DOĞA 15 Şubat 2023
29b OKUNMA     339 PAYLAŞIM

Hatay'daki Arama Kurtarma Çalışmalarına Gönüllü Olan Bir Madencinin Dramatik Tecrübeleri

Hatay'a giderek deprem bölgesindeki arama kurtarma çalışmalarına gönüllü olan Zonguldaklı bir madencinin yaşadıkları, sizi oraya götürecek.

zonguldaklı bir madenciyim, babam da madenciydi

zonguldak’ta herhangi bir yerde gözleri “kömür sürmeli” binlerce adam görürsünüz zaten. bilirsiniz madenci olduğunu; ekmeğini kömürden çıkardığını, çocuklarını kömür tozunu yutarak büyüttüğünü...

bu aralar zonguldak’a yolunuz düşerse, bizlerden de keder, hasret ve gözyaşı götürün. çünkü bizler elimizde kazma küreklerle deprem alanlarındayız.

ben de arama-kurtarma çalışmalarındayım. 7. günüm.

kafam çok karışık, o yüzden bazen biraz dağınık ifadeler kullanırsam görmezden gelmenizi rica ediyorum, ama elimden geldiğince kronolojik sıraya uygun şekilde ilerleyeceğim.

8 şubat çarşamba günü sabahında işyerimize geldik. çünkü biz gönüllü madenciler peyderpey gönderiliyorduk deprem alanlarına. hepimiz ortalama 40 kişilik gruplara ayrılmıştık. nihayet saat 15:00’da otobüslere binmeye başladık, istikamet ankara. saat 20:00’de esenboğa havaalanındaydık, tam 13 saat havaalanında bekledik. bu arada nereye gideceğimizi bilmiyoruz, sadece “bir kez bile” düşünmeden yola çıktığımızı biliyoruz. bizi orada ne bekliyor? neyi nasıl yapacağız? nerede yatacağız? ne giyeceğiz? neredeyse herkesin ayağında madenci çizmesi. hani şu soma faciasından şükür ki sağ salim kurtulan bir meslektaşımızın ambulansta “çizmeleri mi çıkarayım mı? sedye kirlenmesin” dediği çizmeler hepimizin ayağında, saat 10:00’da ankara’dan adana’ya iniş yaptık. 2 saat kadar da adana havalimanında bekledikten sonra istikametin “antakya” olduğunu öğrendik. adana’dan iskenderun’a geçtik. iskenderun’dan hatay’a ise yaklaşık 6 saatlik bir sürede vardık. yolun çoğunda stoklamayı akıl ettiğimiz bisküvileri yedik, iyi ki stoklamışız yola çıkmadan, yoksa perişan olurmuşuz inanın.
saat 21:00. hatay’dayız. yeni stadyumun önündeyiz. hatırladığım tek şey mahşer-i kalabalık...

kime gideceğiz? ne soracağız? ne yapacağız?

sorular kafamızda dönüyor, koordinatör falan da yok.

madenci olduğumuzu görenler yardımcı oluyor allahtan. elimize battaniye, yorgan tutuşturuyorlar. ilk geceyi dışarıda geçiriyoruz. şöyle düşünün, acil ameliyata alınması gereken bir yakınınız var, saniyelerle yarışıyorsunuz, doktor da var ama doktoru bekletiyorlar, ameliyatı erteliyorlar. tam olarak bu durumdayız ve bulabildiğimiz, yanımızda getirdiğimiz alet edevatı çaldırmamak zorundayız.

bu arada çoktan cuma günü olmuş bile, çünkü 30 saate yakını yolda geçti, 1 günden uzun… 1 gün! belki on binlerce insan enkaz altında, birilerinin onlara el uzatmasını bekliyor. uyanır uyanmaz ilk hazırlıkları tamamlayarak yola çıkıyoruz , aklımızda bu defa iki soru var: “nereye gideceğiz ve neyle gideceğiz?” kolluk kuvvetleri yardımcı oluyor, dilini bilmediğimiz ve ama bizi götürmek istemediğine emin olduğumuz birinin pikabının kasasına doluşuyoruz aldığı kadar. yanımızda kazma, kürek, manivela, demir makası ve hilti var. ama jeneratörümüz yok. kendi aramızda malzememizin bolluğu ile gurur duyuyoruz. sonradan görüyoruz biz dinleme cihazlarını, termal ısı ölçen cihazları kameraları…

pikabın arkasına doluştuk ama nereye gidiyoruz?

