Alanında Uzman Bazı Şahsiyetlerin Müzik Zevki Neden Kötü Oluyor?

Tabii ki hepsi değil ancak ünlü sporcu, siyasetçi veya bilim insanlarına şöyle bir baktığımız zaman müzik zevklerinin, kendi icraatları kadar kaliteli durmadığını görebiliyoruz. Buna kafa yoralım biraz.
Alanında Uzman Bazı Şahsiyetlerin Müzik Zevki Neden Kötü Oluyor?

bbc radyo’nun çok sevdiğim bir programı var: desert island discs. 1942’den beri kesintisiz sürüyor. (bizde 80 yaşını görmüş kaç kurum vardır sizce?) konukların “ıssız bir adaya düşseniz yanınıza hangi şarkıları alırdınız?” sorusuna verdiği cevaplar üzerine kurulu. ha bir de kitap seçiyorlar. her cenah, tıynet ve sıkletten konuk var. sporcu, müzisyen, düşes, gazeteci, öğretmen, piskopos, bilim insanları, siyasiler…

bilhassa iyi eğitimli kesimin verdiği cevaplar çok ilginç

noel fitzpatrick bunlardan biri. tıp doktoru. profesör. u2, led zeppelin, muse, metallica… listesinde bunlar var.

tim peake. o da astronot. aerosmith, bush falan alırmış yanına. hangi kitabı alırsınız? “herhangi bir atlas olur” demiş.

jens stoltenberg. tanıyorsunuz değil mi? nato genel sekreteri. bruce springsteen, smerz, ingrid olava (norveç’in simge pınar’ı) var listesinde. “bir de istatistik kitabı alırım.” güzel.

robert langer. bu herif kimya biliminin allah’ı olarak görülüyor günümüzde. google scholar’da bir aratın bakalım. herifin h-indeksi 299! inanılmaz bir rakam bu. hangi müzikleri alırmış yanına? spice girls! hadi canım. şaka yapıyor herif dedim. cidden spice girls var listede. kitap olarak ilyada’yı seçmiş. “ağzımızdan spice girls çıktı, telafi edecek bir şey bulayım da façamız bozulmasın” diye seçmediyse ne olayım. ulan david beckham bile yanına almamış spice girls’ü sana ne oluyor be? oğlu seviyormuş da falan filan…

nick clegg. 2010-2015 yılları arasında birleşik krallık’ta başbakan yardımcısı. cambridge üniversitesi mezunu. listesindeki isimlerden biri shakira. cambridge’i bitirmişsin, birleşik krallık’ta başbakan yardımcılığı yapmışsın ve ıssız adaya giderken yanına shakira alıyorsun. david cameron’ın yerinde olsam derhal görevden el çektirirdim bu herife. geçenlerde de zuckerberg ile röportaj yapıyordu biri. en çok hayranlık duyduğu müzisyen eminem’miş. vizyonsuz pezevenk.

bu arada bu programa katılmış tek bir türk var görebildiğim kadarıyla o da elif şafak. yanına nothing else metters’ın apocalyptica (boys anılar yaylı triosu) versiyonunu alırmış. hayatımda duyduğum en kıro müzik galiba bu. işte bu yüzden elif şafak bir yazardan çok edebiyat mühendisi.

Jens Stoltenberg

neyse, nereye varmak istediğim anlaşılıyor değil mi?

bakın bu yukarıda ismi geçen insanlar dünyanın en seçkin zümresinin fertleri. en tepede bunlar var. en iyi okullarda bunlar okudular. en çok parayı bunlar kazanıyorlar. dahası, dünyanın geleceğini falan da bunlar şekillendiriyorlar. şunların dinledikleri müziklere, yanlarına aldıkları kitaplara bakar mısınız?

bir de bunların kendini gizleyen versiyonları var. celal şengör mesela. o da öyle. müzikten zerre anlamaz ama “ben sadece barok müzik dinlerim” der. müzikten anlamak ne demek onu bir açayım da hele. müziğe karşı duyarlı olmak, hassasiyet sahibi olmak; onu daha iyi anlayabilmek için samimi bir merak ve iştah duymak. yoksa müzik tarihi okumak, nota bilmek falan değil. ama ton sağırı bir adamın opera için viyana’ya gitmesinin müzik aşkıyla bir alakası olmasa gerek. müzikten anlayan, müziği seven, ona yatırım yapan bir adam mı görüyorsunuz celal şengör’de? müzik onun için bir sevgi veya tutkudan çok gereklilik. müziği sevmesi gerektiğini düşünüyor. “opera dinliyorum ben.” muhakkak. kim mesela? hep aynı isimler dökülür ağızlarından: verdi, puccini, mozart. biraz dikkat çekmek isteyen varsa da wagner falan der. şifa için birinden bile cavalli, offenbach, gluck, janacek, mehul isimlerini duymadım. ki bu isimler opera tarihi için en az verdi, puccini, mozart kadar önemlidirler. tezgaha koydukları beğenilere bakarsanız müthiş bir benzerlik görürsünüz. “biz de boş adam değiliz yahu” demek isteyen herkes illaki beethoven’dan 9. senfoni seçmiş. hakikaten programa şu güne kadar 3000 küsür konuk katılmış ve listeye en çok alınan müzik beethoven 9. senfoni son bölümü...


