Yeni Dünya Siyasetinde Çokça Tartışılan Kritik Bir Düşünce: Çokkültürlülük
Nedir?
dilimize çokkültürlülük ya da çokkültürcülük olarak çevrilen multiculturalizm; temelde çok kültürlülüğü benimseyen, savunan ve teşvik eden bir politik akımın adıdır.
Temel dinamik ve etkileri
çokkültürlülük, 20. yüzyıl'a kadar süregelen ve yüksek avrupa kültürüne ilişkin olarak kullanılan, tekil kültür anlayışına tepki olarak doğmuş bir kavram. 20. yüzyıl amerikan sosyal ve kültürel antropologları tarafından franz boas'a referans verilerek kullanılmaya başlanmış olan kültürel görelilik (cultural relativism) kavramı ile de ilişkilendirilebilir. bu bakış açısıyla, kültür kelimesi tekilllikten ve "avrupalılık"tan kurtulur, farklı ve eşit derecede tanınması gereken kültürleri de içine alan bir kavram haline dönüşür. çokkültürlülük, temelinde farklı kültürlere karşı tolerans ve hoşgörü temeline dayanır, farklılıkların tanınması politikası (politics of difference, politics of recognition) ile açıklanabilir.
elbette kavramın kendi içerisinde de farklı bakış açıları mevcuttur. charles taylor'ın öncülüğünü yaptığı komüniter bakış açısı bireyin toplumun önünde olduğu düşüncesini reddederek, "bütün, kendisini oluşturan parçaların toplamından fazlasıdır" önermesine bağlı kalarak çokkültürlülüğü açıklamaya çalışır. bunu yaparken de ontolojik bütüncülükten faydalanır, farklı kültürel kimlikleri azaltılamaz/sadeleştirilemez kamu mallarının bir parçası olarak görür ve bunların eşit derecede tanınmasını meşru kılar. buna karşılık olaya liberal perspektiften yaklaşan ve başını will kymlicka'nın çektiği teorisyenler ise liberal düşünce ile çokkültürlülüğü ilişkilendirmeye çalışarak, bireyin otonomisi ve öz saygısının oluşumunda kültürün olmazsa olmaz olduğunu savunur. birey, bir kültürün üyesi değildir sadece, aynı zamanda o kültür onun bireysel varlığının da ayrılmaz parçasıdır. bu nedenle kültürler arası eşitsizlik aynı zamanda bireyin bu otonomisine de zarar verir ki birey kendi seçimlerinden bağımsız oluşmuş olan bu eşitsizlikten sorumlu değildir. kültürler ya da topluluklar arasındaki eşitsizlik tam da bu noktada bireyin tercihlerinden bağımsızdır ve onu kendi seçiminin dışında cereyan eden eşitlizliğe maruz bırakır. çokkültürlülüğün liberal düşünce tarafından desteği de bu noktadan sağlanır.
ne var ki, hem komüniterleri hem liberalleri aynı çatı altında birleştirebilen bu güzide kavram aslında pek çok eleştiriye de maruz kalmıştır, kalmaya da devam edecektir. birincisi, tam da karşı çıktığı kültürel hiyerarşiyi kendisi yeniden üretmektedir. tolerans ve hoşgörü kavramları aslında şişede durduğu gibi durmamakta, estirdikleri mutluluk rüzgarının altında saklı olan eşitsizliği de beraberinde getirmektedirler. yani, bir grubun (ki bu "normal" "doğru" "çoğunluk" gibi kavramlara daha yakın duran grup) diğer grubu (bu kavramlara daha uzak olan) tolere etmesi, ona katlanması, onu hoş görmesi manasına gelir ki, karşı çıktığı hiyerarşıyi aslında kendi bizzat yeniden üretir.
ikinci kritik, kültürlerin tarihsel oluşumu ve etkileşimi noktasında yapılır. çokkültürlülük kavramının mozaikleştirdiği, kalıplaştırdığı, birbirinden keskin çizgilerle ayrıştırdığı kültürler aslında tarihsel olarak akışkan, dönüşen-dönüştüren, birbirinden etkilenen, devinim içerisinde olandır ki çokkültürlülüğün statik yaklaşımı ile çatışır bu. üçüncü eleştiri ise, sınıf teorisine dayanır. çokkültürlülükteki komüniter duruşun kültürel ögelerle sınırlı olması eleştirilir. çokkültürlülüğün komüniter bakış açısıyla açıklanması sırasında, bunun sadece kültürel eşitsizliklere referans verilerek yapılması ve ekonomik/sınıfsal sömürünün gözardı edilmesi temel sorunsaldır. nancy fraser'ın bu konuda çok şukela yazıları mevcuttur. son olarak da, kültürlerin bu statik analizi ve bireylerin bu kapalı kutulara endeksli açıklanma biçimi egaliter kritiğin ilgi alanı içine girer ve bu bağlamda eşitliği savunulan kültürlerin kendi içlerindeki türlü türlü eşitsizlikleri ve güç ilişkilerini yok saymasından dem vurulur.
