Aileye Herhangi Bir Konuda Kızgın Olmanın Bütün Hayatı Etkilemesi
günlük hayatımızı yaşarken veya herhangi bir iş ile meşgulken, kendinizi hiç anne ve babanız ile kendi içinizde tartışıyorken buluyor musunuz? bulaşık yıkarken, araba sürerken, bir partide herkes eğlenirken, film izlerken, aşık olurken, hastayken...
eğer anne ve baba ile olan sorunları halen kendi içinizde çözmeye çalışıyor, sinirleniyor, kendi haklı olduğunuz konunun haklılığını bazen de sesli bir şekilde yalnızken bile haykırıyorsanız, o zaman ailenize karşı ciddi bir öfkeniz ve çözemediğiniz, çözmenizin de zor olduğu sorunlar olduğu muhakkak.
anlaşılmayı beklemek, hak ettiğiniz değeri göstermelerini beklemek, sizin varlığınızı kabul etmeleri ve bunu takdir etmelerini beklemek günden güne can sıkıcı bir hale gelebilir. bu mevcut yaşadığınız hayatın da zedelenmesine, aldığınız kararların da bu çerçevede alınmasına sebep olacaktır.
çocukluk dönemlerinde nelere maruz kaldığımız ve bunların ileriki dönemde hayatımıza olan etkileri yeterince fazladır.
travmaların ilişkilerimize etkisi:
aileler her ne kadar çocuklarını mutlu ve korumacı bir tavırla büyütmek isteseler de, bunu ancak kendi bilgi ve becerileri ile yaparlar. o yüzden her zaman ortaya çocuk aleyhine sonuçlar çıkması olasıdır. buna ailenin genel tavrı değil, aile baskısı demek daha doğrudur. çünkü çocuk üzerinde yapılan tüm hamleler onu yönlendirmek üzerine kurulu bir düzen sağlama telaşıdır.
aile baskısı ve sonuçları:
ebeveynler çocuklarını ne kadar çok severse sevsin, o çocukları ancak; kendi kapasiteleri, korkuları, endişeleri, egoları, bilgileri, çevresel faktörler ve kendi hikayelerinin izin verdiği ölçüde sevebilecek, büyütebileceklerdir. çocukluk travmalarına sebep olan esas nokta da budur. aile baskıları da bunlardan doğmaktadır.
kendi kapasiteleri
bu anne ve babanın dünya görüşü ve sahip olduğu yetkinlikle alakalıdır. kendilerinde ne varsa çocuğa da ancak o kadarını verebilirler ve buradaki kötü kurgu şudur; yetkinlikleri az olan ebeveynlerin tabuları ve kısıtları da çok olacağı için, ortaya çıkaracakları çocuğun zihinsel özgürlüğü de olmaz.
korkuları
anne ve babanın çevrede gördükleri ve yaşadıkları korkuları çocuklarının da yaşamaması için, her zaman onları aşırı derecede koruma iç güdüsüne sebep olur. korkular kişisel bir algılama kapsamında olduğu için, bu da çocuk üzerinde faydasız bir koruma sağlayabilir. örneğin; motora binmek tehlikelidir diyerek çocuğu motordan uzak tutmak bir koruma yöntemi olsada, çocuğun moto gp kazanacak yetenekte motor sürme becerisi varsa, bunu önlemiş olurlar. yani aslında kendi korkularının temelini çocuğa aşılamaya çalışırlar. bu da çocuğun özgürce keşfetmesini ve kendi başarılarını yaşamasına mani olur.
egoları
buradaki ego olayı anne ve babanın (genelde bir tanesinde çok baskın olur); çocuğu dışarıya karşı vitrine çıkarma çabasını kapsar. çocuğun başarılarını kendine referans olarak alır ve bu çocuğu daha çok baskılaması ve koşullandırmasına sebep olur.
bilgileri
hepimizin anne ve babası profesör değil, o yüzden kendi bildiklerini bize öğretirler. bu da yanlış bildiklerini öğretmelerine sebep olur. özellikle çocukluk dönemlerinde aşıladıkları çoğu yanlışı düzeltmek için bir ömür vermek gerekebilir. örneğin; benim annem çocukken kahvaltı yapmadan su içmenin mide bulantısına sebep olacağı varsayımı ile su içmemi istemezdi. basit bir şey ama bu bende bir alışkanlığa dönmüştü. sonradan öğrendik gereksiz ve yanlış olduğunu.
