İLİŞKİLER 21 Aralık 2017
157b OKUNMA     1659 PAYLAŞIM

Kadın Bir Sözlük Yazarından: Hassas Noktalara Tek Tek Dokunan Bir Kezban Tanımı

Sözlük yazarı "polly jean"; kezban kelimesinin önceleri hangi karakterler için kullanıldığından başlayarak bu durumu irdeliyor, ardından da Türk toplumunun bu sıfat hakkında yaşadığı dönüşümü güzel bir ironiyle dillendiriyor.
iStock


açık söyleyeyim, "kezban" lafı ilk çıktığında, benim anladığım şey, fiziksel özellikler, boy pos, kilo, giyim kuşamdan ziyade belli bir zihniyete giydiren bir laf oluşuydu

prenses hezeyanlarıyla büyütülmüş, babasının otorite sağlama merakını "sevgi" zanneden, sevgilisinin/kocasının kendine güvenmeyişinden kaynaklanan kıskançlığını "aşk" zanneden, herkes ona ölüp bitiyor zanneden, ama en önemlisi, hali hazırda kendini geliştirme imkanlarına sahip olduğu halde geliştirmeyen "şehirde yaşayan" ama tam manasıyla "şehirli" olamamış kadınlara kezban deniyordu. ("şehirlilik" kavramına uzun uzun girmiyorum burada, ama sanırım ne demek istediğim anlaşılmıştır. şehir kültürü, kasaba kültüründen farklıdır, şehirde yaşayan insanın imkanları daha çeşitlidir ve bunlardan yararlanması beklenir vs.)

keza asla köydeki kadınları "kezban" diye aşağılamıyorlardı. çünkü onun kezban olması "normal"di, zaten öyle bir çevrede büyümüştü, fikirlerini gözden geçirme dürtüsünü uyandırabilecek farklı bir çevre, yüksek eğitim, kitap, tiyatro, sinema, opera gibi olanaklardan yoksundu. ki belirteyim, bu konuda aynı fikirdeyim, kendini assın diye odasına ip bırakılan kadınları aşağılamaya kalkanların boktan farkı yoktur gözümde... kadın zaten ölü mü yaşıyor mu belli değil, daha neyin tırıvırısını yapıyorsun? neyse, zaten "kezban" derken kastedilen türk kızları onlar değildi belli ki...


peki hangi türk kızı kezban oluyordu?

ergenler yüksek ihtimal "kafadan kezban" oluyordu, ki bu yanlıştı bence, çünkü daha kişiliği oturmamış birini kişiliği üzerinden eziklemek de biraz "ergenceydi", neticede hangimiz ergenken hiç ama hiç salakça bir şey yapmadık? bunu geçiyorum. sonra, ortaokulu (artık ilköğretim tabii) bitirir bitirmez eve tıkılmış, televizyon izleyip annesiyle güne giderek takılan, muhtemelen varoşlarda yaşayan türk kızları da vardı... peki onlara ne hakla kezban diyorduk? köyde, kasabada yaşayandan sanki çok mu farkı vardı imkan olarak? yanına abisi, annesi verilmeden sokağa çıkabiliyor muydu o? sabahtan akşama annesiyle birlikte tıkılıyken eve, kendini nasıl, nereye kadar geliştirecekti? yer miydi o kıza "babanın tahakkümüne karşı çık, kır zincirlerini" demek? belki o da ister bunu ya da belki kendi yetiştirildiği şeklin en doğru yol olduğuna inanmıştır ve çocuklarını öyle yetiştirecektir, kim bilir? ama bu kıza kezban denebilir mi? bence denemez, en az köydeki tarla ırgatı kıza diyemeyeceğimiz kadar...

devam edelim o zaman, ergen değil, köylü değil, görünüşte şehirde ama aslında hala köyünde kasabasında yaşayan kız değil, peki kim bu kezban? hmmm, şema şekillenmeye başladı biraz. belli ki, biz kızımızın imkanlarının olmasına ama kullanmamasına gıcık oluyoruz. o zaman en azından bir orta direk ailenin kızı bu kezban. sonra, yine kendini değiştirebilecek fırsatı olduğu halde, eğitim yoluyla fikirlerini sorgulayabileceği bir ortam -ama az, ama çok- sağlandığı halde sorgulamayan biri olmalı... yani muhtemelen bir üniversite mezunu -tabela üniversitesinden, ülkenin en iyi üniversitelerine, hatta yurt dışındaki eğitime kadar gider- bir türk kızı bu... peki bu kızda bizi rahatsız eden ne? iyi giyinmiyorsa kötü giyindiği, iyi giyiniyorsa parasını saçtığı için eleştirilen bir kız bu. bakımlı olsa kokoş, "fiziksel görüntüden ötesini umursamayan kadın", diye etiketlenecek, ama bakımsız olsa kolları kıllı, bıyıklı diye aşağılanacak filan, ama benim derdim bu değil. bunlar sonradan çıktı...

