Yılın En Sevilen Arthouse Filmlerinden The Worst Person in the World'ün Analizi

Yönetmen Joachim Trier'in Oslo üçlemesinin 3. filmi olarak kabul edilen ve vizyona girdiği yılın son döneminde ilgiyle karşılanan film hakkında açıklayıcı bir analiz.
Yılın En Sevilen Arthouse Filmlerinden The Worst Person in the World'ün Analizi

Genel bir bakış

joachim trier ve eskil vogt ikilisinin çok iyi yaptığı bir şey var, insan olanın sert karnını (hayır, yumuşak değil) bilerek, oraya durmadan ve farklı biçimlerde dokunuyorlar. ama vuruyorlar, ama gıdıklıyorlar, ama yakıyorlar, ama kaşıyorlar... sonra film bitiyor, film gerçekten bitiyor, ama ben onu taşımaya devam ediyorum. dürtmeye korktuğum yerlerde artık ağrılar var. her hareketimle bana kendini hatırlatan ağrılar... varolduğunu bile bilmediğim kaslarımı hissediyorum. unutmuşum çünkü kullanmayalı uzun zaman olmuş... bu süper ikilinin yarattığı bütün filmleri izlemiş kahrolası bir melankolik olarak, bu etkiye bayılıyorum.

verdens verste menneske (aka "dünyanın en kötü insanı"), “oslo üçleme”sinin üçüncü filmi (diğer iki film: reprise ve oslo 31. august). hiçbir film birbirinin devamı veya öncesi niteliğinde değil ama sessizce birbirlerini çağırıyorlar.

“dünyanın en kötü insanı”, prolog, 12 bölüm ve epilog’dan oluşuyor. en özet haliyle, dünyadaki yerini bulmaya çalışan julie’nin hikayesine, giriş- gelişme- sonuç akışıyla eşlik ediyoruz yani.

julie bir sahnede diyor ki; “hiçbir şeyin sonunu getiremedim, sürekli bir şeyden diğerine atladım durdum.” sonunu getiremediği şeylerse, bize atalarımız ve toplum aracılığıyla dayatılan şeyler aslında: tek bir hayatın var ve o hayata tek bir eğitim hayatı, tek bir meslek, tek bir evlilik, tek bir aile, tek bir eş, bir veya birkaç çocuk, belki bir köpek veya kedi seç, koy. diğer ihtimalleri bir kenara bırak, seçtiklerinle devam et, sonunu görene kadar onlarla hayatını geçir... bu yolu böyle gitmeyi istememek julie’yi dünyanın en kötü insanı yapar mı peki?

aksel bir sahnede diyor ki; “bazen yeni şarkılar dinliyorum, daha önce hiç dinlemediğim şarkılar. sonra bakıyorum, hepsi gençliğimden. o zaman dinlemediğim veya karşılaşmadığım şarkılar sadece. aslında yine eski şarkılar dinliyorum.” umutla bekleyeceği, türlü türlü hayaller kuracağı bir gelecek olmadığını kabullenince, aksel’in geçmişine dönmesi, oraya sığınması, saklanması, orayı tekrar keşfe çıkması, sadece orada yaşamak istemesi, “sanatım aracılığıyla hatırlanmak istemiyorum, hayali bir yüz olmak istemiyorum, sadece evimde yaşamak istiyorum” demesi, aksel’i dünyanın en kötü insanı yapar mı peki?

aksel bir sahnede julie’ye diyor ki; “senin hakkında, senin bile unuttuğun şeyler biliyorum, öldüğümde hepsi yok olacak.” biraz sonra ekliyor; “sen hayatımın aşkısın.” aksel’in çabasını görebiliyorum. julie’ye, kendisiyle ilgili önemli bir şey vermek istiyor. julie yaşadıkça bu cümleyi saklasın, böylelikle aksel de bu cümle aracılığıyla unutulmasın, yok olmasın istiyor.