çevresel faktörler
aileler her zaman topluma karşı borçlu gibi davranır. bu hem kendisini hem de çocuklarını kısıtlamasına, onların özgürlüğünü ellerinden almalarına sebep olur. ailelerin çocuklarına öğrettiği en temel öğretiler "elalem ne der" ve namus kavramlarıdır. kız ve erkek çocukları arasında bu fark çok açıktır.
örneğin; erkek çocuğu için cinsellik "milli olmak" kız çocuğu ilk cinsel deneyim ise
"bekaretini kaybetmek" olarak kodlanır. buradaki anahtar kelime "kaybetmektir." daha yolun başında işe kaybederek başlayan bir çocuk yetiştirmiş olurlar. bu şekilde kodlanmış ve yetiştirilmeye çalışılmış çocukların ileriki hayatlarına yaşayacakları sorunlar çok fazladır. bunun farkında olan çocuğun öfkesi de yine ailesinin üzerinde yoğunlaşır.
kendi hikayeleri
hepimiz gibi, onların da kendi hikayeleri mevcut ve çocuklarını büyütürken asla o hikayelerinden koparak bize özgürce davranamazlar. onların da ellerini kollarını bağlayan ve bize yansıttıkları yönleri budur. hikayelerini bilmediğimiz için de çoğu zaman onlara kızarız. neden bize saçma sapan davrandıklarını sorgular, akla mantığa sığmayan bazı davranışlarının bilinçli bir şekilde yapıldığı düşünürüz. örneğin; aşırı bencil bir anneniz varsa, bu ona kızgınlık sebebidir. ihtiyaçlarımızı tam karşılamadığı için, bizi ihmal ettiği için ayrıca kızarız, ama annenizin küçükken onu bencilleştiren davranışlara maruz kaldığını bilmeyiz. bunu düşünmek zorunda da değilizdir ama onunla manevi olarak barışmanın temelinde bunları bilmek yatar.
hor görülmüş, aşağılanmış, belki tacize uğramış, elindekinin kıymetini fazlaca anlam yükleyerek, hayatta kalma iç güdüsü ile yaşamaya çalışan bir annenin davranışları bize bencilce ve narsisistik olarak gelebilir. çoğumuz onların maruz kaldığı kötü olayları, sebepleri ve sonuçları öğrendikten sonra değişmeye başlarız. ve çoğunlukla da yetişkinliğimizde onlar gibi davranma eğilimimiz vardır.
tüm bunları bir araya topladığımızda bize yansıyan kısımları bizi mutlaka eksik bırakır. hatta onlara kızgınlığımız hiç bir zaman geçmeyecek gibidir. çünkü ailenin yani en çok güvenilmesi gereken insanların bize yaşattıkları affedilmez olarak görülür.
çocuklar genellikle ya savurgan aileler tarafından ihmal edilir, ya da aşırı kontrolcü aileler tarafından işgal edilirler.
ihmal; ihtiyacın yeterince karşılanmaması ve akışına bırakılması ile çocuğun savurgan bir şekilde büyüdüğü durumlar için kullanılır,
işgal ise; ihtiyacın belli şartlar yerine getirilmesi karşılığında sağlandığı, koşullandırılmış ve bağımlı hale getirilmiş durumlar için kullanılır.
bu iki yaklaşımda oluşan travmaların etkisi ömür boyu sürer. bu konumdaki işgal edilen çocuklar genellikle ailelerinin ne yaptığının farkında olmayabilirler. asıl kızgın olan kesim ihmal edilen kesimdir. ihmal edilen çocukluk tüm sorumluluğu aileye yükler. kızgınlığı, öfkesi, başarısızlığı, tatmin olmayan yanları hepsinin odağı da ailedir. buna şiddete kadar varan tepkiler de verebilirler.
