TELEVİZYON 29 Haziran 2018
57,5b OKUNMA     851 PAYLAŞIM

Gangster Öykülerine Metafizik ve Ahlaki Bir Statü Vermeyi Başaran Mükemmel Dizi: The Sopranos

The Sopranos, bildiğiniz üzere 1999-2007 arasında yayınlanmış ve kısa sürede kült olmayı başarmış bir mafya dizisi. Bir kuşağın CNBC-E'den takip ettiği dizi hakkındaki sağlam bir makaleyi Sözlük yazarı "edgenabby", büyük bir emek vererek çevirmiş.


medya eleştirmeni susan sontag, "biz video bağımlısı, medya doygunu bir toplumuz" diyor

uyarıcılarla dolu bir dünyada yaşıyoruz. new york times'ın yakın tarihli bir raporuna göre amerikan evlerinin %98'inde en az bir televizyon bulunuyor ve %40'ı da üç ve daha çok televizyona sahip. dahası, şahsi televizyon sahipliği oturma odalarımızla sınırlı değil. araba, taksi and cip üreticileri 1999'da arka koltuk televizyonları sunmaya başladı. elektronik tüketicileri birliği'ne göre 2002 yılında 400.000'den fazla mobil video ünitesi monte edildi. aynı şekilde televizyon umuma açık alanlara da sirayet etti. bankalar ve süpermarketler vezne ve ödeme kasalarına televizyon kurdular. havaalanları, trenler ve otobüs istasyonları da bundan nasibini aldı. restoranlar, barlar, (kahvehaneler bunun dışındadır, onlar alçak platform bilgi sistemlerini kullanırlar-müzik, kitap, dergi ve gazete) televizyonu müşterileri eğlendirmek ve bilgilendirmek için stratejik yerlere koyarlar ya da beklerken zaman öldürmeleri için yerleştirirler televizyonu. ve şunu unutmayalım ki nerede olursak olalım ve ne yaparsak yapalım, dizüstü bilgisayarlarımız ve taşınabilir dvd oynatıcılarımız sayesinde en sevdiğimiz televizyonu programına ya da filme her zaman erişimimiz bulunmaktadır.

medya duayeni ve "amusing ourselves to death"in yazarı neil postman, televizyon izlemenin amerika'daki en yaygın ortak kültürel deneyim olduğuna inanıyor. evlerdeki televizyonlar, izlenmiyor olsalar dahi, günde ortalama 7.8 saat açıktır ve ortalama bir amerikalı günde ortalama 4 saatten fazla dikkatli bir biçimde televizyon izler. postman, televizyonun eğlenmek, bilgi edinmek ya da sadece rahatlamak için ana vasıta olduğunu belirtiyor. marshall mcluhan "medya mesajdır ya da medya masajdır" demekle ne ifade etmek istiyordu? her halükarda bizler medyadan bir yığın mesaj alıyoruz. (fransız filozof andre glucksman mcluhan'dan da ileriye gidiyor. ona göre, medya "medyatik"tir. her tarafa yayılabilirliği nedeniyle gerçekliği çerçeveleyen ve sınırlandıran gerçekliğin odağı, gerçekten bildiğimiz tek gerçekliktir.) medya, bizlere dünyanın seslerini ve görüntülerini ulaştırır. medya ve onun mesajları, her yerde bulunma ve tekrar özellikleriyle bilinçimize sızar. sevelim ya sevmeyelim, mr. roger's neighbourhood'dan dan rather'a, seinfeld'den sex and the city'e, televizyon bizleri mesaj/metafor/gerçeklik modeli bombardımanına tutar.


benim tezim basit. geçmişte, çoğumuz görgü ve ahlak anlamında ilk derslerimizi susam sokağı izleyerek edindik: işbirliği yap, adil oyna (fair play), paylaş, insanlara zarar verme, birini incittiğinde özür dile. bugün bir the sopranos bölümü izleyen yaklaşık 11 milyon kişi kendinden tanımlı mafya ahlağıyla ilgili ileri düzeyde (argo, şiddet, çıplaklık, açık seks sahneleri) bir ders alıyor: görev nedir? onur nedir? omerta nedir? o, tuhaf ve gıdıklayıcı sapkın bir ahlaki yasadan (cinayet, yalancılık, fahişelik, ihanet, haraç, tefecilik) daha fazlası. o, bir geleneksel ahlak oyunu bir bakıma. the sopranos yüksek sanat olmayabilir; ama aynı şekilde ucuz bir aksiyon filmi de ya da cinayet melodramı da değil. bnece the sopranos aksiyon dolu, godot'u beklerken'in 18 yaşından küçüklerin izlememesi gereken versiyonu, bir varoluşsal ümitsizlik öyküsü ve victor frankl'in deyimiyle, insanın anlam arayışı.

