TARİH 16 Haziran 2020
38,8b OKUNMA     559 PAYLAŞIM

Doğu ve Batının Fikir Harmanıyla: Britanya İmparatorluğu Nasıl Yükseldi ve Çöktü?

Dünyaya uzun süre hükmeden Britanya İmparatorluğu nasıl zirveye çıktı ve nasıl oradan indi? İşte doğu ve batı tarihçilerinin genel olarak uzlaştığı şekilde, bu hikayenin güzel bir özeti.


britanya imparatorluğu birçok yönüyle dünya tarihine damga vurmuştur

hakkında hem batılı hem doğulu tarihçi ve iktisatçılar tarafından birçok araştırma yapılmış ve yapılmaktadır. peki hem doğulu hem batılı akademisyenlerin analizlerini harmanladığımızda ortaya ne çıkmaktadır? britanya imparatorluğu’nun “iktisadi” anlamda yükselişi ve çöküşü nasıl olmuştur?

dünya ekonomisi bir başka dünya ekonomisine dönüştüğünde, ekonominin merkez kenti yerini bir başka merkez kente bırakır. ekonomi dünyası bir çekim merkezi, bir kutup olmadan yaşayamaz. ama kayma ve yeniden belirlenme durumları enderdir ve çok önemlidir. örneğin 1380'lerde akdeniz'de venedik yararına bir merkez belirlenmesi olmuştur. 1500’e doğru venedik’ten belçika anvers’e doğru ani ve çok büyük bir sıçrama görülmüş, daha sonra 1550-1560’larda akdeniz’e dönüş cenova sayesinde olmuştur. nihayet 1590-1610 arasında amsterdam’a bir geçiş olur; avrupa bölgesinin ekonomi merkezi yaklaşık 200 yıl boyunca bu kent olacaktır. merkez, 1780-1815 arasında ise londra’ya kayacaktır ve nihayet yerini 1929'da atlantik'i aşarak new york'a bırakacaktır.

birbirini izleyen bu hâkim kentlerin, kendilerine karşılık düşen dünya ekonomisine etkili biçimde önderlik etme kapasitesi tarihsel bakımdan değişiklik gösterir. bunlardan venedik, anvers ve cenova tam bir ekonomik hâkimiyet olanağına sahip değildi. kendilerine ileri derecede rekabet avantajı sağlayan ticari, finansal veya sınai özelliklerin sadece bazılarına sahipti. örneğin venedik’in gelişmiş bir tüccar sistemi vardı, ama sınai kapasitesi henüz olgunluktan uzaktı, finansal sistemi ise yalnızca içeride işliyordu. anvers tüm kıtayı saran bütün ticaret ağlarının kesişme ve işlem noktasıydı ama kendi başına bir ihracat bölgesi olarak öne çıkmıyordu. cenova ise gücünü finansal alandaki üstünlüğü sayesinde koruyordu. hatta bir dönem ispanya kralını dahi finanse ediyordu. ama başka hiçbir şeyi yoktu.

Venedik limanı

ancak, amsterdam ve londra’nın hâkimiyetine gelene kadar, dünya ekonomileri neredeyse kadir-i mutlak süper-kentler çevresinde oluşmuş değildi

devletin gücüyle sermayenin gücü birbirinden farklı noktalarda toplanıyordu. yani finansın merkezi ceneviz iken siyasi otorite ispanya imparatorluğu’nda yer alıyordu. ekonomik gücün bütün araçlarını ilk defa amsterdam, ardından da londra merkezileştirdi. ama esas olarak, merkez-kentte yoğunlaşan politik kapasite, yani "devlet iktidarı", yani modern devlet ilk kez londra'da oluşacaktı. ilk kez piyasa gücü ile politik gücü bir araya getirebilen kent londra’ydı. evet doğu'da da büyük ticaret kentleri ve ülkeleri mevcuttu ancak dünyayı tek bir noktadan etkileyecek düzeyde olmadılar. ekonomi ve politikanın bu şekilde çakışması, sömürgeleşme neticesinde avrupa'nın birçok yerinde oluşan sermayenin evvela londra'da sınırsız ölçüde serpilip gelişmesinin yolunu açıyordu. bunun neticesi ise kent tüccarının kontrolü altında olan, halkın hayatına nüfuz etmekten uzak devletin yerini 17. yüzyıl'ın sonlarında tüccarların yasa üzerinde baskı kurabildiği ancak koruma yasalarıyla da yönettiği topraklar üzerinde belirli bir güce sahip olan merkezi bir devlete bırakmasıydı. bu merkezi devlet doğudakilerden farklı olacaktı, çünkü aynı zamanda bankacılık sisteminin geliştiği, sermayenin toplandığı, siyaset ve ekonominin beraber hükmettiği devletlerdi. doğuda böyle bir bankacılık sistemi gelişmemişti.