bir gün önce bir adres gelmiş madencilerden oluşan gruplardan birine, biz de “oraya gidelim” dedik. antakya, akevler mahallesi. her gördüğümüze “akevler neresi?” diye sora sora gidiyoruz. şöfor de bizi anlamıyor, zaten herkes başka şehirlerden yardıma gelmiş, geri kalanlar da suriyeli. bizi pikabın kasasında görenler hemen yolu açıyor, yol bitiyor. bari “inelim” diyoruz, elimizde kazma, kürek. sanki ertem eğilmez’in “köyden indim şehire” filminden bir karenin içindeyiz. etrafa bakınıyoruz çaresizce. öyle bir noktaya geliyoruz ki “bari hislerimizle bulalım” diye başlıyoruz hızlı hızlı yürümeye. ara sokakların birinde bir enkazla karşılaşıyoruz, enkazda canlı insan olmadığını öğreniyoruz, cenaze alacağız -ben ceset demeyi sevmiyorum- başladık çalışmaya. kepçeyle enkaza girebileceğimiz kadar yer açıldı ancak yan enkazda çalışan kepçeyi de durdurmamız lazım. biz bunu dillendirir dillendirmez, bina sahibi itiraz ediyor. iki grup arasında tartışma başlıyor, tartışma kavgaya dönüşüyor, silahlar ateşleniyor. adamın elinden kazmayı zor alıyorum. “can güvenliğimizin olmamasını” gerekçe göstererek alandan ayrılmaya karar veriyoruz. biz sağlıklı ve sağlam kalacağız ki insanlara yardım edebilelim, insanları enkazdan çıkarabilelim. gitmek için alet edevatımızı toplarken, gitmememiz için bize yalvaran, hıçkıra hıçkıra ağlayan kadını ömrüm boyunca unutmayacağım, unutmayacağız. hepimizin içinde bir yara olarak kaldı o kadının feryadı...

akşam olmak üzere, diğer arkadaşlarımız da işlerini bitirmiş, toparlanıyoruz, geri döneceğiz. ama araç yok. jandarmalar bir aracı durduruyor, yarı yolda iniyoruz, stadyuma gitmiyormuş. elimizde malzemelerimizle kalan 3 kilometrelik yolu yürüyoruz. toplanma alanına döndüğümüzde ekip arkadaşlarımızın bulduğu çadırları kuruyoruz, düne göre görece sıcak bir uyku çekiyoruz. enkaz altındaki insanların üşüdüğü fikri beynimizde dönerken ne kadar ısınabiliriz ki?

cumartesi sabahı yine düşüyoruz yollara... bizi gören depremzedelerin yüzünde oluşan umudu, sevinci tarif etmem çok zor. tövbe haşa, teşbihte hata olmaz peygamber görmüş gibi seviniyorlar. başka bir enkazdayız. canlı olduğu haberi geliyor enkazdan. cerrah hassasiyeti neymiş o gün gördüm ben. termaller geldi, ses dinleme cihazları… inilti varmış. bu defa başka bir ”yan binanın sahibi” vakası yaşıyoruz. sessizlik lazım, kepçeyi durduruyoruz. neymiş “kaç gün olmuş, show yapıyormuşuz, herkes çalışacakmış, kimse kimseyi durdurmayacakmış.” bunu bağırarak ve işaret parmağını bize sallayarak söyleyen kişinin de üzerinde sıcacık “kaşe” montu, gıcır gıcır ayakkabıları ayağında, bir eli cebinde! cenazelerini çıkarması gerekiyormuş. hala bağırıyor kaşe montlu bize, allah’tan bu defa kolluk kuvvetleri hemen etrafımı sarıyor da kendimizi güvende hissediyoruz.

canlıya ulaşmaya çalıştığımız o enkazda iki kat arasında 15 cm bile yok. artık ses de yok. canlıya ulaşma ihtimalimiz de yok. kepçelere müsaade ediyoruz… ertesi gün yine benzer olaylar, benzer sorunlar…

artık kokmaya başlayan cenazelerin kokusu her yerde

bıyıklarımıza sürdüğümüz vicks bile fayda etmiyor o kokuyu geçirmeye. her enkazın başındaki depremzede yakınları “ses var” diyor. onlara da kızmıyorum, amaçları bir an önce cenazelerini almak. ama burada yüzlerce insandan ve imkansızlık içinde insan gücü ile çalışan gönüllü madenci ekiplerden söz ediyoruz. önceliğimiz canlı olarak enkaz altında kalmış insanlar, çocuklar...

dün umutsuzca bir enkazdan cenazeyi almaya çalışırken bir haber aldık, başka bir enkazdan ses geliyor! koşarak gitti bir kısmımız, çıplak kulaklarımızla duyduk sesi. ancak arapça konuştuğu için ne dediğini anlamıyoruz, yanımızda depremzedenin kardeşi var, o konuşturuyor. o dahil herkes “madenciler” gelsin diyor, ama yine o dahil hiçkimse önümüzden çekilmiyor. av köpeği, afad geliyor, kokuyu almışlar. yok “kamera salalım” yok “termalle bakalım” diye uzattıkça uzatıyorlar. inanın hiçbirine ihtiyacımız yok, canlıya çok yakınız, net duyuyoruz, zamanla yarışıyoruz. ama herkes önümüze set kuruyor. bizim mühendis, görevli başçavuşa “şu afad’ın fotoğrafını çekin de, alandan çıkarın” diye çıkışıyor. sanki birkaç farklı grup hazine bulmuş, hazineyi kim alacak diye tartışıyorlar gibi bir tablo var ortada. herkes bizi çağırıyor ancak biz hala en arkadayız. uzun uğraşlar sonucunda görevi devralıyoruz. tahkimatlar, delmeler, kırmalar, hedeflediğimiz alana ulaşıyoruz. umke giriyor, az önce sesini duyduğumuz kişinin artık sesi yok. crush sendromu olabilir diyor sağlıkçılar. üstü de enkaz dolu olan kişi ölüyor. yıkılıyoruz… kepçeler yine başlıyor çalışmaya. akşam olmak üzere yine, bir astsubay koşarak bize doğru geliyor soluk soluğa ve tek söyleyebildiği “canlı var, ne olur gelin” oluyor. hemen gidiyoruz. adını vermek istemediğim özel arama kurtarma ekibi orada, yaklaşamıyoruz bile. elimiz belimizde dönüyoruz. arkamızda başka enkazda cenaze arayan üç arkadaşımızı bırakıyoruz. yalvar yakar “biz sizi bırakırız, abi etmeyin eylemeyin, bize yardım edin” demişler.