kötü adamlar ve yeraltı kralları

francis ford coppola, fiziksel güldürüye dayalı gangster filmlerini italyan gangsterlere ve bu "alem"dekilere mitik, metafizik ve ahlaki bir statü verecek şekilde dönüştürdü. bu dönüşüm, martin scorsese'nin işleriyle birlikte daha da sağlamlaştı şüphesiz. the godfather'dan önce, çete filmleri genel olarak (sırf değil) italyan olmayan, şehirli kötü adamlar üzerineydi. bunlar irlandalı, alman, ingiliz ve herhangi bir beyaz ırktan kimselerdi. bu filmleri yıldızları the sopranosi, godfather 1-2-3 ve goodfellas'tan farklı olarak italyan olmayan kişilerdi, örneğin; james cagney, humphrey bogart, edward g. robinson ve pat o'brian. bu erken dönem çete filmleri belki de yabani hayata, vahşi batıya ve aksiyon dolu ama özlü kovboy yaşam tarzına olan karasevdamızın şehirli ve amerikan haliydi.

amerikan sineması, kovboy hayatını çok farklı yollarla betimledi. kovboylar münzevi, avare, sürekli yolculuk halinde, kimseye eyvallahı olmayan; sessiz ve çetin bir görünümü olan, şehre inip tüm kötü adamları bertaraf eden, sert-kuralcı öğretmenle evlenen ve mutluluğu onla bulan; yalnız ve evrede saldırgan etkinlikleri ortadan kaldıran bir bakir şef ve sıkı çalışıp daha sıkı oynayan bir sarhoş biri biçiminde sergilenmiştir. ve sonra, bu şeflerin mevkidaşlarının suistimalleri söz konusudur, kanun kaçağı kahramanlar: jesse james, butch cassidy and the sundance kid, billy the kid. onların hikayeleri de ekranlarımızı doldurdu ve kalplerimize dokundu.

The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford (2007) - Casey Affleck, Robert Ford'u canlandırmıştı. 

kabadayıları, alçak herifleri ve kötü adamları edebiyatımızda ve filmlerimizde hep sevmişizdir. onların sıkı bireyciliklerine, sorunlarla baş edebilme yetilerine, risk alma isteklerine, deneysel olma ihtiyaçlarına, sınırları zorlayıp farklı olabilmelerine karşı kapılmış gibiyizdir. 'olmayacak' şeyler için segiledikleri pervasızlıklarına, cüretlerine ve becerilerine hayret ederiz. bence, bizler onların alışılmışlıkları kırmalarına ve frank sinatra'nın deyimiyle kendi yollarını açmalarına imrenmekteyiz.

elbette bu "kötü adamlar"lara ve "yasadışı kral"lara olan sevgimizin bir hududu var. hem gerçekte hem de kurgusal dünyada bu sadistlere, seri katillere, mezar soyguncularına yakın hissetmeyiz, bunu istemeyiz dahi. jeffrey dahmer ve john wayne gacy bizde merak uyandırabilir; fakat onların tutum ve davranışları onları sevilebilir serseriler ve hatta nefret etmeyi sevdiğimiz serseriler olarak görmeye yeterli kılmak için bile çok dehşet verici ve en az o kadar alenidir. anti-kahramanlar hem korkutucu hem de sevilebilir olmalıdır. azgınlıkla iyilik, haşinlikle mülayimlik, acımasızlıkla müşfiklik arasındaki dengeyi iyi kurmalıdırlar. the sopranos'un yaratıcısı david chase, kasten bu tarife uyan bir anti-kahraman oluşturdu, anthony "tony" soprano.

