1984, Açlık Oyunları, Black Mirror ve Dahası: Distopya Türünü Neden Seviyoruz?

Ütopik bir toplum anlayışının tam zıttını anlatan distopya kavramı günümüzün popüler kültüründe çok seviliyor... Peki neden seviliyor olabilir?
1984, Açlık Oyunları, Black Mirror ve Dahası: Distopya Türünü Neden Seviyoruz?

distopya edebiyatı ve günümüz korkuları: 1984'ten black mirror'a, toplumsal distopya motiflerinin yükselişi

bir sabah gözünü açtığında, “bugün distopik bir ülkede mi yaşıyorum, yoksa hâlâ bildiğim dünyada mıyım?” diye düşündün mü? sokakta bir yüz tanıma kamerası, haberlerde yapay zekâ destekli sansür, instagram'da algoritmaların yönlendirdiği milyonlarca insan…
modern insanın kabusu artık kitap sayfalarında gizli kalmıyor; 21. yüzyıl, distopya edebiyatının imgeleriyle gerçek hayat arasında incecik bir perde bırakıyor.
neden? çünkü korkularımız hiç bu kadar elle tutulur, gündelik hayatın içinde, görünür ve çoğaltılmış olmamıştı.

klasiklerden günümüze

distopya, ütopyanın karşı kutbunda; iyi hayat hayallerinin çöktüğü, toplumsal düzenin karabasana dönüştüğü anlatıların adı. h.g. wells'in “the time machine”inde, yevgeni zamyatin'in “biz”inde, aldous huxley'in “cesur yeni dünya”sında, george orwell'in “1984”ünde, ray bradbury'nin “fahrenheit 451”inde, anthony burgess'in “otomat portakal”ında ortak bir motif var: toplumu şekillendiren güçlerin bireyi ezmesi, kimliğin silinmesi, özgürlüğün sistemli olarak törpülenmesi.

bu klasikler, sadece 20. yüzyılın travmalarını değil; modernitenin, kentleşmenin, teknolojinin ve bürokrasinin insanı nasıl yalnızlaştırdığına dair öncü uyarılardı.

orwell'in 1984'ünde “big brother” her yerdedir; bradbury'nin dünyasında kitaplar yakılır, bilgiye ulaşmak suçtur; huxley'in evreninde, hazla uyuşturulan kitleler, gönüllü itaatin kölesidir.

bugün sosyal medyanın, algoritmik gözetimin ve “gerçeklikten kopma”nın egemen olduğu bir çağda, bu hikâyelerin zamansızlığı insanı ürpertiyor.

kuramsal bakış

distopya yalnızca edebiyatta değil, sosyolojide ve felsefede de yankı buldu. michel foucault'nun “panoptikon”u; gözetim, disiplin ve cezanın modern toplumdaki görünmez kontrolünü anlatır. bugün yüz tanıma sistemlerinden büyük veri analizlerine kadar, foucault'nun kuramları distopya ile gerçeklik arasında bir köprüye dönüştü.
guy debord'un “gösteri toplumu”nda ise, insan ilişkileri imajların, simülasyonun ve tüketim kültürünün ağına takılır. jean baudrillard'ın “simülakrlar ve simülasyon”unda gerçeklik parçalanır; black mirror'un dünyası, tam da bu “gerçeklik kaybı”nın çağdaş alegorisidir.

züygmunt bauman, “akışkan modernite”de, bireyin köksüzleşmesi, sürekli göç hali, kimlik krizleri ve belirsizliğin insan üzerindeki yıkıcı etkilerinden söz eder. distopya edebiyatı, işte bu felsefi-sosyolojik zeminlerde şekillenir.


doğu-batı, kuzey-güney

distopya anlatıları yalnızca batı'ya özgü değildir. zamyatin'in “biz”i, rus devrimi sonrası otoriterleşmenin bir taşlamasıdır. japon yazar haruki murakami'nin eserlerinde, teknolojik yabancılaşmanın doğuya özgü yalnızlığı öne çıkar. latin amerika'da mario vargas llosa'nın, roberto bolaño'nun metinlerinde, toplumsal çürümüşlük ve totaliterleşme gün yüzüne çıkar. margaret atwood'un “damızlık kızın öyküsü”nün ilhamı, iran devriminden amerika'daki muhafazakâr dalgalara kadar çok katmanlıdır.

bugünün çin'inde sosyal kredi sistemleri, hong kong'da dijital protestolar, rusya'da medya sansürü ve distopik devlet pratikleri; yerel distopyaların küresel izdüşümüne örnek teşkil eder.

temalar

modern distopyaların en baskın teması teknolojik gözetimdir. sosyal medya algoritmaları, cep telefonlarından toplanan veriler, devletlerin “büyük veri” ile toplumu izlemesi, edebiyatın en karanlık hayallerini neredeyse gündelik gerçeğe dönüştürüyor.