cenazesini alan etrafımızdan hızlıca silinip gidiyor. bizlere cenazesini almak için yol açtırıp evde parasını, altınını arayan insanlarla da karşılaştık. onları da anlıyorum, hayat devam ediyor, ölen ölüyor. ancak sağsalim maaile evlerinden çıkıp, bizleri paraları, altınları için evlerine sokmaya çalışan insanlara kırılmamamız, kızmamamız da elde değil. bizim de bir ailemiz var, bizden yardım bekleyen insanlar var.

bugün artık tükendiğimi hissediyorum. yorgunum. ekip arkadaşlarım uyandırmamışlar beni. çadır nöbeti yazmışlar.

müsaadenizle birkaç şey eklemek istiyorum

afad ya da diğer kurtarma birimlerinin tam teçzihat olmaları çok normal. biz madenci adamlarız. biz ekmeğimizi kazma, kürek, balta ile kazanırız. elimizde de bunlar olur haliyle. gerisi bize gereksiz yüktür işyerimizde. düşünün diğer ekipler elindeki teknoloji ile kaç metre öteden ısıyı bulabiliyor, canlının yerini nokta atışı tespit edebiliyor.

bu olay bize gösterdi ki, biz ülke olarak böyle bir felakete hazırlıklı değiliz. inanın yıkımdan bahsetmiyorum. ne genel ne de yerel yönetimlerin afet planları “bence” yok, varsa da işlevsiz. insanımız bir tuhaf, empati yoksunu, sanıyor ki sadece onların canı yanıyor. ateş sadece onların yüreğine düştü. bizlerin herkese eşit mesafede olması gerektiğini unutuyorlar. hepinizi gördük, içtenlikle üzüldük. hepinizin ayrı bir hikayesi olduğunu biliyoruz.

şimdi biraz da siz uzaktaki insanlara seslenmek istiyorum

biz iyi insanlara sahip bir ülkeyiz. bu kadar malzemeyi buraya nasıl yığdınız ey güzel insanlar? aklım almıyor. çünkü bizim içtiğimiz su, yediğimiz yemek, üzerimize örttüğümüz battaniyeyi de siz göndermişsiniz! kıyafetlerimizi yıkama imkanımız olmadığı için, sizin gönderdiğiniz kıyafetleri giyiyoruz. dün arkadaşın ayağında yumurtalı çorap vardı mesela. gülücük.

tuvalet ihtiyaçlarımızı bulunduğumuz bölgedeki tarlaya yapıyoruz mesela, mecburuz. kendi aramızda “mayın tarlası” diyoruz o bölgeye. konteyner tuvaletler çok kötü, hijyen öğesi buralarda yok. duş imkanı ne depremzedeler ne de bizler için mevcut değil. bolca içme suyumuz var ve her şey için onu kullanıyoruz.

sizden ricam, “kaç tane cenaze çıkardınız, ne durumdaydılar?” diye sormayın lütfen. ama size sadece şunu söyleyebilirim: antakya merkezde bir tane bile oturulacak bina kalmamış. yüksek katlı ve çok daireli binalar yıkılmamış, resmen yok olmuşlar. şu an resmi olarak verilen ölü sayısı sadece antakya’nın verisi kadardır diye tahmin ediyorum.

bizlerden övgüyle bahsedenlerden, dua edenlerden rabbim razı olsun. ama bana sorarsanız bizler kahraman değiliz. işimizi yapıyoruz ve işimiz yıkıntılardan yol açmak. evinden ekmeğinin yarısını, battaniyesini gönderen neyse bizler de o’yuz.

birçoğumuz evimizde koltuklarımızın üzerine örtü seriyoruz kirlenmesin diye, toz olmasın diye pencerelerimizi açmıyoruz, kenarda dursun diye birikimlerimizi harcamıyoruz. işte antakya camların kırıldığı, üzeri örtülü koltukların toza bulanıp kepçeyle parçalandığı, paraların enkaz yığınında kaybolup gittiği, sahipsiz arabaların ve evsiz insanların olduğu bir şehir artık.

yazarın duası: rabbim kimseyi evladının cenazesini bulabildiği için sevinecek duruma düşürmesin.