tam da bu noktada son yıllarda ivme kazanan "intersectional analysis" sözü alır ve ezilen her türlü bireyi/topluluğu kesiştirme yoluna gider. kültürün statik analizini reddeder, eşitliğin ancak ve ancak her türlü hiyerarşik güç ilişkisinin yok edilmesi ile mümkün olabileceğini savunur. ırk, etnisite, sınıf, gender vb. nedenlerden kaynaklı her türlü eşitsizliğin altını çizer ve bunların ne denli birbirine bağımlı olduğu ve bir bütün olarak incelenmesi gerektiğini savunur. bunun güzel örneklerine türkiye'de de rastlamak mümkündür. ismini ebru sanatından alan atilla durak'ın fotoğraf projesi bunun için oldukça faydalı bir örnektir. ‘türkiye’nin kültürel ebrusu’, kültürlerin de suyun üzerindeki renkler gibi akışkan ve değişken, iç içe geçiyor ve yeni renkler, yeni dokular oluşturuyor olması esasına dayanır. edebiyattaki örneği için de ursula le guin'den mülksüzler okunabilir.
Çokkültürlülük ve Avrupa devletleri
kanımca, çok kültürlülüğün bir zenginlik olabilmesi, o ülkenin kendi şartlarına ve kendi gerçeklerine bağlı bir durumdur. bu yönden türk ulusu neredeyse tüm unsurlarıyla kaynaşık bir ulustur. ancak, italya, ingiltere, almanya gibi ülkelerin aksine ulus devlet olma sürecini tam anlamıyla tamamlamamıştır.
batı medeniyetinin bize lütufta bulunarak yakıştırdığı kültür mozaikliğini ve bunun ne paha biçilemez bir zenginlik olduğunu gene “batı”ya bakarak anlayabiliriz. bugün ispanya, ülkesinin en zengin bölgesinde, devlet içindeki devlet konumundaki baskları kendisi için bir “zenginlik” olarak mı görüyor? aynı şekilde fransa için korsikalılar, paha biçilemez bir mozaik mi? fransa 1991 yılında “fransa halkının bir unsuru olan korsika halkı” ifadesini iptal ederken, mozaikten mi sıkılmıştı? anayasasının 2. maddesini, 1992’de “fransızca cumhuriyetin anadilidir” diye değiştirirken o mükemmel mozaiği bozduğunun farkında değil miydi, merak içerisindeyim.
belçika, fransa, lüksemburg gibi ülkeler, azınlık hakları çevre sözleşmesini imzalamayarak neler kaçırdıklarının farkında değiller, almanya; topraklarındaki alman vatandaşı türkleri azınlık olarak değil de “göçmen işçi” olarak tanırken, “zenginlik” istemediğini mi belirtiyor? hayret. hollandanın etnik nüfusun, genel nüfusun %10’una yaklaşması karşısında, ilk hamlesi, etnik dil öğrenimine devlet desteğinin tamamen kaldırılması ve hollanda vatandaşlığına geçişin neredeyse imkansızlaştırılması oluyor madem; bu kültür mozaiği denen zenginlik, avrupa’da para mı etmiyor? ab üyesi yunanistan, ülkesindeki makedonları, arnavutları, türkleri gerçekten de bir zenginlik olarak algılıyor ama sanırım fazla zenginlikte gözü olmadığından olsa gerek, kendilerine pek nefes alma izni vermiyor.
sonuç olarak, çok kültürlülüğün, “ulusal” imha silahı mı, zenginlik mi olduğunu, o ülkenin kendine özgü şartları iyice değerlendirildikten sonra karara bağlanması gerekiyor. kaldı ki bir ülkenin etnik mozaik olarak tanımlanabilmesi için, etnik nüfusun genel nüfusun %35’ini oluşturabilmesi önşart. türkiye’de bu oran, emik bakışla %15’i bile bulmuyor. kanımca devlet, bu gerçeği görerek, etniklik politikasını bunun üzerine kurmalı, çok sevgili müttefiklerimizin pipilerinin keyfine göre değil.
