SİNEMA 18 Mart 2019
27b OKUNMA     691 PAYLAŞIM

Aile Olma Kavramını İlginç Bir Şekilde İşleyen Altın Palmiye Ödüllü Japon Filmi: Arakçılar

Japonya adına bu seneki Oscar Ödülleri'nde En İyi Yabancı Film dalında yarışan ve 2018'de Cannes'da Altın Palmiye'yi alan Hirokazu Kore-eda filmi Arakçılar (Shoplifters/Manbiki Kazoku), iyi eleştiriler aldı ve yılın akılda kalan filmlerinden biri oldu. Film hakkında güzel bir analizi aktarıyoruz.

benim bir yeğenim var. geçenlerde bize geldi. tüm akşamı çizgi film açılı bir televizyon karşısında, ellerine henüz ağır dahi gelen bir tablette araba yarışı oynayarak geçirdi. bir ara yanına gittim. çocuklarla aram pek iyi sayılmaz ama belki bir sohbet başlatabilirdim. dedim, "ee dayıcım, okullar da tatil oluyor, neler yapıcaksın bakalım tatilde?" o ise dedi ki, "evet çok heyecanlıyım, bol bol malofistanbula gidebilicem."

evet, mall of istanbul’a.

devirler değiştikçe bu değişime sadece insanlar değil, diller de uyum sağlamaya başlıyor. kendilerini başka hiçbir türde görülmeyen, adeta “omurgasız” bir esneklikle belli ortam şartlarına uyduran insanlar, dilleri de peşleri sıra sürüklüyor. bir zamanlar, bir çocuğu dünyaya getirdikten sonra onu sokakta başı boş bırakmayı, dilendirmeyi ya da cami avlusuna bırakmayı ifade eden “çocuk yapıp sokağa atmak” ifadesi de artık anlam genişlemesine uğramış bulunuyor. artık çocuklar dünyaya getirildikten sonra öyle basitçe “sokağa” atılmıyor; daha güvenli, öğretici, sakinleştirici sayılan televizyonlara, telefonlara, tabletlere, tek kelimeyle “ekranlara” ve doğadan uzak oyun alanlarına atılıyor. park ve bahçelerin sayısı arttırılıyor dahi olsa nitelikleri hızla azalıyor ve doğal ortamda eğlence kültürü doğanın kendisinden koparılıp alışveriş merkezlerindeki doğa simulakrlarına hapsediliyor. yine dört bir yanı ekranlarla çevrili bu alanlarda bir görsellik hücumuna maruz kalan çocuklar, tüm hayalleri kendilerine adeta dayatılan bir çevrede, "çocuk yapıp ekranlara atmak" eyleminin birer nesnesi halini alıyor.

"manbiki kazoku", kendi içinde, uzak doğu’nun tüm iklimsel özelliklerini kusursuzca yansıtan ve böyleliği sayesinde zihne taşranın ortasındaki bir köy eviymiş gibi yansıyan ama aslında dört bir yanı japonya'nın betonarme yapılarıyla çevrili numunelik bir doğal alanı merkez alıyor. bu alanda yükselen hanenin sakinleri, her birinin kendi geliri olan ama asla yeterince geliri olmayan yetişkinler ile bu yetişkinlerin maddi yetersizliklerinden kaynaklanan temel ihtiyaç açığını kapatmak için bir şekilde işe koşulan çocuklar. işten kasıt, süpermarketlerden (ya da genel olarak hırsızlığa uğrasa da batmayacak olan perakendecilerden) gıda ve kişisel bakım ürünü “araklamak”. çocuklar dahi, hikâye geliştikçe öğreniyoruz ki, biyolojik ana-babalarının sorumsuzluğunda önce kendilerini sokağa atılmış, sonrasında ise koruyucu ana-babaları tarafından sokaktan araklanmış bulan birer “kayıp”tan fazlası değiller.

hırsızlık eyleminin ya da, filme adını da veren tabiriyle, araklamak eyleminin eyleyicilerinin zihin dünyasındaki etiği şu cümleyle açıklanıyor: sahiplenilmemiş bir şey henüz kimsenin değildir. bu “şey”, bir paket cips, bir hazır çorba ya da bir şişe şampuan olabileceği gibi kendisini sokakta başıboş bulmuş bir çocuk da olabilir. 