tee en başında biz bu kıza niye gıcık oluyorduk hatırlayalım, "hobilerim arasında kitap okumak vardır, ben çok kitap okurum" dediği halde okuduğu şeyin dan brown, twilight, secret'tan öteye geçememesi... yani kitaba para ayırması ama doğru düzgün eserler okumaması, fakat sorulunca sanki edebiyat aşığıymış gibi rol kesmesi deli ediyordu bizi. müzik dinlemeyi hobileri arasında saymayan insan zaten az, ama yine bu kızın dinlediği müzikleri beğenmezdik, serdar ortaç, demet akalın dinlemek ölüm fermanı gibiydi, zevksizlik emaresiydi... sonra, bu kız parası olsa bile tiyatroya, baleye, operaya, galata'da mevlevihane'ye sema gösterisine, türk sanat müziği dinletisine, klasik müzik konserine, yani gişe filmi tabir edilen şeyler dışındaki alternatiflere para vermezdi, ona uyuz olurduk, anca recep ivedik, anca twilight, birkaç da romantik komediden öteye gitmezdi "sinemaya bayılırım, çok film izlerim" diyen kızın bilgisi, bu rol kesişine uyuz olurduk...


haa, demek ki kezban türk kızı, entelektüel gözükmeye çalışıp anca entel olabilenlerdendi... her şeyden biraz olmaya çalışırken hepsinde bir hiçti...

bu halleri, eğer onun zihniyetine işaret eden şeyler olmasaydı belki o kadar uyuz olmazdık, ama biliyorduk ki, bu halleri, onun ilgi açlığı, prenses sendromundan muzdarip oluşu, gösteriş meraklılığı, her konuda varmış gibi gözükmek uğruna hiçbir konuya derinlemesine inmeyişinden geliyordu. işte buna uyuz oluyorduk... ama daha da öncesi vardı, herhangi bir türk kızını kezbanlıkla yaftalarken, bu müzik-sinema-kitap vs. özelliklerinden öncesi vardı. dönün hatırlayın, biz bu kızda en çok neye uyuz oluyorduk?

bağımlılığına... önce babasına, sonra sevgilisine, sonra kocasına bağımlı oluşuna, bunu severek-isteyerek yapışına... "babam bana baksın"dan direkt olarak "kocam bana baksın"a geçişine... eğitim hayatı öyle gerektirdiği için, iş bulamadığı için, evinde roman yazdığı için ya da dışarıda bir ofiste değil de evinde bir şeyler ürettiği için (ki bu ürettiği şey her şey olabilir, evinde nakış işliyor da olabilir, kek kurabiye yapıp satıyor da olabilir, emek verip bir şey üreten insana laf edene fena giydiririm! nakış çok zor hem adşahdjagajd, neyse ciddiyet...) kimse bu kadına kızmıyordu tabii ki... dahası, kadın ve erkek, aralarında anlaşmış da olabilirdi, ilişki içinde olan biten kimseyi bağlamıyordu. yine dahası, kadın çalışıp erkek evin içinde kalıyor da olabilirdi, yani kadın ve erkek, birlikte düşünüp karar verdiği sürece, kadın "çalışmama hakkı sadece bana ait olabilir, sen çalışmak zorundasın!" demediği sürece sorunumuz yoktu. ama eğer o kız, yani kezbanımız, otomatikman "tabii ki bakacaksın, anlaşmak da ne demek, ben istemiyorsam çalışmam ve sen bana bakmak zorundasın!" diyorsa o zaman ver ediyorduk şamarı! üstelik çalışan türk kızı olmak da bu şamardan korumuyordu, çünkü aktif olarak ne yaptığıyla değil, zihniyetle ilgileniyorduk. "şu an çalışıyorum ama canım istediği anda bırakırım, çünkü kocam var ve o bana nasılsa bakmak zorunda" diyorsa kızımız, gene kezban oluyordu gözümüzde çünkü mantalitesi aynıydı...


