MİMARİ 27 Mayıs 2021
61,7b OKUNMA     513 PAYLAŞIM

Nemrut Dağı ve Zirvesindeki Heykeller Nasıl Keşfedildi?

Adıyaman'da bulunan 2150 metre yüksekliğindeki Nemrut dağı ve üzerindeki oldukça değerli heykellerin nasıl keşfedildiğini biliyor muydunuz? İşte keşif hikayesi ve heykellerin anlamlarına dair nitelikli bir yazı.
iStock

nemrut dağı dendiğinde çoğu kişinin aklına güneşin doğuşu ya da batışı gelir. ancak, yaklaşık 2150 metrelik bu dağın doruğunda arkeoloji tarihinin en önemli heykelleri bulunmaktadır. bu heykellerin önemine geçmeden önce gelin kısaca bu heykellerin nasıl keşfedildiğine bir göz atalım.

nemrut dağı'nın zirvesindeki bu muhteşem eserler ilk defa 1881 yılında karl sester isminde bir alman demir yolu mühendisi tarafından keşfedildi. karl sester yol çalışması için o bölgeye gelmiş ve bölge halkından dağın zirvesi ile ilgili ilginç şeyler duymuştu. köylüler dağın tepesinde devasa boyutta heykeller olduğunu söylüyordu. demek ki bu heykeller iyi kötü bölge halkı tarafından bilinmekteydi ve yine büyük ihtimalle o bölgede hüküm süren osmanlı devleti'nin oraya atadığı yetkililerin kulağına da bu dedikodular gitmiş idi. fakat gelin görün ki yıllarca egemenliği altında tuttuğu mısırdaki etkileyici piramitlere bile ilgi göstermeyen osmanlı devleti, nemrut'un tepesindeki heykelleri de merak etmeyecekti.

Karl Sester

alman mühendis karl sester ise osmanlı devleti ile aynı fikirde değildi. köylülerle birlikte dağın tepesine zorlu bir yolculuğa çıktı ve doruk noktasında karşılaştıkları onu hayrete düşürmeye yetmiş de artmıştı bile. karşısında, insanlık tarihinin bilinen en yüksek noktasına inşa edilmiş dev bir tümülüs ve boyutları yerdeki baş heykelleri ile birlikte 10 metreye yaklaşan devasa büyüklükte başsız gövdeler durmaktaydı. gördüklerini vakit kaybetmeden alman otoritelerine iletti. buraya acele uzman bir ekip gönderilmesini talep etti. çünkü büyük bir keşfe imza attığının çoktan farkına varmıştı.

alman otoriteleri bu mektuba kayıtsız kalmadı ve arkeolog otto puchstein liderliğinde bir ekibi nemrut dağındaki gizemi keşfetmek üzere 1882 yılında osmanlı devleti'ne yolladı.

Otto Puchstein

puchstein da gördükleri karşısında şok olacak ve defterine şu cümleleri yazacaktı: "karşımda beliren şey beni hayrete düşürmüştü. en yüksek kayalık tepenin üstünde, tırmandığımız terastan kırk metre daha yukarıda mezar tepesi yükseliyordu. sanki bir dağ üzerine oturmuş başka bir dağ gibiydi. kayadan yontulmuş yüksekçe bir podyum üzerinde sırtları mezar tepesine dönük ve oturur vaziyette devasa boyutta beş tanrı heykeli yer alıyordu". 

bu devasa heykeller yunan tanrılarına benzer bir şekilde yapılmış ancak heykellerin kıyafetleri ve başlıkları ise bir doğu (pers ve ermeni) dokunuşunun izlerini taşımaktaydı. ilk akıllarına gelen bu heykelleri asurluların inşa etmiş olabileceği idi. bunları ancak onlar yapabilirdi. ancak heykellerin oturtulduğu tahtların arka tarafına geçtiklerinde bu büyük taşların üzerilerine bir şeylerin kazınmış olduğunu gördüler. bunlar eski yunan alfabesiyle yazılmış çok önemli yazılardı. tahta oturanlar, yunan tanrıları ve kommagene kralı i. antiokhos'tan başkası değildi.

Şu anda günümüze kalan tahta oturmuş hükümdar heykelleri.
Heykellerin Antalya'da bulunan, tahmini olarak modellenmiş tam halleri.

alman ekibin ardından nemrut dağına çıkacak isim osmanlı'nın yetiştirdiği en önemli isimlerden biri olan osmanlı imparatorluk müzesi müdürü osman hamdi bey ile heykeltraş osgan efendi olacaktı. bu iki isim de artan alman merakından etkilenmiş olacaklar ki heykelleri bir de kendileri görmek istemişti. fakat ne yazık ki hem alman hem de osmanlı ekibi o dönemki ziyaretlerinde bu heykellerin ne anlam ifade ettiğine tam olarak vakıf olamadılar. zaten daha sonra araya iki dünya savaşı girecek ve meraklı gözler heykellerden bir süreliğine uzaklaşmak zorunda kalacaktı.