“manbiki kazoku” dünyasında ne osamu shibata biyolojik bir baba, ne de nobuyo shibata biyolojik bir anne

arakladıkları çocukların kendilerini anne-baba görüp böyle anmalarını istiyorlarsa da etiketlerle çok fazla ilgilenmiyor, nasıl anıldıklarını umursamıyorlar. yaptıkları, orta doğu toplumlarında da ayıplanan bir şey olduğunu hem çevremden hem de bizzat kendi çocukluğumdan hatırladığım bir şey: çocukla çocuk olmak. çocuklara belirli bir yaşam biçimini, düşünceyi, etkinliği dayatmak yerine onları kendi yaşam biçimlerine, düşüncelerine, etkinliklerine dahil ediyor; "onlara ortak" değil, "onlarla ortak" oluyorlar. «ödevini yap!»çı resmi eğitim sistemini açıkça reddeden bu gayriresmî aile, okulu dahi yalnızca evde öğrenemeyenler için var olan bir kuruma indirgiyor (bu düşünce, yanlışlığı hikâye nihayete yaklaştıkça anlaşılıyorsa da, karakterlerin erken sahnelerdeki düşünce biçimlerini resmetmek konusunda yadsınamaz bir öneme sahipti. özellikle tüm hayatını resmî öğrenimden uzak geçirdiğini anladığımız osamu shibata'nın hiçbir işe yaramayıp hiçbir şeyi gerçekten başaramadığını düşünmesi, hatta daha önce kendisine «bacakların ilk defa bir işe yaradı» diyen nobuyo'yla seviştikten sonra keyif sigarasını içerken tekrar tekrar «gerçekten yapabildim, değil mi?» diye sorması, başarı hissine aç bir insanın psikolojisini tüyler ürperten denli bir nesnellikle ortaya koyuyordu).

diğer taraftaysa öz oğlunu cami avlusuna bebek bırakır gibi bir arabanın içinde bir başına bırakan, anneliği yalnızca kıyafet satın almak, ebeveynliği ise azar ve dayak sanan birer anne ve baba var. başıboş bıraktığı kızı kaybolunca başlayan aramalara medya kampanyalarıyla dahil olup gözü yaşlı, derbeder anne pozları kesen ve kızı bulunur bulunmaz kendisi olmaya devam eden bir insan var. bir bilyenin içine bakınca okyanus görmeyi öğreten sosyal bir sahte babaya karşılık bu okyanusu göstermek isteyen kızını şiddetle tersleyen biyolojik bir anne var. biyolojik ebeveynliğin mi yoksa sosyal ebeveynliğin mi tercih edildiği ise kaçtığı evinin betonarme duvarına tırmanıp kaçırıldığı evin doğallığını arayan yuri'nin bakışlarında gizli (ki aynı bakış, aşağıda değineceğim "soshite chichi ni naru"da bir otel odasına benzettiği, doğaya tepeden bakan bir binanın penceresinden dünyayı izleyen ryusei'nin gözlerinde de mevcuttu -aşağıdaki fotoğraf). 


