Bilim ve Din Arasına Ender Rastlanan Türde Bir Köprü Kuran Film: I Origins
edwin abbott abbott, "flatland" adını verdiği ve 1884 yılında yayınladığı novellasında bizleri iki boyutlu bir evrene konuk ediyordu. bu iki boyutlu evrenin bir sakini olan "kare", bir gece rüyasında tek boyutlu bir evrene seyahat ettiğini ve orada o evrenin kralı ile tanıştığını görüyordu. gittiği tek boyutlu, yani düz bir çizgiden ibaret olan evrende tanıştığı bu hükümdara bir türlü ikinci bir boyutun varlığını anlatamıyor, onun tek boyutlu ufkuna yeni bir boyut kazandırmayı başaramıyordu. aynı "kare", eserin ilerleyen bölümlerinde, üç boyutlu dünyadan gelen bir "küre" tarafından ziyaret ediliyor ve bu sefer bizzat kendisi, kendi irfanının hududunu çizen iki boyutluluğun ötesinde üçüncü bir boyutun varlığına ikna olmaya karşı var gücüyle direniyor, y ekseninde hareket etmeyi başaramayan, yalnızca x ekseninde harekete alışkın gözlerinin önüne serilen ve "üçüncü boyut"un somut varlığına işaret eden tüm kanıtlara karşın, kendisine üçüncü boyutun vahyini veren "küre"ye «fool (ahmak)! madman (kaçık)! irregular (düzensiz)!» diye bağırmaktan çekinmiyordu.
ne var ki, gözleri önündeki açık gerçeği inkara daha fazla devam edemiyor ve gözlerini y ekseninde hareket ettirmeyi en nihayetinde başarıyordu.
mike cahill, "i origins"te izleyiciyi "flatland"e benzer bir evrene konuk ediyor
ama burada abbott'tan ayrı bir yol izleyip izleyicisini "mevcut boyutların sayısı" yerine "mevcut duyuların sayısı" konulu bir tartışmaya tanık tutuyor. hatırlayalım; "flatland"in başkişisi "kare", iki boyutlu bir evrende yaşıyor, boyutsuz ve tek boyutlu evrenlerde yaşayanlara istihza ile bakıyor ama iş üçüncü boyuta geldiğinde diğerlerinden beklediği aynı açık fikirliliği sergilemeyi başaramıyordu. "i origins"in başkişisi dr. ian, tanımlı beş duyudan ibaret bir evrende yaşıyor, kendisinden daha az duyuya sahip olan canlıları (misal, yalnızca iki (koklama ve dokunma) duyuya sahip solucanları) açıkça hakir görüyor, ne var ki, tıpkı kendisine üçüncü boyuttan haber veren "küre"yi delilikle suçlayan "kare" gibi, kendisine altıncı bir duyunun mevcudiyetinden söz açan sofi'yi çocuklukla itham ediyor. sofi, bu yeni duyunun varlığını kanıtlamakta yetersiz kalınca, onu görmesini sağlayacak gönül gözünden de yoksun olan dr. ian, kendisini bütünüyle ikna edecek olan çeşitli spiritüel olayların eşiğinden içeri adım atarken buluyor kendini.
evet, kulağa güzel geliyor, değil mi? hayli yaratıcı, hayli esinleyici, hayli ufuk açıcı geliyor, değil mi? değil. yani evet; yeni boyutlara, yeni duyulara açıklık, muhafazakarlıktan oldum olası nefret eden ve her türlü inancın karanlığına karşı kendisini aklın ve deneyin aydınlığına adamış insanlar için olmazsa olmaz bir nitelik ama sap ile samanın birbirine karıştırılmasına karşı durmak da böylesi insanlar için bir görev. iki boyutlu bir evren modeli, fiziğin konusudur. buna eklenecek üçüncü bir boyut da yine fiziğin ilgi alanına girer. aynı şekilde, beş duyulu bir insan modeli, fiziğin konusudur. buna eklenecek altıncı bir duyu, öznesi-nesnesi her ne olursa olsun, yine fiziğin ilgi alanına girecektir, metafiziğin değil.
mike cahill, "i origins"te, christopher nolan'ın "interstellar"ın ilk yarısında yaptığı gibi, kurgusunun bilgi kantarındaki ağır yükü, inanç kantarına yerleştirdiği karakterlerle dengelemeye çalışıyor. materyalizm'in yılmaz savunucusu ve sözcüsü olarak tanıdığımız dr. ian'ın sayılardan ve istatistiklerden ibaret olan hayatına evvela sayısal rastlantılar (11), ardından da istatistiklere dökülemeyecek güzellikte gözlere sahip olan, bir "yin" olarak dr. ian için "yang"ı temsil eden ve böylelikle kadim diyalektiği tamamlayan sofi adında spiritüel bir ruh eşi dahil ediyor.