biz bu kızın gerçekten kendi özgürlüğü için hiçbir şey yapmamasından tiksiniyorduk

hiçbirimiz, belinde odun kırabilecek babaya "ben özgürüm tağam mııı karışamazsın banaaa" diyen bir kız beklemiyorduk, ki açıkça türk kızları epey şanssızlardı babaları açısından. ama, ailesinde asla dayak olmasa da, psikolojik baskı sürekli var olan bu "şehirli" kızlarımızın, babalarının tahakkümünü bu kadar içten, bu kadar isteyerek kabul etmelerine, sorgulamaya kalkmamalarına sinir oluyorduk. çünkü babalar hep "yontulmayı", "bu çağa uyarlanmayı" gerektiriyordu, evet bu sempatik ve insanın bayılacağı bir süreç olmuyordu ama gerekliydi. hiçbirimize babası-annesi "hadi git kızım sevgilinle tatil yap ilişkinize iyi gelir" falan demiyordu, ama uğraşıyorduk, bu çağın kadın-erkek ilişkilerindeki yürüyüşünü anlatıyorduk, neden böyle olmasının bizim için daha iyi olduğunu anlatıyorduk ebeveynlerimize ve ikna etmeye çalışıyorduk, saatlerce konuşuyorduk, çünkü insanlık demek konuşmak-anlaşmak demekti, iletişim demekti, trip atıp kapıları çarpmak değil... "hiçbir hak gümüş tepside sunulmaz"dı, istiyorsan kendin almalıydın, bunu biliyorduk. ama türk kızının kezban olanları, içten içe sizin çıktığınız tatillere imrenirken, size "hafif kız" muamelesi yapmaktan geri durmuyordu, bu yüzden uyuz oluyorduk. üstelik utanmadan, onun babasının onu daha çok sevdiğini, sizin babanızın sizi daha az umursadığını iddia edebiliyordu dolaylı olarak "ayyy, ben babama mehmet'le tatile çıkıcam desem ağzıma sıçaaar!" diyebiliyordu adeta gururdan şişinerek...

tabii asla hiçbir şeyi direkt söylemez, anca böyle sinir bozucu, "sen ne demek istiyorsun?" deseniz "ay ne dedim ben yaa, ben kendi babamdan bahsettim, bundan sana hafif kız dediğim anlamını çıkarıyorsan bir yaran var ki gocunuyorsun herhalde :ss" diyebileceği cümlelerle size laf sokardı... "ben de senin gibi olmak isterim ama olamam kiiii" derdi, daha az evvel tatil planınızı ağzını ayıra ayıra dinleyen o değilmiş gibi... bu "namusluluk" kisvesine deli oluyorduk onun, "her şeyi yaparım ama bekaretimi sevgilime saklarım" deyişine uyuz oluyorduk, çünkü biliyorduk ki ataerkil sistemi ayakta tutan esas şey kadınların desteği idi. oysa "sırf bekaret yüzünden beni istemeyecek adam hiç istemesin, olmasın hayatımda" diyebilmeliydi, kendi cinselliğinin sınırlarını sadece kendisi çizmeliydi, birlikte olmak istediğiyle lafı dolandırmadan, "arada yüzük olsun" demeden olmalı, ama istemediği hiç kimseyle de "ay kezban der şimdi bana" diye birlikte olmamalı, kimse ona "neden sevgilinle yatmıyorsun?" diyememeliydi, fakat birlikte olmak istemiyorsa da dürüstçe söylemeli, kimsenin duygularıyla oynamamalı, attention whore olmamalı veya "ayyy ailem duyarsa ne der?" kalkanının arkasına sığınmamalı, "istemiyorum zorla mı?" diyebilmeliydi. (tabii burada yine bekaretini kaybetti diye öldürülmeyecek, dayak yemeyecek şehirli kadın kısmından bahsettiğimi unutmamanızı rica ediyorum, diğer kesimleri en başta ayırmıştık zaten)


türk kızına bu yüzden gıcık oluyorduk, bir şeyi istemeyi biliyor, ama sorumluluk altına girmekten korkuyor, yaptığı şeyin sorumluluğunu istemiyordu, arzuladığı şeyleri elini uzatıp alacak ama sonuçlarına da katlanacak cesaretten yoksundu. suçu babasına atmak "ama canım babam izin vermez biliyorsuuun" demek, babasını ikna etmekten-özgürlüğünü onun boyunduruğundan kurtarmaktan daha kolay geliyordu. çünkü konuşmak, tartışmak hoş şeyler değildi, "aman hır gür çıkmasın"dı... ve tabii bu esnada bunu başarmış bizler, "tü kaka"ydık, en basiti "hafif kız"dık, onun istediği şeyleri yapabilen, bu yüzden imrendiği, ama aynı yoldan gitmeye cesaret edemediği kızlardık. kendi içinde çelişirdi hep, hem ister, hem yapamazdı, bu yüzden hem ailesine uyuz olur bir şey diyemez, hem onun yapamadığını yapan kızları kıskanır, ama sonra aileci/arkadaşçı duyguları galip gelir, tamamen onlardan da kopamazdı.

