Yörük Kültüründe Bebekleri Korumak İçin Yapılan Aydaş Ritüelleri

az önce twitter'da dolaşırken birinin, gezen oğlak'ın yeni doğan oğlakların tuzlandığını gösterdiği bir videoyu alıntılayıp, "aramızda böyle tuzlanan çocuklar var mı? eskiden çocuklar terleri kokmasın diye tuzlanırlarmış." yazdığını görünce, aklıma geldi; o çocuk bizzat benim. beni, rahmetli babaannem deri tuzlar gibi tuzlamış vakti zamanında. bunun yöreden yöreye değişmekle birlikte, sadece ter kokusunu engellemek değil, başka inançlara dayanan nedenleri de var. örneğin çocuğun sarılık olmasının önüne geçmek veya çocuğu nazardan sakınmak gibi.
"aydaş" kelimesi her ne kadar güncel türkçe sözlükte yer almasa da "türkiye türkçesi ağızları sözlüğü" ya da diğer adıyla "derleme sözlüğü" içerisinde "zayıf, çelimsiz çocuk." manasına geliyor. (kaynak: sozluk.gov.tr/)
bilindiği üzere, özellikle akdeniz bölgesi'nin sahil kesimleri; fethiye, kaş, demre, antalya, manavgat, akseki, alanya, gazipaşa, anamur, mut, silifke, mersin ve hatta neredeyse bütün çukurova civarı, türkmen yörüklerinin yüzlerce yıldır süren bir göçerlik geleneğinin ardından, nispeten de olsa yerleşik hayata geçtikleri yerlerdir. bu bölgelerde çok küçük bir nüfus hâlen geleneksel göçerliği sürdürüp, kıl çadırlarda yaşamlarını sürdürseler de nüfusun çok büyük bir kısmı -geçimlerini hayvancılıkla sürdürüyor olanlar dahil- yaylacılığı bir hobi ve alışkanlık düzeyinde sürdürüyorlar. gelişen teknolojik imkânların da etkisiyle artık yaz kış yaylada ya da sahilde yaşayıp işlerini yürütebilen kimseler var. eskiden 3 günlük bir "göç" ile ulaşılan bir yere artık araçla 2 saatte ulaşılabiliyor.
her neyse, velhasılıkelam hasbelkader yaşar kemal okuyanlar bilirler ki yörükler, anadolu'da, osmanlı zulmüne en çok uğrayan halklardan biridirler. osmanlı devleti özellikle 18'inci yüzyıldan itibaren, bu insanları vergiye bağlayabilmek için yerleşik hayata geçmeleri konusunda çok ciddi şekilde baskılar yapmış ve adına "iskân" adı verilen bir tür mezalim, yörükleri tabiri caiz ise inim inim inletmiş. işte dadaloğlu'nun, çukurova'da "ferman padişahındır, dağlar bizimdir!" isyanının hikayesi de bu zulme dayanır.
melih cevdet anday, bu iskân meselesine "yörük mezarlığı" şiirinde değinmişti:
"ağlar bu mezarlıkta yörükler her gece
bıkıp iri yıldızları davar sanmaktan
düşünür eski günleri... iskândan önce
geride kalmanın hüznü yamanmış yaman."
anadolu'daki yörükler her ne kadar en temel özellikleri olan "göçme" mefhumundan zorla mahrum edilseler de geleneklerini de çadırlarıyla birlikte geride bırakmamışlar. işte benim rahmetli babaannem de, neredeyse tüm ömrünü, benim, zamanında "batıl" sandığım ama kimliğimin manasına erdikçe, aslında köklerimizin dimağlarında kalan birer inanç kalıntısı olduğunu idrak ettiğim geleneklere riayet ederek geçirdi.
"aydaş bebek geleneği" de bunlardan biriydi. aydaş olmak ya da aydaşlık, bir bebeğin güçten düşüp hastalanması anlamına gelir. hastalanmaktan kasıt, çocuğun sadece öksürmesi, ateşlenmesi değil. daha çok yemeden içmeden kesilmesi, emmeyi reddetmesi veya kilo kaybetmesi gibi daha ciddi bir hastalık merhalesi. anadolu'da bir çocuğun aydaş olmasına "nazar" başta olmak üzere birçok etmenin neden olabileceği düşünülür. nazarın yanı sıra yatan çocuğun üzerinden geçmenin de aydaşlığa neden olduğuna inanılır. yörük kültüründe yerde yatan bir bebeğin üzerinden asla geçilmez. hatta öyle ki, başka bir çocuk bilmeden, hoplaya zıplaya yerde yatan bir bebeğin üstünden geçse, çocuğu tutup geri geri bebeğin üstünden tekrar geçirirler.