tony soprano, kırklı yaşların ortasında ikinci kuşak bir yeraltı örgütü üyesidir. komşularına, çocuklarının öğretmenlerine ve vergi dairesine atık yönetimi işinde olduğunu söylemesine karşın, gerçekte new jersey'in en etkili suç örgütünün lideri pozisyonundadır. işi ve aşkı birbirinden ayrı, denge halinde ve kontrol altında tutabildiği müddetçe tony işini hem profesyonel hem de kişisel anlamda sevmektedir ve bu sevgiyi ara sıra da olsa eşine de yöneltmektedir. tony güçlü ve yapılı; bu yapısından daha büyük derecede kaliteli şaraptan, iyi yemekten, iyi purodan, iyi seksten anlayan bir adamdır. rus dost'u, onun ampute kuzeni, şehirdeki mercedes satışçısı afet, ralph'in yeni dost'u, bada bing!'deki kızlar ve hatta nadiren de olsa karısı tony'den nasibini alanlar arasındadır. ailesiyle, dostlarıya ve iş arkadaşlarıyla olan ilişkilerinde dönüşümlü olarak yumuşak veya gaddar, bencil veya hassas, çapkın veya sadık, kaba kuvvete dayanan veya anlayışlı bir portre çizmektedir. erica jong'un fear of flying'indeki kadın kahraman gibi, tony'nin hayattaki genel görünümü bir alfa avcı-toplayıcı gibidir: "dünya yırtıcı bir mekandır; büyük ısır, çabuk ye!"


the sopranos'taki dramatik tansiyonun büyük bir kısmı tony'nin mafyadan biri, "baba" olmayı ne kadar sevdiğinden gelir. paulie walnuts, big pussy, christopher moltisanti, silvio ve furio onun yalnızca işçisi ya da yoldaşı değil, aynı zamanda çetesi, kabilesi, en gerçek ailesidir. tony'nin dediği gibi "bu aile her şeyden önce gelir... her şeyden... karından, çocuklarından, anne ve babandan bile" ("fortunate son"). bunlar, tony'nin birlikte oynadığı, kavga ettiği, tartıştığı, çaldığı, savaştığı, öldürdüğü ve gerektiğinde ölüme koştuğu adamlardır. bu adamlar, tony'nin gerçek hayatını -sokaktaki, dalavere anlarındaki hayatını- paylaştığı kişilerdir. tony çetesini ve işleri yürütebilmek için başvurdukları kumar, haraç, sendika dolapları, çalıntı eşya, tefecilik işlerini sevmektedir. düş kurmayı, plan yapmayı, ali cengiz oyunlarını, dolandırıcılığı, soygunculuğunu sevmektedir. "eve ekmek götürmek" ve her şeyden önemlisi erkekliğini ispatlamak için gördüğü fırsatları değerlendirmeyi sevmektedir.

ikinci kuşak bir çete mensubu olarak, tony bu "hayat"ı istediği için seçti. her ne kadar italyanların başka seçenekleri olmadığı için bu hayata itildiğinden dem vursa da ne o ne de kızı meadow buna tam olarak ikna olabilmiş değildir. "haklısın baba! italyanların başka seçenekleri yoktu, tıpkı mario cuomo gibi, öyle değil mi babacım?" ("university"). tony'nin terapisti de ikna değildir bu anlayışa. tony mafyaya girişini carnegies'lerin sahtekar ve katil oluşu ve ilk italyan göçmenlerin "aksiyon"un bir parçası olmak isteyişi yönünden açıklamaya çalıştığında, dr. melfi "iyi de bu zavallı italyanların senle ne alakası var?" şeklinde karşılık verdi ("from where to eternity"). buna rağmen tony işini yapan onurlu bir adam olduğunu söyleyerek tercihlerini ve eylemlerini haklılaştırmak istemektedir. kendi düşüncesine göre o görevini yerine getiriyordur; "iaşe"sini kazanmaya çalışan, ailesi için en iyisini yapmaya çalışan bir işadamıdır. iddialar bir yana, tony'nin "onur, görev ve aile" hakkındaki düşünceleri mario puzo'nun baba'sındaki ahlak kuralları sınavını basbayağı geçemez.

Godfather'dan Michael ve Vito Corleone.