o kezban türk kızı ki, sevgilisinden ayrılsa yerine gelen yeni kıza hınç biler, kocası onu aldatsa "benim kocam yapmazdı da o şılllık onu kışkırtmıştır" diyen, sürekli ama sürekli ne kadar güzel olduğundan bahseden, kendini güzelliği dışında kayda değer bir niteliği yokmuş gibi konumlandırarak self-metalaştırma yapan, sürekli peşinden koşanlardan bahseden ama gerçekten güzel kızların bunları hiç anlatmadığını fark edemeyen biriydi. düşünmezdi ki, türkiye'de her kadının "gideri var"dır, çünkü açlık had safhadadır. bu ülkede güzel olmaya hiç gerek yoktur ilgi için... istediği zaman ilgi çekebildiği için, saçma sapan konuştuğunda hiçbir erkek ona "ne saçmalıyorsun sen yahu?" demediği için (evet, taş attım sizlere beyler, kusura kalmayın... ha "kız niye söylemiyor da biz söylüyoruz?" derseniz, bir kezban kız söylerse dikkate almazdı, çünkü kız onu kesin "kıskanıyor"du) güzelliğinin yanında çok da akıllı ve kültürlü olduğunu zannederdi. ama daima ona asılanlardan bahseden türk kızı ne hikmetse, yaşı 20'leri geçince tırım tırım koca arardı, çünkü "erkekler eğlenilecek kızlarla eğlenmekle meşguldü o ise evlenilecek kız"dı.

onun kıymetini bilemeyenler utansındı, onu çekemeyenler anten taksındı. bakireydi, eğitimliydi, babasının biricik prensesiydi, yani bakire olduğu için otomatikman "çok düzgün karakterli", üniversite mezunu olduğu için otomatikman "kültürlü ve akıllı", babasının prensesi olduğu için otomatikman "çok güzel"di. haliyle, onu istememek için salak olmak gerekirdi ve zaten o da bütün erkeklere "ayyhh salaklar yaaa" derdi. salak olmayan, onun değerini anlayacak ve bittabi kırmızı kadife kutu içerisinde bir tektaşla gelecekti. ona düşen beklemek, bu süre zarfında "iffet"ini korumaktı, işte hepsi bu... biyolojik olarak kadınsal özelliklerle doğduğu için o her şeyin en iyisine layıktı, daha fazlasını sormaya gerek yoktu, vajinası vardı işte! tektaşsa tektaş, ömür boyu evde dizi izlemekse izlemek, kendini geliştirmeye, otoriteye karşı çıkmaya, haklarını elde etmek için çabalamaya, kadın erkek eşitliğini kendi hayatında pratiğe dökmeye ne gerek vardı? o, lafa gelince eşit, sorumluluğa gelince daima ayrıcalıklı olmalıydı, olması gereken buydu onun zihninde...


velhasılı, biz şehirli, eğitimli ama zihnen değil sadece görünüşü kurtaracak kadar "modern" türk kızına uyuz olurduk

içeriği sıfır, paketi janjanlı bir şeydi o... köyünde, kasabasında yaşayıp gitmekte olanla sorunumuz yoktu, çoğumuz onu düşünmezdi bile, çünkü o bizim çevremizde değildi. ama çevremizde, bizimle aynı anfileri dolduran, sorsan eğitimini-kariyerini çok önemsediğini söyleyen, ama daima babasının ve kocasının ona bakmakla yükümlü olduğunun altını çizebilecek, erkeklerle flört etmeyi çok "normal" bulurken onlarla "yatmayı" hafiflik hatta "namussuzluk" olarak görebilecek, kendini kültürlü ve modern göstermek adına "moda"ya uygun giyinen ama mini eteği, dekolteyi aşağılamaktan da geri kalmayan, çantasında sürekli kitap taşıyan ama düzgün bir eseri nadiren okuyan, içki içen ama azıcık dağıtsanız size gözünü diken, kıskançlığı, tahakküm altına alınmayı sevgiyle, aşkla karıştıran, kısaca mental yönden her açıdan düşüncesi tutarsızlıklarla, deliklerle dolu, cesaretsiz, istediğini alamadığı için agresif, bu agresifliğin sonucunda hemcinslerine saldıran, okulda hakkında dedikodu çıkaran, işte mobbing uygulayan, mahallede dolaylı olarak baskı yapan, kısaca kendisine uygulanan psikolojik şiddeti misliyle yine hemcinsine uygulayan bir türk kızı vardı... ve biz ona çok ama çok uyuz olurduk, dev uyuz olurduk...