Bir Sözlük yazarından, çalıştığı çokkültürlü ortama dair
bugün işyerinde düşünüyorum: türk'üm (aslında genetik olarak türk-kürt karışımıyım da kültürel olarak tamamen asimile olmuşuz iki nesildir), ofis arkadaşım han çinlisi. karşı ofiste bir vietnamlı, bir de dubaili bir hintli var. koridor boyunca her milletten insan... patronum yarı çinli, yarı koreli. onun da patronu perulu. peruluyla toplantım vardı sabah, adam ar-ge'nin başındaki iki adama telefonla bağlandı bir soru için, biri hintli diğeri rus. satışın başında güneyli bir beyaz amerikalı adam (katolik italyan asıllı), pazarlamanın başında batılı bir beyaz kadın var, şirketin baş avukatı da zenci. en tepede tabii ki yahudi (haha yok ulan, gençken garajlarında kurmuş teknoloji şirketini, banker tayfasından değil).
dünya bankasında çalışan bir arkadaşın doğum günü vardı geçen hafta, evlere şenlik. beraber yaşadığım insanlar bir yunan ve bir brezilyalı-amerikalı kırması. meksika/beyaz hippi mahallesindeyiz. kız arkadaş macar. bir yanda arjantinli komşular var, gürültücüler ama mangalları nefis. diğer yanda da zenci bir aile, mütemadiyen televizyon izlerler. haftada bir kore hamamına gidiyorum, erkeklerin pipileri bayağı küçük, neşem yerine geliyor. berberim el salvadorlu, gözleri görmez, saçımı mahveder her seferinde. karısı kübalı galiba, her yerde küba bayrağı var. eskisi berber ermeniydi, huysuz ihtiyarın tekiydi. tamircim... valla tamircimi bilmiyorum, arabaya bakım yapmayalı bayağı oldu zaten satsam ederi 2000 dolar, ama herhalde o da meksikalıdır. taksiciler ganalı. yan mahallede etiyopyalıların kahvesi, slavların gece klübü, türklerin restoranı... tibetlinin incik boncuk sattığı yerin yanında amsterdam falafel diye bir yer var, içinde ne hollandalı, ne arap, ne de amerikalı olan birileri çalışır.
kısaca böyle saçmasapan bir yer. gül gibi geçinip gidiyoruz diyeceğimi sanıyorsunuz ama öyle değil. bazısına zar zor tahammül ediyorum, çinlilerin r harfini söyleyememelerini onca yıldır anlayamıyorum, hintlilerin kokusuna hala alışamadım, götünden pantolonu düşen zencileri dövesim geliyor. insan başkalarıyla yüz yüze gelmeden ne kadar ırkçı olduğunu anlamıyor kolay kolay. ama en azından farkında olup davranışlarına yansıtmamaya çalışıyorsun, önyargılarına tasma takıyorsun. yani gül gibi geçinip gitmiyoruz ama bir şekilde geçinip gidiyoruz. benim için çokkültürcülük de herkese sevgi kelebeği gibi davranabilmek değil, sevmesen dahi bir şekilde geçinip gidebilmektir.
bu kadar düşük standartla değerlendirdiğimizde dahi bu işi başaran, yani büyük şehirlerde, orta sınıf özel sektör hayatının aynılaştırıcılığıyla ayakta durabilen multikültürel "ekolojiler" sınırlı sayıda: londra'sı, new york'u, montreal'ı, melbourne'u var; expat nüfusuyla dubai'si, şangay'ı, bombay'ı var.. ama bir adım dışarı çıkıyorsun, bambaşka bir evrenle, bambaşka bir yüzyılla yüzleşiyorsun.
demin yukarda anlattıklarımı düşünün; bisiklet mesafesinde bir yol katettiğim zaman bütün bunlar bir anda yüzde 95'i beyaz, muhafazakar, hristiyan, az eğitimli, mavi yakalı amerikalı kalıbına dönüşüveriyor. uzun bir bisiklet mesafesi ama yine de bisiklet mesafesi. onu bırak, hollanda gibi açık bir yerle isviçre, belçika, avusturya gibi epey xenofobik (yabancı düşmanı) yerlerin arasını yürüyerek gidip gelirim. bu kadar da kırılgan bir cam fanus multikültürelizm.
ve paradoksal olarak, ekonomik entegrasyon işini tutturup da kültürel farkları erittikçe, çokkültürcülük "başarısı" da artmış oluyor. benim bahsettiğim yunanlıyla, brezilyalıyla falan hayatımın yüzde 90'ı aynı zaten. bırak 500'ü, 50 sene önce bile böyle değildi. şimdi biz beraber, amerikan üst kimliği altında (veyahut başkası avrupalı kimliği çatısı altında) görece rahat şartlarda birbirimizi öldürmeden yaşayabiliyoruz diye bu multikültürelizmi kutlamak da ikiyüzlüce geliyor bana.