britanya imparatorluğu bu dönüşümün üzerine kendisini rakiplerinden ayıran birtakım coğrafi ve rekabetçi durumlarla da karşı karşıya kalmıştı. asıl yükselişi de burada başlamaktaydı. ingilizler, ispanyolların ve portekizlilerin yaptığı hatayı yapmadılar. sömürgelerden elde edilen altın ve gümüşü ülkelerinde muhafaza ederek zenginleştiklerini zannetme hatasına yani enflasyon çukuruna onlar gibi düşmediler ve sermayeyi üretime çevirdiler. peki üretim için gerekli altyapıyı nasıl bulmuşlardı?

17. Yüzyıl'a ait bir Britanya haritası.

ingilizler sömürgeleştirdikleri hint coğrafyasındaki hint pamuklusunu yakından tanıdılar

bu ürün tüm dünyaya ihraç ediliyordu. merkezi kurum yapıları sayesinde iç pazarı rekabetten korumak adına yasalar çıkarttılar ve bu ürünü "tersine mühendislik" ile taklit etmeye başladılar. yani gümrük duvarlarının arkasında pamuklu üretimine giriştiler. bu pamuklu taklidini eğirme makinalarının iç pazara yeter hale geldikten sonra uluslararası ticarette de hint pamuklusuyla rekabet edebilmek adına bu sefer devletten ihracat ayrıcalıkları istediler. yani yerine göre devletçi/merkantilist politikalar güden devlet, ayakları üzerinde durmaya başladığında da gayet liberal ve serbest ticaretçi bir politika güdüyordu. bunun sonucu olarak örneğin richard arkwright dokuma tezgahını, samuel crompton ise ip eğirme makinasını geliştirmişti.

dikkat edilecek bir diğer nokta ise aynı tarihlerde fransa'nın aldığı korumacı önlemlerin daha farklı olmasıydı. fransa pamuk tüketimine doğrudan yasak getirerek ithalatı komple kısma yönünde önlem almış bu da rekabeti öldürdüğü için pamuk endüstrisinin tamamiyle geri kalmasına sebep olmuştu. ayrıca ingiliz tüccarlar fransızlara göre daha gelişmiş ticaret ağlarına sahiptiler. osmanlı imparatorluğu’nda ise gelişmiş bürokrasi sistemi meseleye tamamiyle "tedarik veya halkın tüketim ihtiyacını tatmin etmek" şeklinde bakıyordu. gücünü imalatçıları için pazarlar elde etmek üzere kullanmamış, üreticilerinin hint taklitlerini satabilmeleri de pamukta büyümeye engel olmuştu. devlet, ileride iktidara rakip olabilecek ekonomik bir gücün oluşumuna baştan izin vermemişti.

bunun dışında osmanlı’da yine de hint pamuklusunu taklit çabalarına girişilmiş ancak üst kalite kopyalamada zorluklar çekilmiş, bu taklitler iyi kumaşlara göre daha az gelir getiren düşük kaliteli ürünlerle sınırlanmıştır. tüm bu sonuçlar osmanlı’da hint coğrafyasına önlenemeyen gümüş akışını meydana getirmiş karşılığında ise bir ihracat kalemi oluşamadığı için mali sistemin kriz dönemleri yavaş yavaş başlamıştı. ancak tüm bu durumlar sanayi devrimi'ne yani taş kömürünün ortaya çıktığı döneme kadar ingilizleri rakiplerine karşı tartışmasız şekilde lider konuma getirecek nitelikte olmadı. bu sanayileşmenin yalnızca ilk evresiydi. yine de ilerisi için iktisadi ve politik olarak bir üretim ve rekabet mirası bırakıyordu ingilizlere.


pamuklu üretiminden devralınan bu miras ve öte yandan ülkede yaşanan odun krizi devleti odun kömürü yerine artık taş kömürü çıkarılmasına teşvik etti

