SİNEMA 22 Ocak 2019
100b OKUNMA     804 PAYLAŞIM

Casus İlyas Bazna'yı Biraz "Farklı" Anlatan Çiçero Filmine Ağır Bir Eleştiri

Başrolünde Erdal Beşikçioğlu'nun yer aldığı Çiçero filmi kısa zaman önce vizyona girdi.

kenara çekilin, filmi feci bir şekilde tokatlamaya geldim. çünkü bu filme söylenebilecek varsa tek bir güzel şey var, gerisi aman yarabbi! uzun uzun eleştirisini şuraya bırakıyorum ve aşağıda spoiler içinde sövmeye başlıyorum: çiçero

--- spoiler ---

filmin yapımcısı olan mustafa uslu için şunu söyleyebilirim

bütçe arttırıldığı zaman türkiye’de kaliteli işler çıkabileceğini bize kanıtladı. keza ülkenin kendi tarihi olaylarına yönelirsek iyi işler çıkarabileceğimizi de kanıtladı. ama bundan ötesi yok hatta daha kötüsü var: yanlış yönlendirme. yapımcısı olduğu ayla filminde senaristinin filmine çökmüş, ardından filmi “oscar adayı” diye tanıtmış, seyirciyi kandırmıştı. kandırmıştıyı özellikle söylüyorum çünkü gerçekten kandılar. hatta geçenlerde çıkıp ayla’nın oscar’ı alacağını iddia etmiş, bilmeyeni -gene- kandırmış, bilenleri güldürmüştü. evet, halk takip etmediğinden ya da sadece seyirci kalmak istediğinden onlara söylenenlere inanabiliyor. fakat mustafa bey, 2 senede bir şeyi çok iyi kanıtladı: filmlerinin izlenmesi için her türlü yanlış yönlendirme yapmaya hazır.


geçelim filme

film, ilyas bazna’nın çocukluğu ile başlayıp onun ankara’daki ingiliz konsolosluğunda çalışmaya başlamasını; sir hughe knatchbull-hugessen’ın uşağı olarak casusluk yapmasını anlatıyor. sir hugessen’ı harika bir şekilde söylediği arya operası ile kandıran bazna, kendini bir şekilde ingiliz konsolosluğuna sokuyor ve ingilizlerin, top secret belgelerini almanlara para karşılığı satıyor. böylece almanların ingilizlere ve müttefiklerine karşı hamle alabilmesine yardım ediyor. bazna bunları filmde, türkiye 2. dünya savaşı içerisine çekilmesin diye yapıyor. gerçekler öyle mi peki?

ilyas bazna, filmde bize bir kahraman gibi anlatılıyor. kendisini oynayan erdal beşikçioğlu’nun bedeninde, biraz da behzat ç.’nin verdiği nostaljik duygularla, bazna, tam bir hayırsever, tam bir kurtarıcı, tam bir beyefendi olarak çıkıyor karşımıza. zeki, çalışkan, akıllı, her şeyi önceden hesaplayan ve iyi bir dövüşçü. john wick gibi adam boğabiliyor. filmin başında hikayenin gerçeğinden esinlenilerek yapıldığı yazılıyor. iyi ki yazmışlar bunu(!) aslında bazna, sir hugessen’ın açıklamasıyla aptalın tekidir. bazna, kendini aptal olarak göstermiş, böylelikle kimsenin ondan şüphelenmemesini sağlamıştı. fakat filmde bazna her adımında bir kahraman, her adımında bir anda orada biten bir alfred.

gelin size biraz daha bazna’dan bahsedeyim. kendisi, bütün istihbarat bilgilerini para karşılığında satmıştır. casusluğu tamamen para üzerinedir. normandiya belgeleri için tam 300 bin pound istemiştir. fakat sonrasında kendisine verilen poundların sahte olduğunu fark etmiş, alman hükümetine casusluğunun karşılığı için dava açmış ve tazminat kazanmıştır. bu arada casusluğu için almanya tarafından da ödüllendirilmiş biridir.


filmde ise çiçero, bir türkiye sevdalısı olarak anlatılıyor

halbuki kendisi babasının ölümünden ingilizleri suçladığı için alman casusluğu yapıyordu. gene filmde paraların sahte olduğunu da biliyor, adının çiçero olduğunun da farkında. ama sonrasında yazdığı ve parayı kırdığı otobiyografisinde ise her şeyi savaştan sonra öğrendiğini açıklıyor. aynı adam konsolosluktan yakalanacağını düşünüp çıkıyor, bir süre arjantin’e kaçıyor. kitap paraları da bitince parasızlıktan almanya’da ölüyor. tamam, esinlenerek yapılmış bir film olduğunu belirtmişsiniz ama siz çiçero ilyas bazna’yı hiç olmadığı bir kişi gibi göstermişsiniz? sizce de bu -gene- seyirciyi yanlış yönlendirmek değil midir?