"yerde bebek mi yatar?" diye soracaklara, yörük çadırlarında, üzerinde "hoş geldin mira nil" yazılı, tüllü "anne yanı" beşiklerin olmadığını hatırlatmak isterim. yere bir döşek serilir, bebek de onun üzerine, kundak içinde yatırılır.
nazar, yörüklerde o kadar yoğun bir biçimde inanılan bir meseledir ki, rahmetli babaannem, yaşını soranlara, nazar değmesinden korkarak "yaşım yaylasına erdi evladım." derdi ve asla bir sayı telaffuz etmezdi. bilindiği üzere nazar boncuğu, göz değmesi, kurşun döktürme gibi adetler en eski şaman geleneklerindendir.
işte, bir şekilde "aydaş" olduğuna inanılan bir çocuğun iyileştirilmesi için anadolu'da birtakım ritüeller yapılır. örneğin fethiye'yi içine alan batı akdeniz civarlarında, "aydaş aşı" pişirilirken alanya, gazipaşa vb. gibi doğu kesimlerde ise çocuk, su dolu bir kazanın içinde, bir dört yol ağzında yıkanır. benim tuzlanırken yok ama aydaş yunması yapılırken bir fotoğrafım var. 1988 şubatı'nda doğmuşum ve muhtemelen takip eden birkaç ay içerisinde yaylaya göçmeden evvel bir dört yol ağzında yıkamış babaannem beni. nedeni de biraz tombiş bir oğlan çocuğuymuşum ve güzel besleniyormuşum. nazar değmesin diye yıkamışlar. bir nevi tamamlayıcı sağlık sigortası gibi düşünün. ben pek hasta olmam. babaannem sağken hep, "oğlum seni ateş almaz, sen yünüksün." derdi. (bkz: yünmek) (bkz: yunmak)
aydaşlığı defetmek için anadolu'nun farklı bölgelerinde uygulanan ritüellerin anlatıldığı bir makale var. dileyen göz atabilir. (kaynak: dergipark)
mesela antalya gazipaşa'dan bir örnek vermiş. şöyle diyor: "antalya’nın gazipaşa ilçesinde bebeği aydaşlıktan kurtarabilmek için su dolu bir kabın içerisine kırk tane taş konulur. her bir taş, suya atılırken nazarı değmesi ihtimali olan kişinin ismi zikredilir. çocuk bu suyla dört yol ağzında yıkanır. bebeğin dört yol ağzında yıkanmasının nedeni, günümüzde ilçe halkı tarafından buralardan nazarı değen kişi ya da kişilerin geçme ihtimalinin yüksek olması şeklinde yorumlanmaktadır." (sf. 225)
makalenin devamında muğla'nın yerkesik mahallesinde, "aydaş" olan çocuğun, bir kadın tarafından bir kazana konularak etrafında, "al ateşini, ver çocuğumu!" diyerek 3 kez dönüldüğünden bahsediyor. bildiğiniz şaman ayini.
yine aynı makalede, aydaşlığa neden olan olaylar şöyle sıralanmış:
1. bir kadın, çocuğu sütten kesilmeden tekrar hamile kalırsa ve çocuk bu arada emmeye devam ederse doğmuş olan çocuk aydaş hâline gelir.
2. bir evde çocuk doğduktan sonra kırk gün geçmeden o eve kırkı çıkmamış başka
bir çocuk getirilirse daha önce doğan çocuk aydaş olur.
3. lohusa bir kadın diğer bir lohusanın yanına gelirse orada yaşayan çocuk aydaş
olur.
hani nazım hikmet "türk köylüsü" şiirinde diyor ya, "o topraktan öğrenip, kitapsız bilendir." en güzel örneklerinden biri budur herhalde.
birinci maddede doğum kontrolünün, ikinci maddede bulaşıcı hastalıklardan arınmanın, üçüncü maddede de elti kavgalarını engellemenin tek celsede reçetesini vermiş.
trt avaz'ın "aydaş aşı" ile ilgili bir videosunu buldum. silifke'nin bir köyünde, kadınlar aydaş aşı pişirmeyi uygulamalı olarak anlatıyorlar. birkaç dakikalık bir video; izlemek isteyenler göz atabilirler.
işte binlerce yıl boyunca tabiatın bir parçası olmuş ve inancının temeline, doğayı konumlandırmış bir halk, üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, bazı geleneklerini nesiller boyunca aktarıyor... madden, bu cihanda bir toz zerresi kadar yer kaplayamayız belki ama şu mukaddes tabiatın manasına bir katre erebilirsek ne mutlu bize...
tam da veysel'in dediği gibi:
"aslıma karışıp toprak olunca
çiçek olur mezarımı süslerim
daglar yeşil giyer bulutlar aglar
gök yüzünde dalgalanır seslerim
ne zaman toprakla birleşir cismim
cümle mahlûk ile bir olur ismim
ne hasudum kalır ne de bir hasmım
eski düşmanlarım olur dostlarım...
evvel de topraktır sonra da adım
geldim gittim bu sahnede oynadım
türlü türlü tebdilâta uğradım.
gâhi viran şen olurdu postlarım
benden ayrılınca kin ve buğuzum
herkese güzellik gösterir yüzüm
topraktır cesedim güneştir özüm
hava yağmur uyandırır hislerim
âlimler âlemi ölçer biçerler
hanını hasım eler geçerler
bu dünya fânidir konar göçerler
veysel der ki gel barışak küslerim..."