çünkü bu dünyada kendine bir yer bulabilmek, bir iz bırakabilmek, “ben de buradan geçtim” diyebilmek çabası var... bunu yapmaya çabalayan herkesin yolu başka. kimimiz aksel gibi sonunu getiriyor, kimimiz julie gibi bir yerden diğerine atlayıp duruyor. julie gibilere özenen bir sabitsevici olarak; "onu deneseydim, o adımı atsaydım, o kapıyı açsaydım veya tam tersi kapatsaydım, neler olurdu?" diye her zaman merak edeceğim. dünyadaki yerimi -henüz- bulamadım, üstelik bulmak için ne aksel kadar yaşadım ne de julie kadar cesurum.

peki bu beni dünyanın en kötü insanı yapar mı?

Filmin baş karakteri julie hakkında konuşalım biraz

julie ile özdeşlik kurmamın sebebi, hayatı ile ilgili ne yapacağını bilemiyor olmasıydı. bunun bir karakter yanında bir kadınlık meselesi olarak sunulması ayrıca hoşuma gitti çünkü bence kadınlar olarak son dönemde ele avuca sığmaz hale gelmemizin, mutsuz ilişkilerimizin, hayattan zevk almayıp sürekli isyan etmeye meylimizin sebebi, elimizde yeni yeni elde edebildiğimiz ve bir yandan da kaybetmekten ödümüzün koptuğu bu özgürlük ile ne yapacağımızı bilemiyor olmamız. aksel ile ettiği "kendi hayatımı yaşamıyorum, seninkine dahil oluyorum" kavgasını aslında içten içe kendiyle ediyor. aksel'i sepetleyip, başka bir yere geçip yeniden başlama hevesi de bu yüzden. eğer julie ne istediği konusunda başında net bir insan olsaydı ve mevcut hayatında kendisiyle barışık olabilseydi aksel ile ilişkisi bitmeyecekti. bitmesinin asıl sebebi, elindeki özgürlüğü ile ne yapacağına bir türlü karar veremiyor olması.

burada çocuk meselesine geliyorum çünkü çocuk, hayat demektir, devamlılığı simgeler. öleceğinin farkında olan belki de tek canlı olarak bizlerin bu travmaya karşı geliştirdiği birtakım savunmalar var, bence günümüzde çocuk yapmayı hâlâ rasyonalize ediyor olmamızın sebebi de tam olarak bu. julie'ya gelirsek kendisi işe yarar bir şeyler yapmanın derdinde. normalde kadına annelik rolü biçilir; aslında bu sizi bir ömür ayakta tutmaya yetecek ve "bir şeyler yapıyorum" hissiyatını yaşatacak, gerekli motivasyonu verecek, ulaşabileceğiniz en kolay araçtır.

julie ise ben ve diğer "modern" kadınlar gibi bu kolaycılığın onun kimliğini sömürmesinden korkuyor ki haksız değil. çocuk, aslında hayatı devam ettirmeye çalışırken kendinizden vererek bedel ödemek zorunda olduğunuz bir mefhum. bir nevi şeytana ruhunu satmak gibi, bir bedel ödüyorsunuz. düğünde yapılan bebek maması muhabbeti de tam olarak bu noktaya temas ediyordu. julie'nın da kaçmaya çalıştığı şey tam olarak bu. ama işin ucunda bu dünyada kendiyle tatmin olmadan, aksel'in korktuğu gibi bir "iz" bırakıp gitmiş olmadan ölüp gitmek var. çocuk doğurup hayata anlam katmak ve ölümden kaçmak kolay gibi görünüyor ama kendinizden ödün vermeniz gerek. kendinden ödün vermeden hayata farklı anlamlar katmaya çalışıp kendini keşfetmek zor çünkü kadınlar kendi bireylikleriyle ilk kez yüzleşiyorlar. zira deneyim aktarımı yok.

Julie biraz bencil olabilir mi?

film hakkında öncelikle söylemem gereken şey julie'in son derece bencil bir karakter olması. hayattan beklentiler belirli süreç ve şartlarda değişebilir, bunu julie'nin okuduğu bölümler arasında yaşadığı geçişler ve ulaştığı nihai sonuçta görebiliyoruz. buraya kadar sıkıntı yok ama birlikte olduğu insanlara karşı son derece bencil bir yaklaşım sergilemesi beni açmadı. filmin ilk bölümü bir woody allen filmi açılışı gibiydi, bu yönü hoşuma gitti.

