3 Tane Biyografisini Okuyan Birinden: Bilinmeyen Detaylarıyla Jack London'ın Hayatı
jack london... bu sene içerisinde türkiye iş bankası kültür yayınlarından çıkan yol isimli kitabı dahil olmak üzere, türkçeye çevrilmiş bütün eserlerine ek olarak hakkında okuduğum üç adet biyografinin ardından sanırım artık kendisi ile ilgili bir şeyler karalayabilirim. halihazırda başlığı altında zaten harika bilgiler mevcut ama bilinmeyen (bahsedilmemiş.) fazlasıyla detay var ve bunları çocukluk yıllarından başlayarak toparlamaya çalışacağım.
ruh çağırma seansları ve piyano dersleri vererek geçimini sağlayan flora chaney'in, evlilik dışı ilişkisinden olan çocuğuydu. hatta flora hamile olduğunu öğrendikten sonra kürtaj yaptırmak istedi ama para bulamadığı için bu isteğini gerçekleştiremedi. ki hamilelik esnasında iki defa da intiharı denedi ama başarılı olamadı. bir keresinde başına dayadığı silahı çok uğraşmasına rağmen ateşleyemedi ve kendini öldüremediği için de sinir krizine girdi. nihayetinde 12 ocak 1876 yılında bir erkek çocuğu dünyaya getirdi. flora karakter olarak biraz farklıydı ve hayata tutunma, hayatı idame ettirme motivasyonu sürekli değişiyordu.
flora, london soyadının sahibi john london ile tanıştığında johnny (kendisine daha sonra jack demeye başlayacaktı.) henüz bebekti ve john london'un halihazırda iki küçük kızı vardı. bir ara iki çocuk da hastalandı. john ve flora iki çocuğun da hayata gözlerini yumacağından neredeyse eminlerdi, kötü görünüyorlardı. hatta bir ara flora, iki çocuğu da aynı tabuta koyup tasarruf yapıp yapamayacaklarını sorgulamaya başlamıştı ki, korkulan olmadı. johnny ve üvey ablası eliza, bir şekilde hayata tutunmayı başardılar. zaten eliza, etrafındakilerin aksine hiçbir karşılık beklemeden ölene kadar her zaman onun yanında oldu.
hayat hızla akıp giderken, küçük johnny de eğitim hayatına başlamıştı ancak bundan daha önemlisi aileye olan katkılarıydı. otobiyografik eseri john barleycorn'da da bahsettiği gibi henüz altı yaşındayken tarla süren babasına hep o yardım etti, susuzluğunu gidermesi için ona içecek götürme görevi esnasında da alkolle tanıştı. aslında tadını hiç sevmemişti ama daha o zamanlar çektiği sıkıntıları unutturduğunu fark ettiği bira, günü bitirmesini sağlıyordu. bir gün çok fazla içtiği için tarlada kendini kaybetti, hastalandı ve babasının kucağında eve döndü. o günden sonra bira onun için, sadece çaresizlik zamanlarında içilecek bir içki olacaktı.
sonra kitaplara aşık oldu küçük johnny
annesi onun, henüz ilkokul çağlarında dahi gözleri kan kırmızı oluncaya kadar okuduğunu yazmıştı. bir gün öğretmeninden aldığı ödünç kitabı büyük bir şevkle okuyup, yenisini almak için koşarak okul kütüphanesine geri döndü. fakat kendisine başka ödünç kitap verilemeyeceği söylendiğinde çılgına döndü, kızdı, bağırdı. eve dönüş yolu boyunca da hüngür hüngür ağladı. naçizane bir okuyucu olarak ben, onun bu okuma tutkusunun bir benzerini belki de sadece friedrich nietzsche'de gördüm zannediyorum. gözlerden yaş gelene kadar, baş ağrısından çatlayıncaya kadar aşkla, sevgiyle okumak.
fakat para da kazanması gerekiyordu
henüz on yaşındayken bir yandan sokağın karşısındaki garfield okulunda eğitimine devam ediyor bir yandan da çalışıyordu. gece yarısı üçte uyanıp sabah altıya kadar gazete dağıtıyor, sonra okula gidiyor, okuldan sonra da akşam gazetelerini dağıtmak için vardiyaya çıkıyordu. cumartesi günleri buz satıyor, pazar günleri de hiç güven vermeyen avrupalı bir adamın bovling salonunda lobut diziyordu. insanın yazarken bile yorulduğu tüm bu şeyleri yapmak zorunda kaldığı için hiç de öyle isyan ettiği görülmedi ama yıllar sonra o günlerdeki küçük johnny için bir lakap bulmuştu. o zamanlar henüz on yaşında bir yük hayvanıydı.