tutup burada beethoven yerecek veya analiz edecek değilim. haşa ama yani artık bu “size özel” bir müzik olamaz. adaya gidiyorsun yahu. biraz daha kişisel bir şeyler götürürsün yanına. bizim lisenin teneffüs ziliydi bu.

sonra mozart’tan eine kleine nachtmusik, bach’tan bwv 846 (sonradan ave maria diye söz yazdılar hani), sinatra’dan my way… aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni’ni izlediniz mi? nefis bir sahne vardı orada:

şener şen yönetmen. film çekmek istiyor. başrolde oynayacak kadın, şener şen’i ziyarete geliyor. eve giriyor, arkada vivaldi çalıyor. “harika bir çatı katı bu, ne kadar zevkli döşemişsin”… şöyle bir göz gezdirdikten sonra etrafa, dikkatini müzik çekiyor kadının: “vivaldi’yi seviyor musun?”. şener şen bu soruyu bekler gibi gülümsüyor ve cevap veriyor: “çok severim. bach, mozart, sinatra…” dedim ya “bu seçkinlerin kendini gizleyen versiyonları var bir de” diye, hah işte tam da filmdeki haşmet asilkan gibiler. ama tabii önemli bir fark var, haşmet asilkan vasat bir eğitim almış, çulsuz, hiçbir cemiyetin ferdi olamamış ortalama bir insan.

Müzisyen Andrew Combs.

şimdi gelelim yazının sorusuna: niye böyle?

elon musk, jeff bezos, uğur şahin, justin trudeau, aziz sancar, robert langer, stoltenberg falan gibi dünyanın en eğitimli insanları nasıl oluyor da kendi alanlarının dışarısında ortalama insan oluveriyorlar?

duydunuz mu bilmem, soylular çalışmazmış eskiden. geçen asrın romanlarında kolaylıkla görürsün bunu. çalışan sıradan halktır. peki neden çalışmak hor görülür? çünkü sadece gereksinim bize çalışmayı dayatabilir. dolayısıyla çalışmak gereklilik hatta zorunluluktur. insanın özgürlüğünü elinden alan bir şeydir, özgür adama layık değildir. soylu adam özgürdür. kaygıdan, ihtiyaçtan, zaruretten muaftır. daha sonra bilhassa marx ve hegel marifetiyle çalışmak ve emek kutsal gösterilir.

“bilinci şekillendiren emektir. emek olmazsa tarih ilerlemez.”

“insanı hayvandan ayıran şey düşünme değil emektir. insan human rationale değil animal laborans’tır.”

hegel ve marx’ın tarif ettiği insanın boş zamanı veya derin düşünceye ayıracak vakti yoktur. onun için çalıştığı zaman ve çalışmaya hazırlandığı zaman vardır. boş zaman tembel bir eylemsizlik olarak görülür. mazur görülebilir tek boş zaman, çalışmak için gerekli bir dinlence olabilir. o kadar. oysa boş zaman gevşeme, kendini bırakma demek değildir. tam tersine toparlanmaya hizmet eder bir şeydir ve tefekkür tembellik değildir. asıl tembellik -bilhassa da zihinsel tembellik- emek buyruğu altında biteviye ve tereddütsüz çalışmaktır. yukarıda ismini zikrettiğimiz seçkinler bir türün üyesi varlıklar olarak son derece etkin olabilirler ancak görüyoruz ki biricik ve tekil insanlar olarak son derece güdükler. etkin insanların genellikle yüksek eylemlerden yoksun olduklarını iddia eden nietzsche, onların mekanizmanın aptallığıyla uyum içinde yuvarlanıp gittiklerini söyler. yuvarlanmak… tam isabet bir kelime seçimi. yuvarlanmada bir devinim, akış var. duraklama yok, tereddüt yok. emekçiye de bu yakışır. emekçi tereddüt etmeyi bilmeyen kişidir gerçekten de ve şu hayattaki en manalı çaba emek buyruğundan kurtulma çabasıdır. insan ancak emek buyruğundan kurtulmakla özgür olabilir.