“manbiki kazoku”nun burada yaptığı, ebeveynliğin doğasını, sorumluluklarını ve yollarını tartışmaya açmak

anneliğin bir çocuk dünyaya getirmekle, babalığın ise bu çocuğa maddi koruma sağlamakla ilgisi olmadığını göstermek. dahası, “anne” ve “baba” kelimelerinin dahi keyfî birer göstergeden fazla olmadığını kurmacanın görkemi dahilinde ispat etmek. burada, yönetmen hirokazu koreeda'nın 2013 tarihli olup yine annelik ve babalık meselelerine değindiği filmi "soshite chichi ni naru"ya dönmek yerinde olur. 6 sene boyunca öz oğlu sandığı keita'nın aslında kendisiyle aynı sırada doğum yapmış olan bir başka annenin çocuğu olduğunu öğrenen midori nonomiya şöyle diyordu: «nasıl oldu da bunu fark edemedim... oysa ben anneyim...» daha sonraki bir sahnede ise midori'nin kirin kiki tarafından canlandırılan annesi, ki kendisi "manbiki kazoku"da da büyükanne rolündeydi, damadı ryota'ya şöyle söylüyordu: «savaş sırasında birçok çocuk ailesinden ayrıldı veya onları kaybetti ve başkaları onları evlat edindi. asıl olan seni kimin büyüttüğüdür.» yine "manbiki kazoku"da da neredeyse aynı rolde izlediğimiz lily franky'nin karakteri yudai saiki ise işkolik ryota'ya şu öğüdü veriyordu: «çocukların gözünde onlara zaman ayırmaktan daha değerli bir şey yoktur.»

"soshite chichi ni naru", ebeveynlik tartışması yönünden "manbiki kazoku"ya kıyasla çok daha odaklı ve kapsamlı bir filmdi ama "manbiki kazoku"yu benim gözümde öncülünden daha nitelikli bir film kılan etmen, bu filmin hem çok katmanlı yapısı, hem de karakterlerini sadece ana hikâyeye hizmet ettikleri sahnelerle değil, yan hikâyeler oluşturmak adına kendi yaşantıları üzerinden de perdeye taşımasıydı. bu sahnelerden birinde büyükanne hatsue'yi mayu ile bir kafede muhabbet ederken izliyorduk. hatsue emekli maaşından "tazminat" diye söz edince şaşıran mayu, «senin emekli maaşı aldığını sanıyordum» diyordu. hatsue ise «evet evet, emekli maaşı işte» diyerek bu sorguyu geçiştirmeye çalışıyordu. mayu'nun bunun üzerine söylediği ise, "manbiki kazoku"ya ebeveynlik sorununun yanı sıra bir de yoksulluk, emek ve devlet politikalarına dair bir katman daha ekliyordu: «senin için emekli maaşı da bir çeşit tazminat galiba.»


"manbiki kazoku" ile yan yana düşünmeden edemediğim bir diğer yapıt ise yine 2018'den ama bu sefer orta doğu'dan, lübnan'dan. nadine labaki'nin "capharnaüm" filmi, annenin ve babanın toplumsal rollerini tartışmanın ötesine geçip anne-baba olma ehliyetini tartışmaya açmasıyla belki japon kuzeninden çok daha radikal bir film. iki filmi birlikte düşündüğümde içimden keşke "capharnaüm"ün zain ile yonas'ını lübnan'dan alıp "manbiki kazoku"daki japon shibata ailesinin yanına vererek shota ve yuri ile kardeş etmek mümkün olsaydı diye geçirmeden edemiyorum. belki alternatif ve kurgusal bir hayatta kendi yeğenimi dahi katmak isteyebilirdim bu aileye.

yukarıda andığım üç filmi birlikte düşündüğümde ise geriye kendime çıkarılacak 3 ders kalıyor

1. baba olmadan önce bir kişi ol (soshite chichi ni naru).
2. bakamayacağın çocuğu yapma (capharnaüm).
3. yaptığın çocuğa "patron" değil, "ortak" ol (manbiki kazoku).

Tam Bir Fiyat Performans Ürünü Olan Huawei P Smart 2019'un İncelemesi

Orta Doğu'ya Olan Bütün Ön Yargıları Yıkabilecek Ciğer Sökücü Film: Capharnaüm

Güney Kore'nin Oscar Adayı Filmi Beoning'in Anlatmak İstediklerini Çözen Bir İnceleme