benzer dönemlerde çin'de de aynı durum ortaya çıkmıştı. ancak ingilizlerin coğrafi avantajı vardı. neredeyse tüm kentler denize ve ticaret merkezlerine eşit uzaklıktaydı ve bu da teşviki arttırıyordu. artan kömür kullanımı demiryolu üretimini, kömür çıkarma ihtiyacı için buhar makinelerini yani üretimi ve taşımacılığı tetikledi. yani aynı anda hem ticaret hem sanayi gelişiyordu. buradaki dönüşümde de devlet teşvikleri temel rol oynamaktaydı. 1800'lerin başına geldiğimizde britanya imparatorluğu’nun kömürdeki payı tüm dünyada %85, pik demir üretimindeki payı ise yaklaşık %50 idi. 1850’lere gelindiğinde dünyadaki çelik üretiminin %70’i ingilizlerin elindeydi. çelik üretimi 1850, 60 ve 70lerde çelik üretim proseslerinin gelişimi ve açık ocaklı fırının bulunmasıyla kitlesel üretimi meydana getirdi ve bu durum taşımacılıktaki gelişmeleri daha da hızlandırırken demiryolları ve buharlı gemilerinin daha dayanıklı hale gelmesinin önünü açtı. ve yine britanya’nın tüm 19.yüzyıl boyunca dünya ticaretindeki payı daima %20’nin üzerinde seyretmişti. 19. yüzyıl ortalarında dünyadaki toplam buhar gücünün yaklaşık 3’te 1’i ingilizlerin elindeydi.

yine bu tarihlerde ingilizler demiryolu üretiminde adeta destan yazdılar

sadece demiryolu inşaatı ile 200.000 kişilik doğrudan ve tüm üretim sektörlerinde %40 dolaylı istihdam artışı sağlandı. ingilizler tüm ülkeyi demirağlarla örerken ingiliz şirketleri ve müteahhitleri tüm dünyaya demiryolu inşaatı için yatırım malları ihraç ediyor, üretimini gerçekleştiriyor ve ihalelerini üstleniyorlardı. 1850’de tüm avrupa kıtasında yapılan demiryolu uzunluğu 21.000 km iken bunun 10.000 kilometresi ülke sınırları içinde kalanı ise ihracat şeklinde ingilizlerin projesiydi. 1800’lerin sonuna gelindiğinde ülke sınırları içerisinde sadece 3.200 km demiryolu yapılırken tüm avrupa’da 63.000 amerika’da ise 82.000 kilometre demiryolu üretimi/ihracatı gerçekleştirmişlerdi.


işte dönüşüm burada başladı

ingilizler ilk başlarda pamuklu sanayinde gelişip hint pamuklusunu ikame ettiğinde sömürge veyahut gelişmemiş ülkelerden aldıkları hammaddeleri dokuma ürününe çeviriyor, yani 3’e aldıklarını 5’e satarak ticaret dengesinde avantajlı olan tarafta yer alıyorlardı. ancak bu durum imparatorluğu dünyanın zirvesine çıkaracak bir kar hacmi oluşturamamıştı. asıl gelişme ileri seviye sinai ürün ihracında yaşanacağı için amerika ve almanya gibi gelişmekte olan sanayi ekonomisine sahip ülkelerle ticareti geliştirmeleri gerekiyordu. demiryolu da bunun için elzem bir yoldu. işte bu gelişmeler amerika ve almanya gibi potansiyeli olan ülkeleri kurumları ve yöntemleriyle ingilizlerin yolunu izleyecek ve onlarla aynı seviyeye ulaşacak sanayi ülkeleri konumuna getirdi. ingilizler 1870’lere gelindiğinde ihraç ettikleri sermayenin 4’te 1’ini gelişen abd ekonomisine kalanın da büyük bölümünü yine bu minvalde potansiyeli olan diğer avrupa ülkelerine aktarıyorlardı.

ancak sanayi devrimi temelinde ziyadesiyle imalat teknolojisine dayalıydı. yani pratik iş bilgisine sahip bir mekanik ustasının sahip olduğu bilginin ötesinde bir teknoloji gerektirmiyordu. bilimsel buluşlar yetersiz değildi, ingiltere bilimin temellerinin atıldığı bir ülkeydi ve üreticiler de bilimsel gelişmelere kapalı değildi ancak yöntemler daha çok pratik yöntemlerdi. mühendis kelimesi bile ingilizler için hem kalifiye metal işçisi hem de bugünkü “inşaat” ve “elektrik” mühendisi gibi daha üst düzeydeki teknik uzmanları ifade etmekteydi. imparatorluk 1870’e gelinceye kadar bir resmi ilköğretim sistemine, 1902’ye gelinceye kadar da bir resmi ortaöğretim sistemine sahip olmadan idare edebilmişti.

