9 Aydır Dünyanın Bir Ucunda Olan Birinin Gözünden: Doğal Güzellikler Ülkesi Yeni Zelanda

Yeni Zelanda hakkında genel olarak bildiğimiz yegane şey her yıl, yeni yıla ilk giren ülkelerden biri olması. Ancak bunun dışında iki adadan oluşan Yeni Zelanda'ya dair bilinecek çok şey var.
9 Aydır Dünyanın Bir Ucunda Olan Birinin Gözünden: Doğal Güzellikler Ülkesi Yeni Zelanda
iStock

9 aydır yeni zelanda'dayım. working holiday vizesiyle geldim, biraz orada burada çalıştım, sonra üni'de yüksek lisansa başladım, auckland'da oturuyorum, türkiye'ye selamlar.

nası gittin, nası şeyaptın, vize ne aldın, nası aldın, iş nası buldun gibi sorular geldi çok, onların cevabı özetle, working holiday şöyle


iş bulma konusu, vizemin el verdiği kadar backpacker tipi işlerde çalıştım, garsonluk yaptım, satış elemanı olarak çalıştım vs. dil biliyorsanız bu işleri bulmanız çok kolay olacak, ama mesleğinizle ilgili, kalıcı bir iş bulmanız çok daha zor olacak, ben de hala hem ıvır kıvır iş yapıp hem mesleğimde birşeyler yapabilmek için tırmalıyorum. mesleğinize de bağlı. başka vize çeşitleriyle ilgili bilgi almak için ise en iyi kaynağınız bu: http://www.immigration.govt.nz/

hostelde yer ayırttım, uçak bileti aldım, geldim, hostelde kalırken 'trademe' dedikleri buranın popüler sitesinden ve baktım, minik bir oda tutup oraya çıktım, biraz arkadaş falan edinmeye çalışmaya başlayınca (3 ay sonra falandı) ev arkadaşlarıyla doğru dürüst eve çıktım. benim nz maceram bu kadar, pek ilginç birşey yok.


ülkeyle ilgili bilgi vereyim çünkü ben de gelmeden önce çok okumama rağmen burada yaşayanlardan duymak istemiştim. turistik ya da resmi kanallarda yazanlar ne kadar doğru?

öncelikle tr'den nz'e direk uçuş yok. ben bangkok üzerinden geldim, fena değildi. iner inmez, havaalanında karşıma direk hobbit filmlerinden dekor, weta workshop'un durin heykeli çıktı. burada yüzüklerin efendisi temalı herşeyi turistik olarak çok kullanıyorlar. buranın yerlileri yalnız bizim kadar bayılmıyor yüzüklerin efendisi'ne, onlar için sadece turistik bir şeyler. bir sürü de kiwi filmleri izlememiş bile. türklerin fes takan turiste verdikleri tepki gibi tepki veriyolar yüzüklerin efendisiyle ilgili herhangi birşeye.

yeni zelanda iki adadan oluşuyor, kuzey ada ve güney ada. civarında da bir sürü adalar var ama iki ana bölge kuzey ve güney adalar. dağlar yeşillikler, milford sound filan güney ada'da, ben de daha gidemedim ama kuzey adayı gezdim, dünyaca ünlü waitomo glow worm mağaraları kuzey ada'da, tongariro crossing, rotorua, piha, hobbiton, tauranga filan, hepsinin kendine has doğal güzellikleri ve ilginçlikleri var.


filmlerde gördüğünüz kadar yeşil, yani shire'da minimum color correction var, hele de baharda giderseniz, dev ağaçlar, göz yakan acı yeşil çimler, bulut bulut koyunlar her yerde. doğası hakikaten dillere destan, ki bu söylediğim sadece kuzey ada.

şehir içinde bile dev yeşil alanlar, parklar ve orman kaplı tepeler var. şehrin göbeğinde, inanamazsın. nasıl diyeyim, mecidiyeköy'ün orasında içinde uzungöl yaylası olan bir park düşün (domain, mt eden, cornwall vs..) çok acaip. nz çok çevre bilinci taşıyan bir ülke, yeşilliklerini de çok güzel koruyor ve seviyorlar.