tüm bunlar olurken hep okuyordu
nasıl zaman bulduğunu ve yarattığını tahmin etmek imkansız ama bir şekilde buluyordu. tuvalette, banyoda, parklarda, bahçelerde, iş yerinde, teneffüslerde, okul avlusunda... bir gün, onun okul avlusunda kitap okuduğunu gören kabadayılardan mike pinella, sırf kitap okuduğu ve bebeksi bir yüzü olduğu için ona kız kılıklı diye seslendi. küçük johnny ayağa kalktı kimsenin beklemediği bir şekilde, neredeyse kendisinin iki katı cüssedeki pinellaya saldırdı ve ona ciddi zarar verdi. (bunları yazan okul müdürü mr. garlick'tir.) müdür, barışırlarsa ceza almayacaklarını söyledi. pinella kabul etti ama küçük johnny bu teklifi kabul etmedi ve ekledi:
"dayak yemeye razıyım mr. garlick. haklı olan bendim ve mecbur kalırsam yine aynı şeyi yaparım..."
zaten bu dönemlerde de onun hayatına etki edecek, oakland halk kütüphanesi ve kütüphane idarecisi ina coolbrith ile tanıştı.
işte bu zamanlarda ismini jack olarak değiştirdi
jack ismi hem kulağa daha olgun geliyor, hem de johnny ismine nazaran daha hoş bir tınısı vardı. mahallenin ve rıhtımın kabadayılarının dikkatini çekmişti ve herkes onu hırpalamaya çalışıyordu. hiç geri adım atmadı, dayak yese bile dik durdu, korkmadı, ertesi gün onu dövenlerin önünden tekrar geçti, hatta evde dahi serseri gibi yürümeye başladı. fakat eve hiç tatlı girmediğinden dolayı sürekli canı şeker istiyor ve kazandığı paralardan kendisine kalanlarla da koşa koşa şeker alıyor ve kıyıda köşede bebek gibi şeker emiyordu. daha sonra günlüklerine, şeker emdiğimi görmelerindense ölmeyi tercih ederim, diye yazacaktı.
zaman akıyordu. üvey babası john london ile kayık kiralayıp balık tutmaya gidiyorlardı. üvey babasını gerçekten seviyordu. daha sonraları onun için ''tanıdığım en iyi adam..'' olduğunu söyleyecekti. balık tutma seansları ile birlikte onun deniz ile olan ilişkisi başladı ve bu inişli çıkışlı ilişki belki de onun hayatındaki tek tutarlı ilişkiydi. bir şekilde beş dolar biriktirip ilk kayığını almak istediğinde henüz çocuktu ama annesi parasına göz koydu ve onun bu isteğine engel oldu. daha sonra, hayatında önemli bir yer edinecek olan j. m. heinold isimli bar sahibi ve onun barı ile tanıştı. yelkencilik tutkusu onu bara getirmişti. barın girişinde "herkes kabulümüz, carrie hariç..." yazıyordu. (carrie nation, o dönem alkol karşıtı harekete öncü olmuş iri kıyım bir kadındı. bar girişinde yazan yazı, ona yapılan şaka yollu bir göndermeydi.)
orada da okuyordu. heinold ona bir sözlük vermişti ve fırsat buldukça yeni kelimeler öğrenmek için sözlüğe gömülüyordu. bar fedaileri, bu bebek yüzlü çocuğun burada ne aradığını sorguluyor, köşede kitap okuduğunu gördüklerinde de ona dik dik bakıyorlardı. böyle anları, bar sahibi heinold'un ağzından aktaracağım:
"barda içkisini içip yüksek sesle muhabbet eden ve birbirleriyle şakalaşan o adamlara dönüp bakmaz, onları yok sayardı. sanki her şeyi öğrenmek istermişçesine kitaba dalardı. barda zaten tanınıyordu ancak ara sıra onu tanımayanlar çıkıyor ve onu bir kız çocuğuna benzetiyorlardı. öyle zamanlarda, elinde kitabıyla masadan kalkar, rakibinin karşısına dikilir, çenesini sıkar ve karşısındakine öyle bir bakardı ki, başka bir şey yapmasına gerek kalmazdı. anlayacağınız, asla blöf yapmazdı..."