puzo'ya göre don corleone olmasa da vito corleone istemeden bu yola girmiştir. o şan şöhreti arayan biri değildi ve yalnızca şartlar ve ihtiyaçlar gerektirdiğinde soyadını kullanan biriydi. sicilya'daki bir kan davası nedeniyle çocuk yaşta amerika'ya bir yetim olarak geldi. yetişkinliğe geçiş döneminde hayalleri ve istekleri mütevaziydi: eş, aile ve namuslu bir iş. genç corleone, sadece "kara el" örgütünün lokal üyelerinden biri arkadaşlarını taciz ettiğinde harekete geçti. bu kara el'i, bu diğer italyanlar'dan çalan italyan adamı şahsi menfaat ya da nam salmak için değil, görev ve adalet anlayışı çerçevesinde öldürdü. vito corleone onuru için yaşayan bir adam oldu (un uomo d'onore) çünkü dürtülerle değil ilkeleriyle hareke etti. hayatının sonunda bile, bahçede oğlu michael ile konuşurken sadece yapması gerekeni yapmış olduğunu ifade etti. "yaşadığım hayat için bir itirazım yok. yapmam gerekeni yaptım ve bunu ailem için yaptım." bu tür bir nedeni, tony'nin kariyer tercihinde göremeyiz. onun tercihlerinde babası "johnny boy''un ve amcası "junior" soprano'nun cebir ve kabadayılık taktiklerini izleyerek edindiği adrenalin patlaması etkiliydi. onur ve milli şeref bir yana, tony bu alemi araştırdı, seçti ve istekle kucakladı; çünkü eğlenceliydi bir kere. ona göre, her şey oyunun heyecanıyla alakalıydı: kovalamak, avlamak ve öldürmek.

hayatın kurallılığından kaçış

belki de dizinin ana meselesi ve ağır basan varoşsalcı gerilimi en iyi şekilde tony'nin yeğeni christopher moltisanti'nin şu feryadında resmedilmiştir: "amına koyduğumun hayatının bu kadar kurallı olmasını bana çok zor geliyor be amına koyum" (the legend of tennessee moltisanti). o vakitlerde christopher henüz ailenin kanatları altına girmemiştir, sadece bir neferdir ve umutsuzca kabul görmek, oyuna dahil olmak istemektedir. ortalama bir adam olmanın hiçliğiyle, "masabaşı" bir işte çalışmanın sıkıcılığıyla başa çıkmak istemektedir. tony ne istiyorsa christopher da onu istiyordur, uncle junior/silvio/paulie/bobby paccala/richie aprile ne istiyorsa onu: kabul görmek. christopher o adamlardan biri olmak istemektedir, çocuklardan biri, ekipten biri, kabileden biri.

psikiyatrist glen o. gabbard; varoluşçu bir anlamsızlıktan yakınan, fark edilememiş/habersizce geçip giden bir hayata hüküm giymekten korkan bir "kayıp çocuklar takımı" yakıştırması yaparak tony'nin çetesinin genel halet-i ruhiyesini güzel bir biçimde yakalamıştır. bayağı, orta sınıf bir varoluşa mahkum olma; piyonluğa mahkum oluş, oyuna dahil olamama. bu yüzden, hem bireysel hem de ortaklaşa olarak bir parça gürültülü işlerle, şiddetle, cinayetle, organize suçlarla kendilerini ve hayatın anlamını aramaya çalışmaktadır bu grup. gabbard bu adamların kuralları çiğneyerek, başkalarının haklarını hiçe sayarak statü ve başarı kazandıklarını ve "az biraz" da ceplerini doldurduklarını ve bu sayede hayatlarına hakim olan anlamsızlıkla ve iç sıkıntısıyla baş ettiklerini söylüyor.

Feryatkâr Christopher Moltisanti.

hem jean-paul sartre'ın hem de ernest becker'in ileri sürdüğü gibi insan hâli sırtında iki kaçınılmaz realite taşımaktadır. bizi kemiren amaçsızlığımız ile ölümün kaçınılmazlığı ve saçmalığı. tıpkı tony'nin oğlu a.j. gibi sartre hayatın saçma olduğu görüşünü savunur. tanrı yok, tavsiye alabileceğimiz ve tercih yapabileceğimiz makul bir istikamet seti yok. bir başımızayız, kendi başımıza bırakılmışız. sartre'a göre tek alternatif tartışmak, eylemde bulunmak. ona göre varolmak eylemde bulunmaktır. sonuç ister doğr ister yanlış olsun, "eylem her şeydir." eylemdeki esas nokta "varoluşumuzu" iddia etmek ve geçici de olsa "hiçliğimiz"le baş etmek.

