SİNEMA 3 Mart 2022
11b OKUNMA     431 PAYLAŞIM

Boris Karloff'un Yıldızlaştığı 1931 Tarihli Frankestein Filminin Analizi

Bir sürü Frankestein uyarlaması çekilmesine rağmen hala en ikonik örnek olarak kalan kült filmi inceliyoruz.

var olan pek çok din, özellikle de tek tanrılı dinlerin gözünde tanrı hep iyilikle anılır

tanrı, sadece kullarının iyiliğini düşünen ve rahmetiyle onları her daim bağışlayan bir varlıktır. bunun aksini düşünmek mümkün değildir. neredeyse hiçbir din, inandığı tanrı’nın aslında kötü niyetli olabileceğini ve sırf zevkine yarattığı kullarının acı çekmesini zerre umursamayabileceğini düşünmek istemez. bu, biz kullar için kabul edilmesi zor bir düşüncedir. fakat bunun aksini söyleme cesaretini gösteren insanlar da vardır. bunu sinemada ilk olarak dile getirmekten çekinmeyen film ise frankenstein (1931) olmuştur. bu filmde tanrı açık bir dille eleştirilir ve yaratma eyleminin hiç de iyi niyetli olmadığı açıkça dile getirilir.

“frankenstein”, mary shelley’nin 1818 yılında yayımlanan “frankenstein; or, the modern prometheus” isimli romanından ünlü ingiliz yönetmen james whale tarafından sinemaya aktarılmıştır. bildiğiniz üzere yunan mitolojisinde insanları yarattığına inanılan prometheus’un isminin mary shelley tarafından romanda kullanılmasının çok basit bir sebebi vardır. hem kitapta hem de filmde victor frankenstein ismindeki genç ve hırslı bilim insanı cesetlerden topladığı vücut parçalarını bir araya getirerek kendine daha önce hiç var olmamış bambaşka bir canlı yaratır. filmde, “artık tanrı’nın neler hissettiğini anlayabiliyorum” diyerek sevinç çığlıkları atan victor frankenstein, var ettiği bu yaratıkla kendi deyimiyle bir tanrı’ya dönüşmüştür.


film, günümüz ve o zamanlar için bile farklı sayılabilecek bir girişle izleyiciyi selamlar

universal stüdyoları’nın 1930’lu yılları kasıp kavuran ünlü korku filmlerinin unutulmaz karakter oyuncusu edward van sloan, seyirci ile arasındaki dördüncü duvarı yıkarak bizi film hakkında uyarır. birazdan beyaz ekranda şahit olacaklarımızın bizi şaşırtacağını ve hatta dehşete düşüreceğini dile getirir. filme geçmeden önce sinemadan çıkmak için son bir şansımızın olduğunu belirttikten sonra bizleri filmle baş başa bırakır.

genç bilim insanı victor frankenstein ve yardımcısı kambur fritz, heyecanla kendilerine insan beyni aramaktadırlar. oradan buradan çaldıkları vücut parçalarıyla oluşturdukları insan bedeni için bir beyne ihtiyaçları vardır. uzun aramalar sonucu fritz’in gizlice girdiği bir üniversite laboratuvarından çaldığı beyni yaratılacak olan bedende kullanmaya karar verirler. ancak fritz’in çaldığı beyin, idam edilmiş bir katile aittir ve katilin ölümünden sonra beyni incelenmek üzere üniversiteye verilmiştir. bir caninin genlerini taşıyan bu beyin, yeni vücudunda da eski alışkanlıklarından vazgeçmiş gibi durmayacaktır.

“frankenstein”, üzerinden neredeyse yüzyıl geçmiş olmasına rağmen hala canlılığını ve etkileyiciliğini koruyan bir film. bunda yaratığı canlandıran boris karloff’un da çok büyük payı var. boris karloff rolünde öylesine başarılı bir yaratık canlandırmıştır ki frankenstein dendiğinde akla gelen hala onun performansıdır. bu arada şunu da hatırlatmakta fayda var. frankenstein rolünü mary shelley's frankenstein (1994) filminde robert de niro da canlandırmıştır ve böylesine büyük bir oyuncu bile boris karloff’un gerisinde kalmaktan kurtulamamıştır.


“frankenstein” filminin en bilinen sahnelerinden biri olan yaratığın küçük bir kız çocuğuyla oyun oynadığı bölüm bile zamanın çok ötesinde bir sekanstır. zaten film vizyona girdiği dönemde filmin bu sahnesi sansürlenmiş ve filmden çıkarılmıştır. ancak yıllar sonra bu sahne tekrar filme iliştirilecek ve günümüze ulaşabilecektir. filmin bir cadı avına dönüşen son sahneleri de hem görüntüler hem de yarattığı atmosfer ile takdiri fazlasıyla hak eder. özellikle yel değirmeni sahnesinde kameranın yakaladığı anlar filmin de zirve noktasıdır.


“frankenstein” filmini yukarıda yazdıklarımın dışında daha pek çok yönden de incelememiz mümkün

filmin temelinde tanrı ve yarattıkları arasındaki mücadeleyi anlattığı zaten aşikâr. filmin sonunda tanrı ile kulu dövüşecek ve kavganın sonucunda tanrı feci şekilde yenik düşecektir. tanrı, bir yel değirmenin tepesinden friedrich nietzsche’nin de deyimiyle öldürülüp (bkz: god is dead) atılır. ancak tanrı olmaksızın yaratılanın da bir ehemmiyeti kalmaz. onun da sonu tanrısından çok farklı olmayacaktır.

frankenstein’ın sonunu getiren en önemli neden tamamıyla farklı olmasıdır. o, diğer insanlar gibi değildir. bir çocuğun zekâsı bile onda yoktur. oldukça güçlüdür ve gücünü nerede nasıl kullanmasını gerektiğini hiç bilmez. filmin sonlarında ellerinde meşaleler ile frankenstein’ı linç etmek isteyen halk, talebinde haklı bile olsa özünde farklı olan her şeyden nefret eden bir topluluğu temsil etmektedir. insanların farklı olana tahammülü yoktur. daha en başından beri frankenstein, yok edilmesi gereken bir yaratık olarak görülmüştür. fakat garip bir şekilde bunu yapmak o kadar da kolay olmayacaktır.

kendi yaratıcısını bile öldürmeye çalışmaktan çekinmeyen frankenstein, sinema tarihinin görüp görebileceğiniz en aykırı ve isyankâr korku karakterlerinden de biridir ayrıca. pek çok korku filminden hatırlayacağınız üzere korkunun ana unsurları öyle kolay kolay ölmez. michael myers gibi pek çok karakter esasında ölümsüzdürler. frankenstein’ın ölümsüzlüğü ise bir isyan etme halidir. o, dünyaya gelirken hiçbir söz hakkı olmayan ve yaşarken de büyük ölçüde acı çeken milyarlarca insan ve diğer canlılar adına konuşuyor gibidir. bu yüzden frankenstein sadece bir korku karakteri değil aynı zamanda da bir kahramandır. bu minvalde, kitabın yazarının bir kadın, filmin yönetmeninin ise eşcinsel bir erkek olması frankenstein'ın farklılığını tamamlıyor oluşu açısından çok anlamlı bir tesadüf değil midir sizce de?

dipnot: frankenstein, bildiğiniz üzere canavarın değil yaratıcısının adıdır. ancak günümüzde artık bu isim canavarla da özdeşleşmiştir. o yüzden sürekli canavar demektense bu yaratığa da yaratıcısının ismiyle frankenstein demenin bence bir mahsuru yoktur.