jennie dadısından borç alarak üç yüz dolarlık ilk teknesi razzle dazzle'ı aldığında artık huyu suyu bilinen, istisnalar hariç sevilen biriydi fakat yine de henüz çocuktu. ve bu durumu, kendisinden yaşça bir hayli büyük insanlarla içerek örtbas etmeye çalışıyordu. içki ile olan ilişkisi henüz altı yaşındayken başlamıştı ve o günden beri de devam ediyordu. sarhoş olduğu bir gün denize düştü ve akıntıya kapıldı. asla geri dönemeyeceğini düşünmeye başladı. hayatında ilk defa o gün, henüz bu yaşta neden bu kadar çalışmak zorunda olduğunu sorguladı ve intiharı düşündü. yıllar sonra yazacağı kitabın karakteri martin eden gibi, kendini suyun akışına bırakmak üzereydi. dört saattir sudaydı, intihar değilse bile yorgunluktan ve soğuktan ölecekti. sonra yunan bir balıkçı onu karaya çıkardı. o an, hayatının dönüm noktalarından biriydi.
17. doğum günü öncesi bar sahibi dostuna denizlere açılmak istediğini söyledi, açıldı da. denizde geçirdiği yedi aydan sonra karaya tekrar ayak bastı ve 1893 yılının sonbaharında annesi flora london'un, san francisco morning call isimli yayın kuruluşunun yirmi iki yaş altı yazarlar yarışmasına teklifi ile karşılaştı. ilk başlarda bu teklif hoşuna gitmedi ama yoğun ısrarlara dayanamadı ve japonya açıklarında yaşadığı fırtına tecrübesi ile ilgili bir hikaye yazdı. ve sekizinci sınıfa kadar okul eğitimi alabilmiş, barlarda sözlük okuyan bu genç adam o yarışmada birinci oldu. kazandığı yirmi beş dolarlık ödül ile birlikte yeni bir yazar doğmuştu. hikayesi 12 kasım'da yayımlandı.
yine de çalışmalıydı. bir kömür ocağında işe başlayıp, iki kişinin yaptığı işi tek başına yaptığı itiraf edilince koşulları sorgulamaya başladı ve gitmeye karar verdi. o sıralarda charles darwin, herbert spencer ve karl marx okuyor, friedrich nietzcshe ile yeni tanışmış ve ona hayran olmuştu. yapacağı yolculuk öncesi üvey ablası eliza'ya veda etmek istedi. eliza onu beş parasız bırakamazdı. yanında bulunması için cebine on dolar sıkıştırdı. genç yazar jack london, artık bir hoboydu. trenlerle kıtayı baştan başa dolaşacaktı, tek yapmak istediği buydu, yaptı da. hatta serserilik suçundan dolayı (evet çok saçma bir suç) bir ay hapis cezası da aldı.
aylar süren gezisini 1894 yılının sonlarına doğru bitirme kararı aldı. henüz 18 yaşındayken, pek az kişinin yaşadığı veya yaşayabileceği şeyleri yaşamış ve türlü zorluklara göğüs germişti. koşa koşa oakland halk kütüphanesine gitti fakat fahri edebiyat hocası ina coolbrith emekli olmuş, yerine yeğeni geçmişti, bu yüzden pek de üzülmedi. charles darwin'in doğal seleksiyonuna kafayı takmıştı. ancak güçlü olanın ayakta kalabileceği bir sistemin varlığını sorguluyor, aslında bu insanın kusursuzlaşabileceği anlamına geliyordu. galiba friedrich nietzsche haklıydı, onun haklı olduğunu düşünüyordu, öğrenmeye, okumaya devam etmeliydi.
ancak onun gündemi maddi sıkıntılar sebebiyle o kadar çabuk değişiyordu ki, aynı anda birden fazla işi yapma gerekliliği artık normalleşmişti. 14 temmuz 1897 tarihinde döküntü bir buharlı gemi san francisco limanına demirlemişti ve yine her şey allak bullak olmuştu. yaklaşık 50-60 yıl kadar önce yaşanan altına hücum dönemi kendini tekrarlıyor gibiydi. her ne kadar çılgınlık gibi görünse de bu fırsatı kaçırmamalıydı ki zaten hemen yola çıktılar. yardımcı olması açısından yanına alaska tarihinin doğal kaynakları hakkında bilgi veren birkaç kitap aldı. onlara ek olarak ise ironik bir şekilde jack milton'un kayıp cennet isimli eseri ile dante'nin cehennem isimli eserini. (bu detay aklıma geldikçe bir tuhaf olurum..)