anne ve babaya olan kızgınlığımız devam ettiği sürece, arkadaş seçimlerimiz, ilişkilerimiz onların bize yaşattığı aşinalıktan öteye gitmez. ilişkilerin içerisinde de onlar ile olan iletişim hali devam eder. annenin ilgisizliğine, ilgisiz bir sevgili ile devam ederiz. babanın şiddet eğilimine, şiddet yanlısı bir sevgili ile devam ederiz.
kontrolcü bir aileden bıkmış olmamıza rağmen, baskın birine denk gelince kontrolü ona bırakmak bile bizi o huzurlu ve konforlu alanımızda tutar yanılgısı ile baş başa bırakır. yani onlara karşı olan tüm kızgınlıklarımız, bizim hayat kalitemizi düşürmeye, onlar gibi olan insanların ekseninde dönmemize sebep olur. yani bir şey sizi ne kadar iterse, onun yörüngesinde kalmaya devam edersiniz. fizik kuralı ile psikolojinin birleştiği yer bir nevi burasıdır.
bundan kurtulmanın birinci yolu, onlar ile empati yapmak ve onları manevi olarak kendi içimizde affetmektir. bunu onları aklamak için değil, kendi geleceğinizin nasıl olacağına karar vermek için yapacağız. yoksa içimizdeki baskın olan duygular bizim her zaman acı duymamıza ve yanlış kararlar vermemize sebep olur. kendimizi onlara ispatlamak veya intikam almak için değil, kendi mutluluğumuz ve iç huzurumuz için bir adım atmak istiyorsak, onlar ile olan hesaplaşmamızı geride bırakmamız şart.
rasyonel olmak gerekirse ki öyle olmak durumundayız, aile ile olan iç çatışmaları bir sonuca bağlamak zordur. geçmişte gerçekleşen veya gerçekleşmeyen ne varsa onları orada bırakmak ve hayatımıza bakmak durumundayız. bunu onlar ile halledemeyiz ama onları anlamaya çalışarak belli bir noktaya kadar kendimiz için daha özgür bir alan yaratırız.
ikinci yöntem olarak; temeline baktığımızda, bizi yöneten temel olgu zihindir ve zihin ilkel mekanizmalar ile doludur. onu özgürleştirebilirsek bir çok problemlerimizden de kurtuluruz. yani hayattaki en önemli savaşı kendimiz ile veririz... çoğumuz bunun farkında bile değilizdir. bu savaşı verirken de yenmek yerine sadece pişmanlık yaşatmak istediğimiz sanal düşmanlar olduğu sürece ( ebeveynler ) bu savaş asla bitmeyecektir. çünkü düşmanı bir kere yenersin ama aileni asla yenemezsin. onları bizlerin üzerindeki etkisinden kurtulmanın tek yolu zihni özgürleştirmektir.
zihinsel özgürleşme
farkında olmasak da ezberler ve başkalarının kuralları ile kurguladığımız bir zihin ile yaşarız.
bunun temel alanı kültürel öğretilerdir. (siyasi, dini, toplumsal kalıplar, tabular gibi.) yani, doğarsın, aile ve çevre tarafından sana insanların daha önceden öğrendiği ve tecrübe ettiği şeyleri yüklerler. buna eğitim dersin öğretim dersin, ne dersen de...
istanbul'u görmeden, kız kulesini özlemek ve merak etmek, şiirler ve romanlar ile yüklenmiş kültürel bir zihin setidir... görmediğin bir şeyin hevesi zihninde oluşmaya başlar. bu senin hayalin midir yoksa başkasının hevesi midir? en başta bunların ayırımını yapmak gerekir.
ya da bilmediğin tecrübe etmediğin korku ve endişe setleri yüklendiği için, tecrübe bile etmediğin konulardan kaçarsın, bu da aynı şeydir. çünkü kendi korkuların değil, başkalarının korkuları ile yaşarsın!
bunu asla unutmayın; sevinçlerimiz kadar, korkularımız da bize ait olmayabilir.
bilmediğimiz bir şeyden, anlatılanlar vesilesi ile korkmak da bir yüklemedir. sana kötü olan bir şey anlatılır ve uzak durman istenir, bu durum bizim kaygı ve korku seviyemizi kontrol dışına çıkarabilir. çünkü kendimiz deneyimlemediğimiz bir şeyi, başkalarının referansı ile zihnimizde tutarız. halbuki kendimiz deneyimlesek, belki de o kadar da endişe edecek bir şeyler olmadığını görmüş oluruz. hatta belki severiz bile...