ancak 1902’de yürürlüğe giren eğitim yasası, zamanla zenginleşen ve cemiyet hayatına katılmaya başlayan fabrika sahiplerinin çocuklarını yine sanayileşmeyle beraber ortaya çıkan yoksul işçi sınıfının çocuklarından ayırıyor ve 20. yüzyıl'ın başında ingilizlerin bilim ve teknoloji çağına iyi eğitim alamamış çoğunluk bir nüfusla girmesine sebep oluyordu. bir diğer nokta da şuydu ki zenginleşen fabrika sahiplerinin zamanla ulaştığı bu başarıların getirdiği rehavet, kitlelere aktarılamayan teknolojik mirasla birleştiğinde almanya ve abd’nin ingiltere’yi yakalayacağı artık aşikardı. ek olarak bu ülkeler (fransa, almanya, abd) sinai anlamda yükselirken tıpkı bir zamanlar ingiltere’nin yaptığı gibi ayakları üzerine kalkana kadar sınırlarına gümrük duvarları örmüş ve 1880’lerden itibaren serbest ticarete iyice ağırlık vermeye çalışan ve bu ülkelere bağımlı hale gelmiş sanayinin öncüsü ingilizlere pazar kapılarını kapatmışlardı.


bu yıllarda amerikalılar elektrik sanayinde, almanlar kimya sanayinde gelişmişti

özellikle içten yanmalı motorların geliştirilmesi, türbin ve deniz motorları vs. icatlar ingiltere’den önce abd ve almanya’da ortaya çıkmıştı. elektromanyetik alanında maxwell, faraday, wheatstone gibi isimleri çıkarmasına rağmen ingiliz elektrik sanayisi almanya’nınkinin yarısına ancak ulaşıyordu. ülke sınırları içerisindeki yerli sanayinin büyük bölümü ise artık amerikan sermayesinin elindeydi. bu arada kitlesel çelik üretiminin öncüsü ingilizler zamanla buradaki üstünlüğünü de kaybettiler ve teknolojik yenilikleri devam ettiremediler. 1910lara gelindiğinde, yani savaşın hemen öncesinde abd’deki çelik üretimi ingiltere’nin 2 katıydı. henüz 1870-1880’lerden başlayarak sanayi ve üretim verimliliğinde amerika ve almanya’daki artışların hayli gerisinde kalan ingilizler, yüzyılın başına gelindiğinde toplam kömür, çelik ve pik demir üretiminde artık kaçınılmaz şekilde 3. büyük haline gelmişlerdi. öncü sanayi olmanın ve zirveyi görmenin kaderini yaşıyorlardı.

1913’te almanya 60 bin üniversite öğrencisine sahipken ingiltere yalnızca 9 bin öğrenciye sahipti. ingiliz üniversiteleri gelenekçi/muhafazakar olmakla birlikte rekabetten de uzaktı. ayrıca yılda 350 mezun verirken sayıları çok ve rekabet halindeki alman üniversiteleri yılda 3 bin mühendis mezun veriyordu. ingiliz girişimcisi ise daha geride bahsettiğimiz sınıfsal başarıları gerçekleştirmiş, bunun rehavetine kapılmış ve bu durum kitlelere/tabana aktarılamayan teknolojik mirasla birleştiğinde sermayenin aynı rekabet dürtüsüyle yatırıma aktarılması da iyice azalmıştı. britanya her anlamda zirveyi görmüş ve olgunlaşmış, hem sömürge hem sinai pazarla gelişeceği kadar gelişmiş, birçok dalda bilimin öncüsü olmasına rağmen kitlesel anlamda bunu topluma yayıp rekabete çeviremeyerek yeni nesle aktaramamış ve artık yaratılmasında katkı sahibi olduğu canavarların kendisini geride bırakmasını izlemekteydi.

Hindistan'ın bağımsızlığını gösteren bir Hint gazete manşeti.

artık ingilizlerin iktisadi anlamda en büyük gelir kaynakları sömürgeleriyle olan borç/finans ilişkileriydi

ancak 1. dünya savaşı sonrasındaki ekonomik gerileme ve 1929 ekonomik krizi kesin şekilde dünyanın liderinin artık finansın merkezi de olan abd olduğunu göstermekteydi. kriz dahi oradan çıkmıştı. londra yerini artık new york’a bırakmıştı. 1960’lara gelindiğinde ingiltere ekonomisi fransa, italya ve japonya’dan daha gelişmiş olmakla birlikte batı almanya ile yaklaşık olarak aynı, abd ve sscb’nin ise çok gerisindeydi.

yararlanılan kaynaklar:

sanayi ve imparatorluk - eric hobsbawm
avrupa zenginleşirken asya neden yoksul kaldı? - prasannan parthasarathi
kapitalizmin kısa tarihi – fernand braudel
kısa almanya tarihi – james hawes
modern devletin kökenleri – joseph strayer
osmanlı imparatorluğu mali tarihi - şevket pamuk
osmanlı pamuk piyasası ve hindistan - halil inalcık
osmanlı imparatorluğu ve dünya ekonomisi - halil inalcık

Askeri Güç Olarak Üstün İngilizler, Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nı Neden Kaybetti?