ispanyol-fransız kırması bir nemf olan astrid berges-frisbey tarafından canlandırılan bu karakter, tıpkı "flatland"de "kare"nin hayatına girip onun iki boyutlu evrenini alt-üst eden üç boyutlu "küre" gibi, dr. ian'ın materyalistliğini, ona ruhani meselelerden bahisler açarak ve onu altıncı bir duyunun varlığına ikna etmeye çalışarak kendince yumuşatmaya ve ruhanileştirmeye çalışıyor. fakat mike cahill, metafiziğin fiziğe dökülmeden kanıtlanabilecek bir şey olduğunu sandığı için, metafiziğin üzerinde tek kelime laf etmeye dahi imkan vermeyen zifiri bir karanlık olduğunu bilmediği için, bir materyalist olarak dr. ian'ın önünde sofi'yi metafiziği işaret eden bir peygamber olarak konumlandırıyor ve böylelikle dr. ian'ı haklı çıkarıyor çünkü mike cahill sahiden de beyhude bir çabayla çocukça bir işe kalkışıyor ve sap ile samanı birbirine karıştırma yolunda sofi'yi sahiden de çocukça konuşturuyor.
ve ben şunu da anlamıyorum: bilgiyi inanç ile harmanlamaya yönelik bu arzu neyden kaynaklanıyor? bizleri, dr. ian'ın deyimiyle, "painfully vacant" (acı verici biçimde boş) bir halde bırakan varoluşsal bunalımlarımızın ruhaniyete yönelimle dolacağına yönelik bu güçlü inanç kökünü neyden alıyor?
christopher nolan, "interstellar"da, cooper'ı bir boyuttan bir boyuta savurup dururken «akıllı bir yaratıcı var mı?» sorusunu sürekli olarak gündemde tutuyor fakat hikayenin son katları çıkılarken ve bizler tüm yolların bir "tanrı"ya çıkacağına handiyse ikna olmuşken, aniden direksiyonu kırıyor ve cooper'ın diliyle şöyle diyordu: «onlar, yani "akıllı yaratıcılar", bizden başkası değil!» ne var ki mike cahill bunu yapmıyor. hikayesinin ilk cümlesinden son cümlesine kadar kullandığı her bir kelime ile tek bir şeyi, "tanrı"yı işaret ediyor. ama ne yazık ki bunu felsefe bilen bir insandan beklenenin tam aksi biçimde, yani metafiziği fizik ile yüz-göz ederek yapmaya çalışıyor.
ama beş duyulu insanlığa altıncı bir duyu tanıtlama gayesiyle çıktığı 106 dakikalık bu yolculukta ne altıncı duyuya yönelik, ne de tanrıya yönelik dikkate değer bir şeyler söylemeyi başarabiliyor.
ve evet, fiziğin yalnızca fiziğe ayna tuttuğu "another earth" gibi bir güzelliğin ardından çekilen bu "berbat edilmiş bir kasa incir" karşısında insan, derin bir üzüntüye kapılmadan edemiyor. film nihayete erende insanın umurunda kalanlar, birbirinden güzel gözlerden çekilmiş onlarca makro fotoğraf, frisbey nam su perisinin duru güzelliği ve trésor nam parfümün kokusuna dair duyulan güçlü bir merak oluyor.
ekleme: ha bir de the do güzelliği "dust it off" ve ilgili sahne var tabii. kulaklarında olivia merilahti'nin sesi, dudaklarında astrid berges-frisbey'nin tadı olacak, sonra ne dert kalacak ne tasa...
THE DØ - Dust it Off
Filmle ilişkilendirilebilecek bir Neil Degrasse Tyson yorumuyla bitirelim
"yolda bir solucan var. yanından geçip gidiyorsun. solucan senin kendini akıllı olarak değerlendirdiğini biliyor mu? solucan, senin aklın hakkında herhangi bir fikre sahip değil. çünkü sen, solucandan çok daha akıllısın. bu sebeple de, solucan, kendisinden daha akıllı bir şeyin yanından geçtiğinin farkında değil. bu da beni aynı konseptte düşünmeye itiyor, acaba bizim yanımızdan da üstün varlıklar geçip gidiyor olabilir mi diye. belki de onlar da bizimle ilgilenmiyor, çünkü biz onlara göre iletişime geçmeyi düşünmek için çok aptalız. solucanın yanına gidip "of, acaba solucan şu anda ne düşünüyordur?" demiyoruz. demeyiz. böyle bir şey aklına bile gelmez. sonuç olarak, dünya dışı varlıkların veya metafizik ögelerin bizi neden hala ziyaret etmediğine dair en iyi kanıt; onların aslında bizi izlediği ve dünyada zeki bir yaşam olmadığına karar vermeleri olması gerekir."