her şey o kadar kötü gitti ki, iskorbüt hastalığına yakalandı ve bu acımasız yolculuktan elleri boş döndüler. dönmeden önce oraya kendinden bir not bırakmış, 27 ocak 1898 yılında bir dere kenarındaki kütüğe, "jack london, madenci yazar..." diye kazımıştı. hayat böyle devam edemezdi. kesinlikle yazar olmalıydı çünkü bir daha aynı şeyleri yaşama ihtimali kanını donduruyordu. tesadüf, oakland beşinci bölge cumhuriyetçiler kulübü politik deneme müsabakası düzenledi. duyar duymaz hemen bir makale yazdı ve birinci olarak yirmi dolarlık ödülün sahibi oldu. ve ardından black cat'ten teklif aldı ki bu teklifi hayatının kurtuluşu olarak tanımladı.
bu sırada bir önceki sene girdiği memurluk sınavının sonucu 16 ocak'ta eline ulaştı, sınavı kazanmıştı ve eğer isterse güzel bir maaşla postacı olabilirdi. ve eline aylık 60-70 dolar gibi, gerçekten iyi bir para da geçecekti. inanılması güç ama bunca şey yaşayan jack london, memurluk sınavını kazandığında henüz sadece 23 yaşındaydı. annesi onunla konuşmak istediğini söyledi çünkü onun gerçek bir yazar olacağına yürekten inanıyordu. yazar jack london, inanılmaz paralar kazanabilir, etrafındaki herkesi çok rahat bir şekilde yaşatabilirdi, ki onda bu potansiyel vardı. daha önce de onun yoğun ısrarlarına dayanamayarak yarışmaya girmiş ve kazanmıştı. postacı olmaktansa, uzun soluklu yazar olma mücadelesini de kazanabilirdi.
annesi haklı çıkmıştı. 1898 yılına gelindiğinde jack london, san francisco'nun en donanımlı insanlarından biri olarak gösteriliyordu. üstelik bu zaman zarfında baba olmuş, nispeten de olsa olgunlaşmıştı. ama onun gündemi sürekli değişmeye mecbur gibiydi. dolup taşan sosyalist yüreğiyle apar topar ingiltere'ye gitti. ve orada karşılaştığı sahneler, en kasvetli tasvirlerden farksızdı, gözlerine inanamamıştı. ve orada tanık oldukları, demir ökçe ve uçurum insanları gibi iki muazzam eserin felsefesini oluşturacaktı. ülkesine geri döndüğünde ise, onu dünyaca ünlü bir edebiyatçı yapan eserini yazmaya başladı. ilk başta hikayenin 4000 kelime olmasını planlıyordu ama kendini durduramadı ve ortaya bir roman çıktı. romanın adı vahşetin çağrısıydı. eski dostlarından olan georgia loring kitabı okuduktan sonra şöyle yazdı;
"bunu nasıl yapabilmişti ? kelimelere nasıl bir sihir yükleyip, o köpeğin artık bir köpek değil, insani duygulara sahip bir dost olduğunu hissetmemi sağlayabilmişti ? okuduğum hiçbir kitap, üzerimde böylesi bir etki bırakmamıştı. bunu hiç unutamam..."
artık meşhurdu ama biraz da yerinde duramayan çocuk gibiydi
birkaç yıl sonra, tarihler 6 ocak 1904'ü gösterdiğinde, savaş muhabiri olarak yokohama'ya doğru yola çıktı. bir süre sonra rus ajanı olmakla suçlandı ve tutuklandı. aslında onun ajan olmadığını pekala biliyorlardı ancak muhtemelen gözdağı vermek istemişlerdi. fakat gözdağı vermek için yanlış adamı seçmişlerdi, zira fotoğraf makinasına el konulduğunda çıldırdı, çünkü çocukluk yıllarından beri haksızlığa en ufak tahammülü yoktu. ve en önemlisi de özellikle hayvanlara uygulanan şiddete olan hassasiyetiydi. kaldığı kampta bu yüzden bir japon görevliyi yumrukladı, onu elinden zor aldılar. pek fazla bilinmez fakat bu yüzden hakkında idam kararı çıktı. araya hatırı sayılır kişiler girdi, türlü görüşmelerin ardından da idam kararı geri çekildi.