ve fakat mesela nz'in en yüksek nüfuslu şehri auckland güzel bir şehir değil. geniş rahat yollar, otoyol, bazen okyanus kenarına inip bazen ağaçların arasından geçse de endüstriyel çirkin binalar her yerde, şöyle baktığında gözünü okşayacak bir mimari ya da şehir planlaması yok. hatta çok aptal bir şekilde, şehir merkezinin ana caddesi olan queen st, inip inip okyanusa vardığında tanker yükleme indirme alanıyla buluşuyor. yani şehir merkezi okyanus kıyısıyla birleşiyor ama suyun yanında oturup manzaraya bakarak çay kahve bira içebileceğiniz mekanlar yok. tamam var. var ama mesela bizim bir bebek, kadıköy, kabataş, karaköy gibi asla değil. son derece çirkin beton kaplama deniz hattı üstüne oturtulmuş fabrika görünümü ve hissi veren binaların içinde bu mekanlar. okyanus manzaralı lüks restoran dedikleri şey maersk konteynerlarına, ondan sonra da otopark a bakıyor. anca ondan sonra okyanus var. bir su kıyısı bu kadar çarçur edilemezdi diyorum. nz dediğin zaten ada, bütün ülke deniz kıyısı, az kaydır tankerlerini de şehir merkezindeki kıyılarını değerlendir. neyse.


yani şehir içinde parklara giderseniz aklınızı alacak güzellikte ama şehrin kendisi kesinlikle güzel değil. ve maalesef ki karakterli bile değil. karakterli olmak için şehirler çok genç.

fakat temiz. genel olarak sokaklar caddeler çok temiz, yeşil ve düzenli. hatta bazen çok sıkıcı olacak derecede öyle. sokak hayvanı diye birşey yok.

yerleşim alanlarına geleyim

alan çok insan az olduğu için insanlar genelde bahçeli müstakil evlerde oturuyorlar. apartmanda oturmak burada pek olağan birşey değil. şehir merkezine cbd diyorlar, central business district, yani oralar hep iş yeri. oturduğun yer şehir merkezinde olamıyor. ben ilk geldiğimde dediğim gibi, şehir merkezinde kaldım 3 ay ama ancak oda kiraladım. 10 katlı öğrenci bloğunda, 3 odalı dairelerden bir tanesinde ceviz içi kadar bir oda. işe ve alışverişe yürüyerek yarım saatte gidiyordum. fakat burda ev tutmak demek, hafif merkez dışında çıkmak zorundasın demek. ve muhtemelen de ev arkadaşın olmaz zorunda demek. şehiriçinde ev dediğin ev bile merkezden uzak. zaten de buranın en büyük şehri auckland'ın bile tek bir merkezi var, yine bir istanbul tabii ki değil, hani bir kaç merkezi bölgesi olsun. illa ataşehirde villa'da oturuyormuşsun gibi oluyor yani. ya oda tutup tuvaleti mutfağı diğer oda tutanlarla paylaşıcan, ya da ataşehirde villa tutucan ev arkadaşlarıyla. seçenekler bunlar. ataşehir diyip duruyorum, lüks vurgusu yapmak için değil de, rahatlık ve genişlikle birlikte şehre uzaklık hissini anlatmak için.


dolayısıyla illa araban olması gerekiyor. hem de toplu taşıma çok salak olduğu için. evet toplu taşım problem. otobüsler pahalı, düzensiz ve zaten de heryere otobüs yok. aslında çoğu yere otobüs yok diyeyim. nasıl? mesela şöyle düşün, beşiktaş merkez varsayarsan, avcılara, esenyurta bir de bakırköye var. bu hatlar üstünde olmayan yerlere günde 1-2 kere filan otobüs var. taksim, arnavutköy, fatih e filan gidesin olsa ya birinin seni bırakıp alması gerekecek, ya yürüyeceksin ya da taksiye bineceksin yani.

taksi binilemeyecek kadar pahalı. piyangodan filan para çıkmadıysa yani, kullanılabilir değil. o kadar.


evlerle ilgili son birkaç şey söyleyeyim, hakikaten merkezi ısıtma bir çok evde de yok. "nası lan?" dediğinde de, çok soğuk olmuyo ya, auckland'da kar yağmıyo. diyolar. wellington'da yağmış bugün, güneyde de yağıyor. ama bişi söylicem, bu yalıtımsız, yazlık gibi camekanlı, çiçek gibi güzel evlerde kıçım donuyor. odamıza elektrikli ısıtıcı alıp, yatağa sıcak su torbasıyla girip evde de pofidik bot ve montla oturmaya alışıyor insan. şömine oluyor bazen evlerde o da açık şömineyi yasaklamışlar. kışın duş konusuna hiç girmiyorum. bizim banyoda da elektrikli ısıtıcı var ama ne kadar olsa bir merkezi ısıtmalı ev değil.