kendime en yakın bulduğum karakter aksel'den devam edelim. aksel, julie'e daha birlikte oldukları gecenin sabahında, aralarındaki yaş farkından hayattan beklenti ve çizilecek rota farklarından bahsederek bu olayın hiç ilişkiye dönmemesi gerektiğini açık bir şekilde ifade etti. ancak julie bu tavra aşık oldu ve aksel ile birlikte yaşamaya başladı. entelektüel anlamda kendisinden daha üst bir konumda ifade edilen aksel'in beraberinde son derece cinsiyetçi bir çizgi roman karakterine hayat vermesi oldukça güzel bir tezat. nitekim aksel ile çeşitli ortamlarda, eğitim ve iş hayatı sebebiyle ezilmeye başlayan julie, nihayetinde kendisi ile benzer bir mesleğe sahip eivind ile aksel'i aldattı ancak bu ilişkisine devam etmesine engel olmadı. taki eivind ile tekrar karşılaşına kadar, aksel'in düzenli bir hayat arzusuna sahip olması çocuk beklentisi ve aralarındaki yaş farkını (hayattan beklenti) öne sürerek aksel'i terk etti. işte bu süreçte alınan tüm kararlar bencilceydi çünkü aksel daha ilişkiye başlamadan kaygılarını açık bir şekilde julie'e ifade etmişti?

beni en çok etkileyen kısım artık ölüme hızlı adımlar ile ilerleyen kanser hastası aksel'in julie ile hastane bahçesinde yaptığı konuşmaydı: "ben eserlerim ile yaşamak istemiyorum, evimde yaşamak istiyorum... seninle." yine objeler üzerinden hayatı anlamlandırma diyalogları muhteşemdi. ancak ölüm bilinci karşısında her şeyin anlamını yitirmesi ve tek gerçeğin hayata devam edebilme arzusu olması son derece iç karartıcı. julie bencilliğini yine burada gösterdi ve her çocuk istediği zaman reddettiği aksel'e hamile olduğunu söyledi. aksel, yaşamının son dönemecinde olsa bile yine son derece ılımlı ve yapıcı bir yaklaşım sergiledi.
julie her zaman bir kaçış arıyor gibi geldi bana, hiçbir zaman bir işi tamamlamayıp bununla ilgili konuşulmasından da zerre haz etmeyen.

son olarak eivind'in çöpte julie'nin kaleme aldığı bir metni bulup onu övmesi sonrası yaşanan diyalog son derece ilginçti. kendi çapında olumlu değerlendirmeler yapan eivind'e, julie'nin yaklaşımı hayatında en son hangi kitabı okudun? birden okumaya merak mı sardın? ve sen benim kişisel çöpümü nasıl karıştırırsın? minvalinde söylemler oldu. ve sonucunda eivind'in garsonluk yapmasına gönderme yaparak onu aşağıladı. benzer bir karşılaştırma için julie, aksel ile birlikteyken bir metin kaleme aldığında ilk iş aksel'e okutarak ondan onay aldıktan sonra çevresine gönderme yolunu seçmesiydi.

işte burada julie'nin yaklaşımı iki yüzlülük içeriyor çünkü aksel'i entelektüel olarak üstün görürken aksel'in çevresini oluşturan benzer entelektüel seviyeye sahip arkadaşlarının kendisine hayat ve işi hakkında sorular sormasından son derece rahatsızdı. kitapçıda çalışırkan aksel tarafından bir kere bile eleştirilmeyen hatta her giriştiği işte desteklenen bir julie var karşımızda. ancak kendisinden aşağı gördüğü, yazısını okutmaya bile layık görmediği eivind'i icra ettiği meslek ve entellektüel seviyesi üzerinden kolaysa yargılayıp eleştirebiliyor.

nihayetinde fotoğraf sanatçısı olan julie'nin hayatında ne kendisine fazlasıyla değer veren o onunla bir gelecek planlayan entelektüel aksel, ne de entelektüel anlamda kendini geliştirememiş bir garson olan eivind vardır. tabi burada asıl öznemiz julie ama ben yukarıda ifade ettiğim üzere onun yaşadığı dönüşüm ve vardığı yerden çok bu süreç boyunca insanlara yaklaşımına takıldım.