o yüzden zihnimiz biz doğduktan hemen sonra, daha önce öğrenilmiş bu bilgilere maruz kalarak bir pozisyon alır. yani özetle neden korkmamız gerektiği de bize öğretilmiştir.
aile tarafından başarılı olması sürekli teşvik edilen çocuğun zihninde, başarısızlığın! mutsuzluk sebebi olacağı düşüncesi oluşmaya başlar. bunun sebep olacağı şey; kaygı bozukluğudur.
günlük karşılaştığımız olaylara da bu ezberle tepki veririz. bunların çoğu doğru olmayan şeylerdir. çünkü bize öğretilenler de, öğrenenler (öğretici) tarafından sağlıklı şekilde tecrübe edinilmeden zihinde tutulan kalıplardır. kendi öğrendiği ve yanlış bile olsa bize aktardıkları şeyleri, bizler de belli bir yere kadar hayatın gerçekleri olarak sürdürmeye çalışırız. çatışma tam olarak burada başlar. kendi benliğimiz ile yürütmek zorunda olduğumuz hayatın gerçekleri farklı olduğunda, bizi o dar kapsamın içinde tutan ve tüm hayatımızı etkileyen anne-babaya karşı bir öfkemiz oluşur.
doğduktan sonra eğitim hayatı ile evcilleştirilen insan, (herkesin toplumsal ve ailevi kalıplara maruz kalması) elinden alınan değerler kendi öz benlikleridir. insan kendi benliğini istediği şeye yönlendirebilirse mutlu olabilen bir varlıktır. bunu da ancak zihni özgürleştirme ile yapabilir. başkalarının öğretileri kendi benliğimizin önünde bir set olduğu için, sahip olduğumuz araçları ( eğlenme, zevk, keyif alma, hayal kurma, tembellik yapma vs...) kullanmakta zorluk yaşarız. bu da bir ikilemdir ve bizi bundan alıkoyan ve engelleyen her şeyden nefret etmemiz için bir sebebimiz olur.
tabi set kuralı yapay olduğu için tam olarak çalışmaz ve bizler yine kendi yolumuza gitmek ve kendi arzularımızı ve hayallerimizi gerçekleştirmek için şansımızı zorlamaya devam ederiz.
yine de bunları yaparken; "acaba günah mı işliyoruz, acaba aileye ihanet mi ediyoruz,
aykırı olmak kötü bir şey mi" derken, benliğimizin kıyısında dolaşıp, öğretilerin sınırlarına geri dönüyoruz. psikolojik problemlerin ve bizi istediğimiz şeyleri yapmaktan alıkoyan kızgınlığımız, öfkemiz bu noktada devreye giriyor.
bu noktada dayatılan kurallar ile öğretiler ile sorun yaşamaya başlarız. ya bunları aşıp kendi benliğimize döneriz, ya da bunların esiri olarak bunalım yaşasak da bir şekilde hayatımızı devam ettiririz. temel olarak arasında gidip geldiğimiz düşünce karmaşası bu şekilde çalışır. o sınırların içinde kalmak da yine öfkeye sebep olacaktır.
"insanları anlayamıyorum" diyorsak, anlamıyoruzdur, çünkü herkes kendi öğretileri ile yaşar ve onların öğretileri de seninkinden farklı olduğu için çatışma çıkar ve senin aslında çatışarak savunduğun yaşam şekli, senin olmayabilir de... içimizde yaşadığımız kaosun temel sebebi budur. inanmadığımız değerleri yaşamaya ve onları savunmaya mecbur bırakılmak... yine varacağımız nokta, içine sürüklendiğimiz bir kaos olur.
tüm bu anlattıklarım ve geçmiş hayatınızda yaşadığınız şeyler sürekli çatışma halinde olduğu için de; kendimizle kaldığımızda, bulaşık yıkarken, yemek yaparken, araba sürerken, mutlaka kendimizi herhangi bir sorunu çözmek üzere çeşitli senaryolar üretirken bulursunuz. kendinizi bir anda annenize bağırırken, babanıza herhangi bir olayda ne kadar haklı olduğunuzu göstermeye çalışırken hayal edersiniz. bu sanal öfke kurgusu o an yaşadığımız hayatın prangasıdır.