evler de lüks değil. çok çok güzel evler gördüm, hele bu ara taşınıcaz çok ev geziyoruz, mahalleler çiçek gibi, yeşillik içinde, evler genelde bahçeli, varendalı, camekanlar, açık ferah salonlar vs ama lüks değil. yani lüks villa yok değil tabi ama demeye çalıştığım yeni zelanda zaten genel olarak lüks düşkünü bir ülke değil. genelde şirin, güzel evler göreceksiniz, lüks evler yerine.


yiyecek konusuna geleyim

et burada aşırı lezzetli. yani anlatamam. buradaki kıymayla yaptığım yemek resmen başka lezzetli oluyo. biftekleri inanılmaz, balık desen, çeşit çeşit balık deniz ürünü var. fakat sebze konusunda kan ağlıyorum. domatesi elmaz gibi karatına göre alıyoruz resmen. salatalık desen, lübnan salatalığı denentombiş bir salatalıkları var, bir de telegraf dedikleri uzun bizim acur'a benzeyen bir salatalık var. taneyle satılıyor. telegraf salatalığın tanesi an itibariyle 5 dolar. yuh di mi? bence de. neyse kiwi ucuz, feijoa diye bi meyve vardı sonbaharda, o ucuzdu alıp ondan yedim hep. ıspanak yine şöyle böyle, dolmalık biberin tanesi de 4 dolar olmuş, ondan da almıyorum artık. maydonozdan anladıkları bizimle aynı değil. başka bir çeşit sert bir maydonoz var, bizim maydonoza italyan maydonozu diyolar. hem pahalı, hem de saksıda 4-5 dal satılıyo. yani saksıda alacan da gurme gibi yemeğin üstüne tek yaprak atacan. ah ah, kiloyla yıkayıp dolaba koyardımda her kahvaltıda avuçla otlardım türkiye'de, her salataya doğrardım. yumrukla lahmacun arasına sokuştururdum. :(


ha onun dışında, türk kahvesi buldum hem de kurukahveci mehmet efendi kahvesi, sumak, nane, kimyon, çörekotu, pilavlık bulgur, köftelik bulgur, tahin, siyah zeytin, yoğurt... buldum bunları hep. sarmalık yaprak bile buldum. iyi ya da kötü, var. beyaz peynir ise elbette ki yok. ben feta'ya beyaz peynir demeyi reddediyorum. ben peyniri neyleyim, peynir ezine peyniri olmadıkça. o yok tabi.

yeni rakı, efes bira da buldum. isteyeni götüreyim birlikte içelim:) kısır, köfte, bulgur pilavı, mercimek çorbası, biber dolması, ayşe kadın fasülye filan yapıyorum yani bazen. olmuyo değil. benim ev arkadaşları da ayılıp bayılıyolar. cacık amerikalı ev arkadaşının aklını alırken, maoriler kısırı kapış kapış yediler. benim hintli yaptığım barbunya pilakisini ısıtıp yiyo ama, öğretemedim niye onun soğuk yendiğini. varsın olsun ben de onun biryanisini yoğurtla yiyorum, ödeşiyoruz.

insan mevzusuna geleyim

yabancı ülkedebir türk olarak en önemli konulardan biri ırkçılık. biz caucasian oluyoruz aslında ırk olarak ama beyaz olmuyoruz. ya da bilimsel anlamda beyaz kategorisine giriyor muyuz bilmiyorum ama bizi burada beyaz olarak görmüyorlar. beni ispanyol tahmin ettikleri kadar hintli de tahmin ettikleri oluyor. bir gün sordum size beyaz görünüyo muyum diye, sütlü kahve dediler. yani caucasian olduğuma eminim minimum 3 jenerasyon türk olarak, ama beyaz mıyım bilmiyorum.


her neyse, zaten "türküm" dedin mi her yerde senle ilgili izlenim oluşacak. gerçi herkesle ilgili izlenim oluşuyor nereli olduğuna göre. o yüzden ırkçılık çok önemli bir kriter. yeni zelanda ırkçılığın minimum olduğu bir ülke. işin doğrusu ben avusturalya'ya gitmedim, ama tabi buraya yakın, komşu sayıldığı için buradan çok gidilip geliniyor avusturalya'ya. avusturalya nasıl? diye sorduğumda bana söylenen ilk şey şu:"çok ırkçı". yani eminim avusturalya bir çok dünya ülkesine göre az ırkçı ülkelerden biri ama yeni zelanda o kadar ırkçı değil ki, buraya kıyasla avusturalya baya ırkçı kalıyor. ben burada 9 aydır hiç ırkçılık görmedim, hadi ben yine beyazımsıyım, benim hintli baya kahverengi, 6 yıldır hiç ırkçılıkla karşılaşmadığını söylüyor.

