Sahiciliğiyle İnsanın Canını Yakan Muhteşem Film: La vie d'Adèle
adele otobüse yetişmeye çalışırken, kendimi bir rüyanın içinde bulduğumu biliyordum. sabahın mavi ışıkları, güne yeni başlamanın depresyonu ve bir yanda yeni günün içinde barındırdığı umutlar... bu rüyanın gerçeğe dönüşmesi, bir noktada beni gerçek dünyadan ayrıştırıp perdeye yansıtmayı başlaması ise kelimelerle tarif edilir gibi değil. spagetti bolonezin, ağlarken şırıl şırıl akan sümüğün, sürekli dudaklara yapışan saç tellerinin olduğu, filmlerde görmeye alışık olmadığım bir dünya bu. bana neler hissettirdiğini tarif etmek pek kolay olmayacak.
bazı filmler insanı düşüncelerle doldurur, hakkında türlü türlü makaleler yazdırabilir ya da politik olarak kişinin içinde çok güçlü bir duyguyu harekete geçirebilir. çok daha az film ise insanı duygularla doldurur. “la vie d’adele” bu ikinci kategoriye ait ve bunun en mükemmel örneklerinden biri gibi görünüyor. abdullatif kechiche samimiyet ve gerçekçilik konusunda çok ciddi kafa yormuş. karakterlerini sapık gibi takip ederek yaptığı çekimler ya da bazı sahneleri çekmek için 10 gün boyunca oyuncularını zorlamasının başka bir açıklaması olamaz. iki kadın oyuncusunun yeteneklerinin yabana atılmayacak boyutta olması da onları şimdiden sinema tarihinde özel bir yere koymuş durumda. peki insanı değişik bir duygu nehrinde sürükleyen bu film hakkında konuşacak ne kadar çok konu olabilir?
kechiche filminde duyguları en ham hali ile kullanmaya özen göstermiş. basit olanın daha vurucu olacağının farkında, içilen sigaraların dumanını kareye yavaşça yayarken adeta cinsellik sembolü haline getirdiği adele’in dişlek çehresini bize uzun uzun göstermekten kaçınmamış. kendini açıklamayı sevmeyen bir film çekmiş ama kriptik olmaktan da uzak. insanı saran sıcaklığı ile her sahnenin kendisini sözel olmayan biçimlerde açıklamasına izin vermiş. adele ile emma’nın sokakta ilk defa karşılaştığı anın gücünü karakterin iç sesi ne kadar güzel ifade etse de, bu kadar etkileyici olmayacaktı. kechiche’in kamerası ana karakterimize sabitlenmiş, (tıpkı polanski’nin rosemary’s baby’de yaptığı gibi) onu film boyunca istisnasız takip ederken, ben benzerini daha nadiren gördüğüm bir bağlanma yaşadım. öyle ki, adele diye bir kızın gerçekte var olmadığını düşünmek şu an hala garip geliyor. diğer yandan bu dünyadan cinsiyet ayrımı yapmaksızın sonsuz adele ile emma geçtiğine de eminim.
“peki neden iki kadının aşkı?” sorusu o kadar çok kafaları kurcaladı ki, kimse kechiche’in “neden olmasın?” dediğini farketmedi bile. bu soruyu sormak demek, bu filmden politik bir duruş, bir aktivizm beklemek demek. ki ben bunu kabul etmek istemiyorum. bu film adele’in filmi. adele ise lezbiyen bir kadın. dolayısı ile filmdeki aşk da iki kadın arasında tezahur ediyor. filmin lgbtt haklarına üzerine söylemler yapmak ya da insanları buna alıştırmak gibi dertleri yok. bu tarz filmlerden zaten bolca bulmak mümkün. kechiche filmini cinsel yönelim çerçevesine sıkıştırmadığı gibi, bu durumdan faydalanmayı bilmiş. örneğin, karakterimizin kendini bulma süreci sıradan bir ergenden farklı. kendi cinsel yönelimini keşfetme süresince yaşadıkları, ister istemez genelgeçer toplum kabullerini sorgulamaya başlaması karakterimizi çok daha zengin yapıyor. çok şükür ki, adele ne istediğini bilen bir kız. henüz bir lise öğrencisiyken bile mutsuz olduğu ve ait olmadığını bildiği ilişkisini bitirmekte zorlanmıyor. adele cinsel bir obje olarak sunuldukça, bir yandan aslında saygıdeğer ve ayakları yere basan bir karakter olarak aradan sıyrılıyor. cinsel yönelimi ile tanımıyoruz onu, ya da böyle bir klişeye oturtmuyoruz. bakışlarındaki ateş onların cinsiyetlerini görünmez hale getiriyor. sonuçta filmin başrolünü çoğu zaman hepimizin gençlik dönemlerinde hissettiği o tarifsiz duygulara bırakıyor ilk yarı boyunca. politik ya da entelektüel altmetinlere değil. filmin çok konuşulan 15 dakikalık seks sahnesi de bunun güzel bir örneği. pornografik olmakla eleştirilen bu sahne aslında aşk filmlerine ezber bozan bir yaklaşım daha getiriyor. hem karşımızda arzu ile bağlanan iki kadın var, hem de sevişme sırasında ihtiyaç duydukları bir fallik obje ortada yok! heteroseksist kafalarımıza bu penissizlik, yer yer sertleşen sevişmenin sonundaki orgazm sesleri ile çekiç gibi iniyor. adele ile emma’nın ilk sevişmelerine tanık olurken, şehvet ve uyumun bir karışımını görüyoruz. kechiche seksi, en yalın ve saf biçinmi ile