imkana sahip değildirler. siyasi tepkilerini siyasi iktidara ve oradan da dine yönelterek gösterirler. tepkiselci ateistler de denebilir ama ateizm hakkında pek de bir fikirleri yoktur. islam'a karşı ateizm savunusu yaparlar ama ateizm'in dinlere karşı savunulacak bir yanı olmadığının farkında değildirler.
son kesimse artık tamamen ülkesine yabancı ve muhtemelen tc pasaportu taşımak dışında ülkeye dair bir aidiyeti olmayan kesimdir. birçoğu da muhtemelen aile servetiyle yurt dışında yaşamayı/eğitim almayı tercih etmiştir. nüfus olaraksa pek bir varlıkları yoktur.
tüm bunlar aslında sınıfsal ayrışmanın aynı zamanda sadece din üzerinden son derece dandik bir şekilde ele almaya çalıştığım bayağı bir analizdir fakat sınıfsal ayrışma üzerine siyaset yapmayı zorlaştıran kültürel kimlikler arasında en güçlü olan kimliklerin başında da dinin geldiğini kabul etmek gerekir. bu kimlikler, farklı toplum kesimlerinde özellikle dezavantajlı olanların sınıfsal ayrışmaları gölgeleyerek siyaset yapılmasında etkili olarak kullanılabilirler.
kötü koşullarda yaşamasına rağmen buna neden olan iktidarı neden desteklediklerini anlamadığını söyleyen seküler cenahın hafife aldığı konu da bu kimliklerdir. öte yandan bu da sonsuz güçte bir siyasi araç değildir. özellikle pandemi gibi ekonominin ciddi sarsıldığı durumlarda kimlikler kadar sınıf siyasetine de alan açılır. bu noktada ikisi arasında bir sıfır toplamlı oyun olduğu da söylenebilir.
5) bilgi toplumuna farklı bir geçiş mümkün mü?
temel alınan nokta hep bilgi toplumuna geçiş için gereken sanayi toplumuna geçişti. açıkçası tarih de böyle aktı zaten, tarım toplumu - sanayi toplumu - bilgi toplumu. fakat özellikle z kuşağının oy tercihleri üzerine yapılan çalışmalarda kimliklerin, özellikle de dinle ilgili olan kimliklerin, öneminin azaldığı yeniden görülüyor. buna gerekçe olarak da bilgi ve dijital çağın içine doğan bu neslin kimliklere olan ilgisizliği gösteriliyor.
bu konuda net bir fikrim yok ama duygular üzerine siyasete dayalı kültürel kimlik siyasetinin işlevsizleşmeye başlamasının kötü bir şey olamayacağına inanıyorum. sert bir hiyerarşik yapısı olan türkiye toplumunun derin bir ekonomik krizle sınandığında toplumun genel tepkisi krizin sonlandırılması üzerine gelişti tarih boyunca.
bilgisel farkındalığı internet çağı nedeniyle yüksek ama yetenekleri dar bir nesille gelecek olan kültürel kimlik siyasetine tepkisizlik ve buna karşı toplumsal yapıda devlet eliyle sekülerle hayatı zindan etmeye dayalı kültürel kimlik siyasetine dayalı oy konsolidasyonu karşısında güçsüz olanın ikincisi olacağı muhakkak çünkü eski nesiller yavaş yavaş ölüyorlar.
yine de, pandeminin gölgesi ekonominin üzerinden kalkmadan ve önümüzdeki seçim sonuçlarına göre toplumun alacağı şekli görmeden geleceği görmek bir yana kendi içinde tutarlı tahminde bulunmak bile çok zor görünüyor.