ülkesine geri döndüğünde ünlü romanı deniz kurdu çıkmış, artık edebi anlamda bir star olmuştu
ve 1905 yılında, joshua slocum'un kitabından çok etkilenerek ''snark'' ismini verdiği yatının yapımına başlanmasını istedi. kendi içinde yazar olmaya yemin ettiğinden beri günde 1000 kelime yazmayı adet edinmişti. hala her sabah, kahvaltısını etmeden önce 1000 kelime yazıyor, ardından kahvaltısını ediyor ve sonra kendisine gelen mektupları cevaplıyordu. onun cevap vermediği mektup sayısı, mektupların sayısına oranla çok azdı. hayranlarıyla, konu ne olursa olsun yazışmayı çok seviyordu. john barleycorn'da da yazdığı üzere, şampanyasını yanına alıyor ve onlarla adeta dertleşiyor, yeri geliyor onlara akıl veriyor, yeri geliyor onların tavsiyelerine kulak kabartıyordu.
yatı snark'ın yapımı türlü sıkıntılara rağmen 1907 yılında tamamlandı. ancak önemli bir problem, hayat arkadaşı charmain (ona kurt ismini takan sadık hayat arkadaşı.) ile kendisi dışında yatın mürettebatının olmayışıydı. biraz da reklam amaçlı olarak mürettebat arayışı için gazetelere ilan verdi. ilana başvuranlar arasında kimler yoktu ki; profesörler, avukatlar, doktorlar, şairler. hatta denizciler azınlıktaydı. büyük ihtimalle başvuruların amacı, jack london'un yanında olmak ve yaşanılan hayattan biraz olsun uzaklaşmaktı. ama aralarından bir tanesi hakikaten denizciydi ve jack london'un ilgisini çekmişti. o genç denizci martin elmer johnson'du. okuduğum hiçbir biyografi kitabında açıkça yazılmasa da bana kalırsa ünlü romanı martin eden'in isim babası, yanına aldığı martin elmer johnson isimli bu genç delikanlıydı. sonra bir 23 nisan günü demir aldılar. (sanırım milli bayramımız ve doğum günüm olması sebebiyle, bu detay da beni çok etkilemiştir.)
1909 yılının eylül ayında martin eden isimli muazzam eseri yayımlandı
edebiyat dünyası da dahil olmak üzere o dönem herkes, martin eden ve etrafında cereyan eden olayların asıl kahramanının kim olduğunu sorgulamaya başladı. okullarda martin eden tartışıldı, martin eden ödev konusu oldu, gerçekliği, etkileyiciliği sorgulandı. bazıları onun bu romanının, friedrich nietzsche'nin benmerkezciliğine bir gönderme olduğunu yazdılar, bazıları ise tam tersini. o ise 1913 yılında yayımlanan otobiyografik eseri john barleycorn'da şöyle yazmıştı:
"eleştirmenler yarattığım karakterlerden birinin, martin eden'in eğitiminin çok çabuk tamamlandığı yönünde eleştirilerde bulunuyorlar. bu romanımda sınırlı eğitim almış bir denizciyi, üç yıl içinde başarılı bir yazar haline getiriyorum. eleştirmenler bunun imkansız olduğunu söylüyorlar. fakat tekrar ediyorum, martin eden benim..."
aynı yıl, charmain ona hamile olduğu müjdesini verdi. bu sıralarda jack london aşırı içiyor, bir başka deyişle darmadağın oluyor, kontrolü tamamen kaybediyordu. hatta günlük 1000 kelime kuralını da içmeden yerine getiremez hale gelmişti. fakat yine de charmain'in hamileliği biraz olsun kontrolü sağlamasına sebep oluyordu. 19 haziran 1910 sabahı charmain sezeryan ile bir kız çocuğu dünyaya getirdi fakat bebek sadece birkaç gün yaşama tutunabildi; operasyon sırasında ölümcül yaralar almıştı. zaten haddinden fazla duygusal olan jack london, gözyaşlarının görünmesini istemedi. içki içmek için evden ayrıldı ve gittiği barda karıştığı bir kavgadadan sonra da mahkemelik oldu. sanki hayat, onun içkiye olan zaafının farkındaymış gibi davranıyordu.