the denial of death bölümünde becker, freud'un ileri sürdüğü 'iç dürtülerimizin cinsellik arayışı peşinde olduğu' görüşüne katılmıyor. bunun yerine, kültürel olarak kabul görmüş hareketlerimizin ve şiddet/kötülük içeren hareketlerimizin kökeninde ölüm korkusu olduğunu düşünmektedir. tony'nin annesi livia soprano'nun dediği gibi "hayat koca bir hiçtir" ve hepimiz hayatı bu şekilde görmekteyiz. becker'e göre iyi ya da kötü tüm davranışlarımız yaratılmışlığımızı (faniliğimizi) reddetmek, değersizliğimizi (anlamsızlığımızı) alt etmek girişimlerinden daha fazlası değildir. becker ve sartre'a göre; eylemde bulunmak, atılgan olmak, kahraman/anti-kahraman statüsünü elde etmek aslında bir nebze de olsa ölümsüzlüğü iddiasında bulunmaktır. böyle yaparak, monotonluktan kurtulur ve bir süreliğine de olsa ölüm ve unutulma korkumuzdan sıyrılırız. william golding'in "lord of the flies"ındaki "kayıp çocuklar" gibi, tony'nin kayıp çocukları da, laftan çok icraatle, kendi manasızlıkları içinde yalnız gömülmekten kurtulmak için kendilerini avutacak bir hayat tarzı seçmişlerdir.

ikiyüzlü gangster

the philadelphia inquirer organize suçlar muhabiri george anastasia haklı: "shakespeare bugün yaşasaydı, the sopranos'u yazan o olurdu." the sopranos sıradan bir mafya dizisi değildir. kötü çocuklarla da ilgili değildir sadece. kötü çocukları kovalayan iyi çocuklarla da ilgili değil yalnız. ya da sadece italyan mafyasıyla da alakalı değil. hatta ve hatta yalnızca mafyayla da ilgili değildir. o bir dramadır. bir öyküdür. çalışma yöntemleri ne kadar alışılmışın dışında da olsa, geçinmeye çalışan bir grup adamın hikayesidir. evet, italyanlarla ve italyan yemekleriyle dolu bir sürü klişe ve basmakalıp şablon içerir. bu kadar mı? aynı cümle içinde bile sayısız kullanılan f....ing, new jersey aksanı, dost hayatı, arkaya doğru taranan saçlar... her haftan ülkede öne çıkan başlıca meseleleri de işleyen bir dizidir, hepimizin özel hayatında şükür ki daha az dramatik ve daha az tehlikeli bir bağlamda yaşadığı sorunlar, meseleler. the sopranos komedi, kaos, güçlük ve akıl bulanıklığı içeren bir dizidir. newsweek'in bir kapak hikayesinde şöyle denir: "f. scott fiztgerald der ki aynı anda birbiriyle çatışan iki düşünceye sahip olmak üstün bir zekanın işaretidir. bu aslında birinci kalite bir televizyon yapımı için de geçerlidir." the sopranos işte böyle bir yapımdır.


bu konuda tony soprano muhteşem bir örnektir. o, sıradan bir kötü adam değildir. kabul, kötülüğü ve caniliği ortadır.o bulunduğu mevkiyi acımasızlığı, sömürücülüğü ve yozlaşmışlığı ile elde etmiş bir babadır. ama aynı zamanda, ümitsizce sevgi peşinde olan, sevilmek isteyen ve hayatıyla ününü riske atarak bir psikiyatristten gizlice yardım ve tavsiye alan bir adamdır.

dramatik ve insani yön bu noktada açık görünür. tony ilginçtir; çünkü o zeki, karmaşık ve ihtilaflı biridir. gündüzleri dehşetengizce makyavelist olmak ister; ama geceleri evine dönmek ve alan alda olmak ister. (hayırsever, siyasi aktivist ve feminist gerçek alan alda'dan bahsediyorum; m*a*s*h'de oynayan zampara alan alda'dan değil.) böylece karısına yürekten bağlı olup çocuklarına ödevlerinde yardım edebilir. tony'nin yaşadığı ikilem, belki de dizinin ana dramatik gerilimi, tony'nin bu ikiyüzlülüğü sürdüremeyişidir. her bölümde, tony hayatı, karısı ve kurduğu imparatorluk üzerindeki kontrolü kaybetmeye devam eder. ve biz de tony'nin bu ikili çabalardan ve yavaş gelen sondan büyüleniriz.

son olarak, bence the sopranos freudyen temalarla, sheakespearyen karakter gelişimleriyle, bizans'a özgü siyasi entrikalarla ve felsefi yansımalarla içerik bakımından zengin bir yapımdır.

diğer yandan, bunu katılmayabilir ve tezimin absürt olduğunu düşünebilirsiniz. şayet durum buysa, unutun gitsin!!!

(the sopranos and philosophy: i kill therefore i am adlı kitaptan al gini'ye ait bölüm. copy/paste değil alınteri/çeviri)

Bu içerikler de ilginizi çekebilir