aşkın kendisinden ayırmıyor. hatta çoğumuzun görmek istemediği bir noktaya koyuyor. bölüm 2’de adele ile emma’nın yıllar sonra tekrar buluştuğu o kafede, adele’in ağzından çıkan ihtiras dolu “seks nasıl?” sorusu yersiz gibi görünse de, birbirine alışmış bedenlerin karşı koyamadığı, merak ettiği bir soru olarak beliriyor. filmin bu noktada, cinselliği sömürmekle eleştirilmesine rağmen cesur bir hamle attığını söylemek mümkün. kechiche’in sömürü sineması ile alakası olmadığı, adele’in ilk erkek sevgilisi ile yaşadığı cinsel ilişkideki ruhsuzluk ile kendini zaten ortaya çıkartıyor. bu iki ilişki arasındaki zıtlıktan da faydalanarak filmlerde cinselliğin her zaman üstü kapalı ya da estetize edilerek gösterilmek zorunda olmadığını vurguluyor. hele ki ana karakterine bu derece takıntılı bir filmde, karakterin ilk “gerçek” cinsel deneyemini göstermesini yadırgamak yanlış olur gibi görünüyor.
kechiche’in bu filmde başarmak istediğinin pür bir duygular silsilesi olduğunu söylemek yalan olmaz. bu noktada klasik senaryo kurallarını biraz yıkmakta problem görmüyor. açıkçası filmi yer yer belgesel noktasına yaklaştırması da bundan. aslında karşımızda bir aşk filmi değil de, adele’in büyüme öyküsü var. tam tercümesi ile “adele’in hayatı” var. klasik bir senaryoda, matematiksel bir mantıkla bakınca, verilen ayrıntıların anlamlı olması gerekir. yani gösterilen bir karenin, bir ayrıntının filmin ilerleyişinde bir yeri bulması gerekir. rastgele ortaya saçılan ve bir yere ulaşmayan parçalar genelde izleyicide bir tatminsizlik hissi yaratır. (tabi bunu sinema tarihi boyunca beklenti yaratıp sonunda izleyiciyi şaşırtmak için kullanan muzip senaristler ve yönetmenler de olmuştur.) adele’in hayatı ise, tıpkı bizim hayatımız gibi matematiksel bir senaryonun barındırdığı hiçbir denklemi içermiyor. adele’in beraber salya sümük ağladığı, dertleştiği, hatta onu ilk kez gay bara götüren arkadaşının onun cinsel yönelimini keşfetmesinde ne kadar büyük bir yeri olduğunu biliyorsak, neredeyse filmin üçte birlik bölümünden sonra ortalıkta olmamasını da garipsemiyoruz. ya da emma ile adele arasındaki sartre-bob marley sohbeti, ileride bunlara yapılacak bir takım alıntılar olarak değil, karakterlerimiz arasındaki farkları tatlı bir şekilde ifade etmek için oraya konulmuş. yani aslında her karakter, her sohbet, her olay adele’in hayatında, büyümesinde ve bir gün olacağı insan olmasında birer ufak adım gibi. filmin 2. yarısı bizi depresif bir duyguduruma sürüklerken, aradan geçen yılların adele ile emma açısından nasıl geçtiğini sorgulamaya da itiyor. filmin ilk yarısında karakterlerimiz arasındaki sınıfsal ve kültürel farkı vurgulamak açısından önemli bir yere sahip aileler ortalıkta yok. eski arkadaşlar, eski sohbetler, eski tatlılık uçmuş. yerine genç erişkinliğin ağırlığı altında yaşadıkları ilişkiyi ayakta tutmaya çalışan iki farklı karakter var. senaryo klişeleri bu noktada da neye uğradığını şaşırıyor. adele’in emma’nın arkadaşlarına hazırladığı yemek sahnesi aslında bir çeşit turnusol kağıdı gibi. bu sahnedeki gerginlik sırasında empati kurduğunuz taraf, belki izleyici olarak kendinizi de tanımanıza yardım edebilir. adele yıllarca emma’nın eserlerinin nesnesi olarak kanlı ve canlı olarak insanların karşısında. üstelik daha önceden sıradanlığın ve mütevaziliğin bir simgesi olarak kullanılmış “spagetti bolonez”den dev bir kazan dolusu yapmış ve misafirlerine ikram ediyor. yaşadığı gerginlik ise tarif edilir gibi değil. insanlar tarafından beğenilme arzusu, aslında emma tarafından kabul edilme dürtüsü ile bağlantılı gibi görünüyor. yaptığı işin (anaokulu öğretmenliği) emma tarafından küçümsendiğinin ve sanki severek yapması mümkün değilmiş gibi göründüğünü bilinçöncesinde saklıyor gibi görünüyor. bir izleyici olarak, adele’in dürtüsel gerginliğini hissedip onun için endişelenmek de, rahatlayıp diğer insanların arasına karışamadığı için ona kızmak da mümkün. sözümona sıradanlığını –spagettisini- tüketmeleri için diğer insanlara paylaştığı bu güzel ve uzun sekans boyunca, arka planda dönen entelektüel sohbetin içinde boğulacağını bilen adele’in kendini “domates” sohbeti ile serin sulara atması, aslında aradan geçen yıllar içinde nelerin değiştiğini görmemiz adına değerli. adele’e çekici gelen entelektüel dünyanın zamanla ait olmadığı bir diyar olduğunu fark etmesi, hatta bu diyarda tüketilen bir nesne konumuna gelmiş olması kaçınılmaz sonun ilk habercileri gibi.