böyle zamanlarda soluğu eski dostlarının yanında alıyordu
henüz 14-15 yaşlarındayken gittiği bara uğruyor eski dostlarıyla muhabbet ediyordu. ona sözlük hediye edip, yazar olmasında pay sahibi olan johnny heinold ile olan ilişkisi hiçbir zaman kopmadı. ne zaman bir kitabı çıksa, onun barına gider, kitabı imzalar ve bizzat kendi elleriyle ona teslim ederdi. bana kalırsa jack london, ünlü birini tarif ederken sıklıkla kullanılan "içimizden biri..." tabirine en uygun insandı. zamanında onun kitaplarını amerika birleşik devlet başkanı dahi okuyup, kitabı hakkında demeç veriyordu. kazandığı paralar, yakaladığı şan ve şöhret inanılmaz boyutlardaydı ama okuduklarıma göre istisnai durumlar hariç, hep aynı kaldı, ölene kadar da değişmedi.
birinci dünya savaşı başlamıştı
1916 yılına gelindiğinde charmain, artık hayat arkadaşının gittikçe güçsüzleştiğini ve genç yaşına rağmen yaşlandığını fark ediyordu. alkol sebebiyle üre problemleri yaşıyor, böbrek taşı döküyor, şiddetli romatizma ağrıları çekiyordu. üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen eşine aldığı washoe ban isimli atın ölümünü unutamamıştı. 1916 yılının 22 ekim günü, çok sevdiği atı neuadd hillside, ani bir kalp krizi sonucu hayata veda etti. atlara (elbette hayvanlara) olan tutkusu bambaşkaydı. alaska yolcuğu esnasında, ağır yüke ve hava şartlarına dayanamayıp hayata veda eden atları gördüğünden beri de bu duygu tavan yapmıştı. günlerce, haftalarca ağladı. ve elbette içti.
bir ay sonra, yanlarında yaşayan üvey ablası eliza'nın kapısı gürültüyle çalındı. evin yardımcısı sekine, jack london'ı bir türlü uyandıramadığını söylüyordu. eliza odasına girdiğinde yüzünün mosmor olduğunu gördü, güçlükle soluk alıp verebiliyordu. üstelik yatağının baş ucundaki komodinin üzerinde bir şırınga ve boş morfin kapsülü vardı. acele ile charmain'i uyandırdılar ve tanıdıkları doktoru çağırmasını istediler fakat aksilik, o gün telefonlar çalışmıyordu. bir şekilde doktora ulaşıp eve getirdiklerinde jack london yaşam mücadelesi veriyordu. doktor bir ilaç enjekte etti (antropin) ve onu yataktan kaldırdılar, fakat sanki artık her şey için çok geçti. charmain, ona doğru yürüdü ve gözlerinin içine bakarak bağırdı; "kurt geri dön!!!..." ama jack london geri dönemedi ve o akşam saat sekiz sularında hayata veda etti.
aslında not aldığım, yazarken aklıma gelen fakat çok da fazla uzatmamak için eklemek istemediğim o kadar fazla detay var ki. nihayetinde bu naçizane derlemeyi, bir dönem gerçekten tutku ile bağlı olduğu anna strunsky isimli bir kadının onun hakkında yazdıklarından bir parça ile bitireceğim:
"onu bir mayıs sabahı, hanımelleriyle süslenmiş bir verandanın parmaklığından sarkarak, aşkın o kendinden geçme haliyle birbirlerinin etrafında dönen iki sinek kuşunu seyrederken görüyorum. güzelliğe tutkundu; kuşların, kameriyesinin, denizin, gökyüzünün ve buzlarla kaplı kutup diyarının güzelliğine. hiç kimse, richard hovey'ye ait bakın işte yaşadım sözünü böylesine yankılayamazdı.
bakın işte yaşadım!!!"
huzur içinde uyu; bulduğu her fırsatta okuyan, uçurtma uçuran ve etrafındakilerden gizli gizli şeker yiyen adam.
kaynaklar:
- jack london * james l. haley
- jack london * kenneth k. brandt
- doludizgin bir denizci jack london * irving stone