“black mirror” dizisi, insana teknolojinin karanlık yüzünü gösteren modern bir distopya ansiklopedisi oldu. “nosedive” bölümünde insanlar birbirini puanlıyor; “fifteen million merits”de herkes, sonsuz bir içerik üretimi ve tüketime mahkûm. “the handmaid's tale”de doğurgan kadınlar köleleştirilmiş, “westworld”de özgürlük ve bilinç yapay zekâya yüklenmiş, “squid game”de ise yoksulluk ve borç sarmalındaki insanlar, ölümüne oyunlarla bir çıkış yolu arıyor.

ekolojik felaketler de distopyaların yeni ana motifi haline geldi: “okja”, “children of men”, “parable of the sower”, “soy lent green”, “snowpiercer”, “wall-e” gibi filmler, gezegenin yaşanmaz hale geldiği, insanlığın hayatta kalmak için etik sınırları yok saydığı bir evren kuruyor.

ekonomik eşitsizlik, elitlerin ve şirketlerin gücü, bireyin yabancılaşması ve itaatin içselleştirilmesi distopya anlatılarında ana damarlar. ray bradbury'nin “fahrenheit 451”i ve kazuo ishiguro'nun “beni asla bırakma”sı, duygunun ve özgür iradenin makineleşen topluma kurban edilmesini irdeliyor.

güncel medya, popüler kültür ve yeni nesil korkular

21. yüzyıl distopyası yalnızca romanlarda değil; dijital oyunlarda, animelerde, dizilerde, sosyal medyada, viral videolarda her an karşımıza çıkıyor. “detroit: become human”, “the last of us”, “nier: automata” gibi video oyunları; “ghost in the shell”, “akira”, “neon genesis evangelion” gibi animeler, yapay zekâ, cyborg, kıyamet sonrası toplum gibi motifleri işler.
bugün sosyal medya distopyası bir gerçek: troll orduları, bot hesaplar, deepfake videolar, veri madenciliği… hepimizin kimliğini, özgürlüğünü, hatta geleceğini tehdit ediyor.
ülkemizde ise, distopya edebiyatı ve korkuları, hem politik baskının hem toplumsal kutuplaşmanın, hem ekonomik belirsizliğin hem de kültürel yalnızlığın biçimini alıyor. türkiye gibi ülkelerde distopyanın gerçekliği, kimi zaman bizzat gündelik hayatın içine sızıyor; haberlerde, sosyal ağlarda, hatta apartman sohbetlerinde bile bir “distopik” gölge hissediliyor.


kişisel bir gözlem

bence distopya anlatılarının büyüsü, sadece korku yaratmasında değil; bize, sıradan hayatlarımızın içindeki mikro-tiranlıkları, alışkanlıklarımızı ve seçimlerimizi sorgulatmasında. bir yandan “daha kötüsü de olabilir” dedirten bir teselli, öte yandan “kötüye alışma” tehlikesine karşı bir uyarı barındırıyor.

distopya metinleri, toplumun aynasını bize biraz kirli, biraz buğulu gösteriyor; çünkü her yeni teknolojiyle, her toplumsal krizle, her kaygıyla birlikte yeni bir “dijital karanlık” yaratıyoruz.

sonuç

artık distopya, bir tür “kötü olasılık hikâyesi” olmaktan çok, bugünün gerçekliğinin farklı bir yüzü haline geldi. george orwell'in “gelecek, bir insan yüzüne basan bir çizmeyle şekillenecek” kehaneti, sosyal medyada linç kültürü, gözetim uygulamaları, algoritmik kontrol, ekonomik kriz ve toplumsal yabancılaşma ile birlikte fazlasıyla güncel.
black mirror'un en karanlık bölümleri, yalnızca teknolojik korkuları değil, ahlaki sınırların ve insan ilişkilerinin çöküşünü de sorgulatıyor. en tehlikeli distopya ise, alışmak: “her şey böyleydi zaten, hep böyle olacak” dediğimizde, distopya kendi kendini gerçekliğe dönüştürmüş oluyor.