hele ki down sendromlu çocuklar üzerinden yapılan drama sosuna hiç girmiyorum. utansam kim ciddiye alır? tamamen seyirciyi duygusal olarak vurabilmek adına seçilmiş bir tercih ki filmde, neredeyse birçok tercih, sırf seyircinin duygularına oynayabilmek için yapılmış. müzik tercihleri, hamam tercihi, film tercihleri ve daha fazlasıyla hepsi bir toplantıdan çıkmış gibi planlı. seyirci neyi sever, neyden etkilenir?

gözlerim beni yanıltmadıysa filmdeki sinema sahnesinde casablanca gösteriliyor. filmin yapım tarihi 1942 fakat türkiye’de gösterim tarihi 1946. film ise 1943’te geçiyor!? yanlışım varsa düzeltin ama değilsem bunu bilmiyor muydunuz? bilerek mi yaptınız? hangisi daha kötü?


teknik kısıma gelirsek

teknik kısım bence filmin en felfena kısmı. çünkü şöyle bir mantık izlenmiş: “seyirci salaktır, çok fazla kasmayın, salağa anlatır gibi anlatın“. seyirci belki anlamaz diye mekanda dönen olayı, durumu özetleyen karakterler var filmde. çekimlerden, oyunculuğa; bir şey hariç her şeyde aptal yerine konuyorsunuz. o da sanat yönetmenliği. sanat yönetmenliği de, duygulara iyi oynamak için çatır çatır yapmışlar. hakkını veriyorum. fakat geri kalan her şeyde salın gitsin kafası var. set uzamamalı tabii, para yazıyor. oyunculuklar kötü, metin kötü, çekimler vasat. buradan şunu çıkarmayalım: zaten kötüyüz. hayır. o oyuncular çok daha iyisini oynayabilirdi. moyzisch için o alman şiveli türkçe olmuyor denebilirdi. fakat yönetmen ve ekibi, keza yapımcı, erdal beşikçioğlu’nun playback olduğu ağzından belli olan hatta uymadığı için fazla göze batan arya’sı için “bu olmadı yeniden çekelim” dememişler. aman ya boşver, ver gitsin denmiş. yaşamayanlar’daki efsane yumruk dövüşüne onay veren yönetmen geliyor aklıma hep. allah’ım!

down sendromlu çocukların duygu sosu olarak kullanılması, kötü metin, yanlış tarihi anlarım. alıştım artık. bu yüzden türk yapımı filmlere gitmeye çekiniyorum. bana yapılan muamele bu çünkü. fakat bana şunu açıklamalarını çok isterim: oyuncular türkçe konuşurken neden ingilizce ve almanca dublaj yaptınız? amacı neydi onun? önümdeki ve arkamdaki seyirciler affetsin, hepsinde kahkaha attım. dublaj, ağız ile uyuşmalı, değil mi? filmde ağız dururken konuşan bir sir var. neden!?

velhasıl kelam

çiçero, meraklı bir şekilde gittiğim, esinlenme adı altında aslında öyle olmayan bir adamın hikayesini anlatıyor. önü sonu çok boş. film, “seyirciyi nasıl kalpten vururuz” toplantısından çıkma olduğu için kurgu da kötü. birbirinden kopuk sahnelerden oluşuyor. çünkü film yapmayı değil, içindeki sahneleri doldurmayı düşünmüşler. keskin nişancı ile vurulmak üzereyken rejinin bize gül demesi üzerine poz kesen down sendromlu sevimli arkadaş da bu sahne planlamasının bir parçası. ya da filme sokulan churchill, ismet inönü, hitler hatta atatürk bile tamamen göz boyamak üzerine. halbuki 2. dünya savaşına girmesek de ismet inönü, her an girebiliriz diyerek ordu kurmuş, üretimi ve üreticiyi zor durumda bırakmıştı. halktaki yansımaları anlatmak yerine, anlayın işte… filmin ayla ve müslüm’de olduğu gibi tek bir artısı var: para olunca güzel işler yapabiliriz. ama gerçekten yapmak istersek. çünkü bir seçenek var ama mustafa bey b şıkkını zorla ortaya çıkarıyor.

a) para var, ilyas bazna’nın hayatını kaliteli bir şekilde anlatalım.
b) para var ama, ilyas bazna’nın hikayesini kalitesiz üstelik yanlış anlatalım.

Dil Okulu İçin Malta'yı Düşünenlere Altın Değerinde Tavsiyeler