filmin ikinci yarısı yutması zor bir demir leblebi aslında. filmin iki bölümü arasındaki zıtlık görsel olarak da oldukça iyi yansıtılıyor. ilk yarıya hakim olan açık mavi tonlarını, ikinci bölümde gece mavisi tonları ele geçiriyor. hatta ilk yarıda her yerde karşımıza çıkan mavi artık sahneden çekilmeye bile başlıyor. emma’nın gençlik ateşini geride bıraktığını artık sarıya boyadığı saçlarında görebiliyoruz. ya da son sahnede artan kırmızı tonları ile emma ve adele için artık bir devrin geride kaldığını görebiliyoruz. mavi bir anlamda adele için “bağ kurmak” demek oluyor. ilk öpüştüğü kız olan sınıf arkadaşının koca mavi taşlı yüzüğünde gözümüze çarptığı gibi. filmin en hoş sahnelerinden birinde, adele sahilde çocuklarla oynarken iç sıkıntısına karşı koyamadığı bir noktada denize girer, ve saçları denizin mavisinde adeta maviye boyanmış gibi görünür. bu sahnede adele’in emma’yı hayal ettiğini düşünmek bile filmin görüntü yönetimi adına seçimlerinin hiç de rastlantı olmadığını ortaya koyuyor. maviyi bağ kurmak olarak düşünürsek, ikinci yarının aslında –belki de gerekli olan- bağ koparmak üzerine kurulu olduğunu düşünmek zor değil. ilişkilerinin başında farklılıklarını göz ardı eden çiftimiz, hayal ettikleri değişimden çok farklı noktalara geldiğinde, hepimiz içten içe o hisse kapılıyoruz. tıpkı ilişkilerinin kötüye gittiğini gördüğümüz arkadaşlarımıza içgörü kazandırmak istediğimiz, ama hiçbir şey yapamadığımız o katastrofik durumda olduğu gibi. emma belki de, yansıtma yaparak adele’i kendisini aldattığı için yerden yere vururken, adele’in durumun ciddiyetini idrak ettiği noktadaki kendini affettirme çabasındaki acı, film bitene kadar içimde durmaya devam etti. sonrasında adele çocuklarla oynadı, adele denize gitti, adele çocuklara okumayı öğretti, adele ağladı, adele sigara içti, adele rüyalar gördü. işte bütün bu unutma sürecindeki vicdan azabı, onu bağ koparmanın kaçınılmaz olduğu noktaya kadar sürükledi. bu oldukça üzücü süreç, bir noktada finaldeki başıboş hava ile yeni umutlara kapı açmış gibi görünüyor. kechiche “adele’in hayatı” derken belki de bunu kastediyordu; adele genç bir lise öğrencisi iken yaşam dürtüsünü ve ölüm dürtüsünü öğrendi. ve artık büyüdü. belli ki, hayatının geri kalanı boyunca asla eskisi gibi olamayacağı bir süreç geçirdi. emma, adele’in sevmediğini bildiği halde istiridyeyi ona yedirirken, sadece sınıfsal bir farklılığı değil, aynı zamanda bir ilişkide karşındakini dönüştürme çabalarını da göz önüne seriyordu. ama adele yine olduğu ve olmak istediği insan olarak hayatına devam etti.
kechiche’in bu film ile amacına ulaşmadığı çok az nokta var. 800 saatlik çekimi, oyunculara senaryoyu sadece bir kere okutup sonra doğaçlama yapmalarını istemesi, sete kuaför ve makyöz sokmaması, gerçekte clementine olan karakterin adını oyuncunun adı olan adele yapması gibi ayrıntılar bu filmi çekerken ne kadar tutku ile davrandığını gösteriyor. ortaya kendi filmine olan tutkusunu, karakterleri aracılığı ile bize yansıtan bir film çıkarıyor. öyle ki, filmin abartıldığına emin olarak girdiğim salondan, filmi izleyen biri olarak değil, adele ve emma’nın yıllar boyunca yakın arkadaşı olup ilişkilerini gözlemlemiş biri olarak çıktım. uzun bir süre daha izleyici ile film arasındaki bariyerleri bu derece kaldırabilen bir film izleyebileceğimi düşünmüyorum.