zihin savunma mekanizmanı devreye sokmak ve seni hayatta tutabilmek için sürekli negatif çalışır. bu da bir süre sonra düşündüğün şeylerin daha kötü bir hal almasına sebep olur. bu geçmişte tamamlanmamış olayların zihin tarafından bir şekilde tamamlanmak üzere seni yönlendirmesidir. çünkü zihin yarım kalmış şeyler istemez. kötü de olsa onu tamamlamanı bekler.
bunu çözmenin iki yolu vardır
birincisi olayı olduğu gibi kabullenmek,
ikincisi de ilgili kişiler ile bu olayı kendi istediğin gibi çözmektir. (alırsın karşına konuşursun gibi)
ikinci seçenek genelde mümkün olmadığı için, birinciyi yapmak gerekir. sürekli kendi içinde bir şeyler ile uğraşmamak için, geçmiş ile alakalı yarım kaldığını düşündüğün her şeyi masaya yatırıp değerlendirmemiz gerekiyor. belki de yarım kaldığını düşündüğün hiç bir şey aslında yarım kalmamış olabilir... kabullenmek, onları kabul ederek onlar ile yaşamak demek değildir, bu yanlışların varlığını kabul etmek ve hayatın mükemmel olmadığını bilerek yaşamaktır.
aksi durumda içimizde kalan her şey zihnini yorar, hem de insanlar ile kavga etmemize, sürekli çatışmaya girmemize sebep olur. ama bu kavga ettiğimiz kişiler genelde söylemek istediğimizi söyleyemediğimiz kişiler değil, yakın çevremizde nazımız geçen, aileden birileri olur. yani bir şeylerin içimizde kalmasına izin verdiğimiz sürece, o içimizde derin bir öfkeye sebep olur ve acısını yakınımızdaki diğer insanlardan mutlaka çıkarırız, bu da bir deşarj mekanizması olarak öne çıkar ve buna engel olmak zorlaşır. burada da aileye olan kızgınlık ne kadar çok ise, bu öfkeyi onlara yöneltmekten de çekinmeyiz. çünkü aile ile olan çözülmemiş sorunlar, bizim onlara karşı tahammül derecemizi düşürecektir.
bağ ne kadar zayıfsa öfkemiz de o kadar güçlü olacaktır. buradaki kontrolsüz davranışın diğer bir sebebi de kaybetme korkumuzun daha az olduğu veya gitmeyeceklerine emin olduğumuz kişilere biraz daha hoyrat davranabilme konforudur.
hayatta istediğiniz kadar başarılı olun, ölçülebilen maddi başarılar mutluluk demek değildir.
- eğer başardığınız şeyi birilerinin masasına vurarak göstermek size tatmin sağlıyorsa, o zaman halen geçmişin esirisinizdir. (ispatlama çabası)
- 40 yaşında bile halen karar alırken anne ve babanın soyut etkisinde kalıyorsanız, o zaman halen geçmişin esirisinizdir. (bağımlılık)
- eğer kaybetmekten halen korkuyorsanız (kaygı),
- eğer sevmekten, diğer insanlara açılmaktan halen endişe duyuyorsanız (kaybetme korkusu),
- eğer denemekten ve başarısız olmaktan korkuyorsanız (kaygı bozukluğu),
- eğer kendi cinsel dürtülerinizi istediğiniz gibi yaşamaktan çekiniyorsanız (utanma- regresyon),
- ve tüm bunlardan ebeveynleri sorumlu tutmaya da devam ederken, bunları yaşamaktan da kendinizi alıkoyamıyorsanız (öfke kontrolü-kendini bulma çabası)...
o zaman halen geçmişin esirisinizdir.
eğer durum halen böyle ise; kendimizi ve zihnimizi özgürleştirmemiz ve hayatımıza bakma zamanımız gelmiştir. aksi takdirde mutlu ve huzurlu olma, istediğimiz seçimleri yapma şansımız da yoktur. aileye olan kızgınlığımız, keskin bir sirkedir ve onun küpü de bizim zihnimizdir.