zaten avusturalya'nın aborijinlerine tavrıyla, yeni zelanda'nın maorilere tavrı arasında uçurumlar var. burada resmi e-maillarını bile "kia ora" diye atıyor insanlar, maori dilinde kelimeler illa öğrenmen en azından da mekan isimlerini, şehirleri filan söyleyebilmek için dile aşinalık kazanman gerekiyor, her yer maori dizaynları ve desenleriyle dolu, herşeyin yanında bir de maori dilindeki karşılığı yazıyor, haka kesinlikle komik birşey değil, çok gurur duyulan ciddi bir performans.

maori kültürünü el üstünde tutuyor olmaları bir yana, farklı kültürlere de çok arkadaşça yaklaşıyorlar. hakikaten ben burada ne bir ırk esprisi, ne bir laf, ne bir söz, hiç bir ırka karşı duymadım. gül gibi geçinip gitmenin tanımı yeni zelanda.

homofobi desen, ha keza. zaten eşcinsel evliliği burada yasal, fafafineler toplumun her katmanında karşına çıkabiliyor, insanlar "erkek arkadaşım, kız arkadaşım" gibi kelimeler yerine genelde "partner" kelimesini kullanıyorlar, kimse birbirinin heteroseksüel olduğunu bile var saymıyor. herşey olabilir, bana fark etmez diye yaklaşıyorlar. onur yürüyüşünde bir protesto gösteri oldu bu yıl, biz de onun belgeselini çektik, polis üniformayla katıldı yürüyüşe, o derece. bir kere bir kişinin ağzından homofobik birşey duymadım henüz. ne yaşlılardan, ne ergenlerden, hiç kimseden.


kadın erkek eşitliği. aynen. burada dersine girdiğim hoca türk olduğumu öğrenince bana şunu söyledi, "benim ilk yurtdışına çıkışım türkiye'ye gitmek olmuştu. iş içindi, paşabahçe diye büyük bir markaya bir iş yapıyorduk. çok konuksever, çok arkadaş canlısı insanlardı ama misojeniden başım dönmüştü." bunu diyen 50 yaşında adam. türk iş adamlarının kadınlara bakış açısından aklı çıkmış adamın. türkiye diyince ilk söylediği bu oldu. he evet türkiye şöyle güzeldir, böyle cennettir derken boynumu büküp "evet o anlamda bok gibiyiz" demek zorunda kaldım. buradan bakınca çok çok kötü görünüyor. yeni zelanda aynı zamanda dünyada kadınlara ilk seçme ve seçilme hakkı tanıyan ülke.

toparlamak gerekirse

lüks değil de rustik ve doğal ortamlar seviyorsanız, yeni zelanda tam size göre. şehirler çirkin, doğası inanılmaz, akıl almaz güzellikte. yeni zelanda tarihi yok, maori kültürü var. maori dilindeki adı aotearoa, buraya ayak basan ilk samoalılar (edit:bu 'samoalı' değil 'polinezyalı' olacak. 6 aydan fazladır duruyo entry bi kişi de dememiş ki sen ne cahilsin) hayatlarında ilk defa kar gördükleri için, karı buluta benzetip "uzun beyaz bulutun ülkesi" demişler. ırkçılık/homofobi/seksizm minimum. yaşam çok sakin, oturduğunuz ev illa ki herşeye uzak olacak, soğuk olacak, konser sergi gösteri seviyorsanız, onları da unutun. çok nadiren oluyor zaten de delicesine pahalı oluyor. doğa, doğa sporları, macera, hayvan seven insanların ülkesi.


muhabbet için ise, yüzüklerin efendisi muhabbeti açmayın, burada o kadar modası geçik bir muhabbet ki insanlar sizin yerinize utanıyor. yaptım ordan biliyorum. maori kültürüyle ilgili, denizcilikle ilgili, kriket ve rugby'le ilgili muhabbetlerin çok gideri olur. yani, "aa yeni zelandalı mısın, yüzüklerin efendisini çektiler orada di mi?" diyeceğinize, "aa yeni zelandalı mısın, sizin rugby takımı çok taşaklıymış" derseniz çok daha sükseniz olur.

bir de evet, çok koyun var. canım ben şehre gidiyorum, nerde görcem koyun demeyin. çok koyun var. çok.

Mecidiyeköy Trafiği Yerine Hollanda'da Bisikletle İşe Gitmeyi Seçen Birinin İmrendiren Hayatı