sonra bir şey oldu. bir anda bütün türk kızları "kezban" oluverdi

babet giyen, leoparlı tayt giyen, senin dinlediğin müzikten farklı bir şey dinleyen herkes ("kezbana bak yeaaa manowar dinliyo, halbuki atmosferik yarrak metalden başkasını dinlememesi lazım!"), dandik bir best-sellar falan olmayan (yanlış anlaşılmasın, "her best-seller dandiktir" demiyorum) ama senin sevmediğin bir kitabı okuyan herkes ("kürk mantolu madonna çok overrated, onu okuyan herkes kezban, hepsi kendini maria puder sanıyo yeaaa!"), senin sevmediğin bir restoranda yemek yiyen herkes ("amk house cafe'ye sırf popüler diye, sırf yemek yerken görülmek için nebçim para sayıyo salak kezban") kısaca senden farklı olan her kadın "kezban türk kızı" oldu. türk kızı başlığının altına girilen şeylerin çoğu "kezban aşağı kezban yukarı" moduna geçti, hani neredeyse "kezban=türk kızı/türk kızı=kezban demek olsun" diye referandum yapacağız!

iyi de bi' dak'ka lan! "kezban" kelimesi belli bir zihniyeti ifşa etmek için kullanılmıyor muydu? ne kadar güzel giyinirse giyinsin, kolları ne kadar kılsız olursa olsun "kocam bana bakmak zorunda!" deyince kezban oluyor da, kötü giyinse, bakımsız olsa da "x beni taşımalı" deyip kendini taşıtmaya kalkmayan, kendi ayakları üstünde duran, kimseye bel bağlamayan kadın bunun dışında kalmıyor muydu? biz insanları görüntüsüyle yargılayan, lookism yapan her lafa karşı değil miydik? bizim esas sinir olduğumuz da zaten bu tarz insanlar değil miydi? "ııyyy ayşe'ye bak nebçim giyinmiiiş, halbuki kocası da zengin, ama işte insanda zevk olucak anacım" kadınlarından tiksinmiyor muyduk biz? birine "kötü giyiniyor" diyebilirsiniz, son derece normal bir eleştiridir bu, ama "kötü giyiniyor o zaman kezbandır kesin!" denklemine ne ara geldik? ne oldu, ne ara oldu bu dönüşüm? nasıl oldu da, "hemcinsine okulda, işte, mahallede psikolojik baskı yapan kezban türk kızı"ndan mizojinliğe geçiş yaptık? bir şey, belli bir zihniyeti yererken nasıl oldu da o zihniyetin temsil ettiği bir şeye dönüşüverdi?


yok paşalar, yok... sizin derdiniz, kadınların birbirine uyguladığı psikolojik şiddet değil

mahalledeki teyzeden okuldaki arkadaşımıza kadar, kendini sürekli övmeye yer arayan, başkalarının kusurlarını bulup dedikodusunu yapmaya yer arayan, asalak, kendini geliştirmeyen, görüntüyü kurtardığı anda içerikle ilgilenmeyen bu kadınlar değil sizin derdiniz... meğer sizin derdiniz, tutturduğunuz yerden bütün kadınlara sürekli saydırmak, sizin istediğin/sevdiğiniz/beğendiğiniz şablonun dışına bir milim çıksa herkesi kötülemek... e eskiden de aynı ataerki vardı, "kadın şöyle olacak, böyle olacak" diyen, şablonun dışına çıkana yaşama şansı vermeyen, şimdi de aynısı var, üstelik utanmadan siz kendinize "yeaaa ben aslında kadın-erkek eşitliğine inanıyorum, hatta feministim, böyle kadınlar kadın algısına zarar veriyor ondan onları eleştiriyorum" filan diyorsunuz ki, eskiden hiç olmazsa daha dürüsttü erkekler "kadınla erkek eşit olamaz" filan diyorlardı açık açık... senin derdin, kadın algısına zarar veren o kadınlar filan değil, yeme şimdi bizi... sen yine "türk kızı şöyle, türk kızı böyle" diye atıp tutarak bizi kendi istediğin gibi bir "türk kızı" yapmak istiyorsun, ama bilinçli, ama bilinçsiz, yaptığın şey budur. şablondan saptığımız anda, zihni durumumuza hiç bakılmadan "kezban" diye yaftalanıveriyoruz. "dört dil biliyor, kültürlü ama bıyıklı :(" eee hani esas zihniyet önemliydi?

burada kadınların da yanlışı oldu belki... yıllardır illallah ettiğimiz bir kadın tipini, jargon yeni bir kelimeyle karşılayınca kullandık o kelimeyi, çünkü iletişimi kolaylaştırıyordu "kız tam bir kezban" dediğinde arkadaşım bana "asalak, ataerkiyi içselleştirmiş kadın" geliyordu aklıma, bilmem ne giyen-yiyen-dinleyen değil... kısaca derdimizi anlatıyorduk işte, ki dilin amacı da bu değil miydi? ama sonra öyle bir dönüştü ki o kelime -biz göremeden- yine toptan bütün kadınlığa karşı döndü.

artık karakter olarak ne kadar "düzgün" de olsak fark etmiyordu, saçını sarıya mı boyamış, kezban, tırnağında chanel rengi oje mi var, kezban, babet mi giymiş, kezban, şişman mı, kezban, kolları kıllı mı, kezban, eğitimi, kültürü, kariyeri, karakteri, insanlığı kimin umrunda! istediğimiz şablonun dışında, o halde kezban, kezban, kezban!

anladım ki artık o kelime baştaki anlamı ihtiva etmiyor

üniversitede, annesini aldatıp aileyi borca sokan babalarının karşısında annelerini savunan " 'erkektir yapmış' deme anne, biz sana bakarız, boşa bu adamı!" diyen veya hem okuyup hem çalışan veya evlerine dolap yaptırmak için yıllar önce kazandığı altın madalyaları satan veya eğitimi tamamlamış, bugün kariyeri için didinen tüm arkadaşlarım kezban, çünkü kimisi eller havaya yapmayı seviyor, kimisi kollarını almıyor, kimisi leopar desenli bir şeyler giyiyor... e ben de bunca "kezban"la arkadaş olduğuma göre eller havaya sevmesem, kolumu alsam, hayatımda hiç leopar giymemiş olsam da kezbanım, çünkü kezbanlarla arkadaşım, onların müzik olarak ne dinlediğini, ne giydiğini filan değil de hayatta ne yaptıklarını önemsediğim için kezbanım...

aferin size be... iyi iş çıkardınız! evet, etnik anlamda "türk" olmamız bile gerekmiyor emin olun, türkiye'de yaşayan tüm kızlar olarak hepimiz en az bir yerimizden kezbanız, ama az, ama çok...

sonradan ekleme: bir şekilde, benim kendimce "kezban nedir ne değildir" diye tanımlamaya çalıştığım, "benim tanımım bu, bu tanım içinde kalacaksa kezban kelimesi kullanılabilir" dediğim düşünülmüş olabilir. böyle bir intiba bıraktıysam benim hatamdır. fakat anlatmaya çalıştığım, özeleştiri de yaparak, gördüğüm kadarı ile kezban kavramının başta nasıl tanımladığı sonrasında ise neye dönüştüğüdür. bu dönüşüm ne benim, ne kadınların, ne erkeklerin tek başına yaptığı bir şey değildir, karşılıklı olarak çeşitli şeylerden etkilenir (nitekim "bütün erkekleri 'abazan' olarak tanımlamaya niye laf etmiyorsun?" diyenler oldu, bu da aslında "kezban" kavramının ortaya çıkışına ve dönüşüme sebep olan etkenlerden biri ve o da ayrıca incelenmeli) bilinmesini isterim ki, yukarıda yazılanlar benim sadece kendimden yola çıktığım biricik tecrübelerin sonucu değil, konuştuğum-iletiştiğim kadınlar ve erkekler vasıtasıyla gördüğüm şeylerin bir derlemesidir. zaten dikkat edilirse, yazarken çoğul bir dil kullandığım ve daha çok "gördüğüm" neyse onu yazdığım fark edilecektir, bu her gördüğüme "katıldığım" anlamına gelmez. esen kalınız...