ta ki 1947 yılında theresa goell isminde bir amerikalı kadın arkeolog bu dağın gizemini çözmeye ant içinceye kadar. o yıllarda nemrut dağı'na çıkmak istediğini söylediğinde köylüler onunla alay ettiler. kadın başıyla o dağın başına çıkmanın imkansız olduğunu söylediler. ancak theresa goell bunları duymak için gelmemişti buraya. kendince bir hedef belirlemiş ve bu hedefi başarmanın peşindeydi. tüm zorluklara rağmen zirveye ulaştı ve ekibiyle birlikte kazı çalışmalarına başladı. yine de işler tahmin ettiği gibi kolay ilerlemiyordu. bir kere iklim çok sertti. gündüz sıcaklık yaz mevsiminde 45 dereceleri bulurken güneş insanı cayır cayır yakıyor, geceleri ise hava bir anda buz kesiyordu. sıcaklık dışında esen sert rüzgar da ekibi fazlasıyla zorlamaya yetiyordu. sadece hava şartları değil aynı zamanda yiyecek ve su sıkıntısı da ekibi perişan eden engeller arasındaydı. en yakın su kaynağı iki kilometreden uzaktaydı. ayrıca etrafta arada bir ekibi kolaçan eden ayılar da bulunmaktaydı.

Theresa Goell 

bunların hiçbiri theresa goell ve diğer arkeologları (f. karl dörner, albrecht goetze vs.) durduramadı. yaptığı çalışmalar sonucu pek çok aydınlatıcı bilgiye ulaştılar. karşımızda kommagene krallığı ve kral ı. antiokhos durmaktaydı. kral ı. antiokhos romalılarla giriştiği savaştan hiç beklenmedik bir şekilde galip çıkınca ölümsüzlüğünü bu dağın zirvesine taşımak istemişti. doğu ve batı medeniyetlerini kendi topraklarında buluşturmayı ve belki de kendisinden önce ve sonra gelmiş diğer tüm hükümdarlar gibi tüm dünyaya egemen olmayı düşlemişti. elbette ki hayali gerçekleşmedi. krallığı kendisinden sonra bir süre daha hayatına devam etti ve ardından başka bir krallık tarafından yıkılmaktan kurtulamadı. ondan geriye de işte bu muhteşem heykeller kaldı. ancak bu heykeller onun yaptığı şekilde bugün tahtlarında oturmuyor. başları kopmuş ve pek çoğu da zorlu doğa koşulları sebebiyle aşınmaya yüz tutmuş durumda.

bu arada, heykellerin nasıl yapıldığı ile ilgili büyük gizemlerin var olduğu söylenir tıpkı mısır piramitleri hakkında arada sırada ortaya atılan tuhaf fikirler gibi. ancak ne burada ne de mısır'da büyük bir gizem saklı. bu iki büyük eserin de yapılışı gayet basit bir açıklamanın altında yatmakta. sınırsız insan gücü... daha doğrusu sömürmeye açık sınırsız köle emeği. o dönemki kralların pek çoğu bildiğiniz üzere birer tanrı-kraldı. yani kendilerini tanrılarla bir tutuyorlardı. zaten i. antiokhos'un heykelini yunan tanrılarıyla birlikte inşa ettirmesi basit bir tesadüf değildi. o, insan kılığına bürünmüş bir tanrıydı. ve elinin altında da zorla çalıştıracağı binlerce kul ve kölesi bulunmaktaydı. kralın öl dediğinde ölen bu kulları, şu taşları taşı ya da parçala dendiğinde de söyleneni yapmak zorundaydılar. kendini tanrılarla bir tutan birine kim karşı çıkabilirdi ki?

I. Antiokhos Soter döneminde basılmış bir gümüş sikke.

bugün nemrut daği ile ilgili bir gizem varsa o da kralın hala bulunamayan mezarıdır

mezarın tümülüsün altında olduğu düşünülse de bu henüz ispatlanmış bir iddia değildir. çünkü tümülüsü kazmak pek mümkün görünmemektedir. yontulmuş çakıl taşlarının yığılması suretiyle inşa edilmiş ve bugün yaklaşık 55 metre o günlerde ise 75 metreden fazla olduğu düşünülen bu devasa mezar tepe herhangi bir müdahalede yıkılmaya meyillidir. zaten theresa goell tarafından yapılan kazma girişimlerinde tümülüs ve heykeller zarar görmüş ve yapılan onca kazı da başarısızlıkla sonuçlanmıştır. bu sebeple kazılara şu an izin verilmemektedir. ancak yapılan farklı araştırma yöntemleriyle tümülüsün altında doğal olmayan 3 adet boşluğun varlığı tespit edilmiş ve bu boşlukların mezarlara ait olabileceği düşünülmektedir. tabi bunların hepsi ispat edilmeyi bekleyen fikirlerdir. pek çok arkeoloğa göre kral i. antiokhos'un mezarının bulunması, firavun tutankhaton'un mezarı kadar önemli bir buluş olacaktır.


nemrut dağı'nın zirvesinde yatan bu heykeller mutlaka görmeniz gereken insanlık tarihinin çok önemli yapıtlarından biridir. bu muazzam yapıtlar kulağımıza pek çok şey fısıldamaktadır: "ölümsüz değilsiniz. ne siz ne de bir başkası... bıraktığınız eserler de aynı sizler gibi yok olup gidecek. dünyaya hakim olma sevdanız ile bir çocuğun oyuncağına olan tutkusu arasında büyük bir fark yok. her ikisi de sadece bir tutku ve her tutku gibi sizinle birlikte ölmeye de mahkum".

not: arkeolog theresa goell'in 1985'te öldükten sonra vasiyeti gereği yakılan cesedinin külleri o yıllarda çalışmalarına yardımcı olan o bölgenin köylüsü yusuf aydın tarafından tümülüsün tepesine serpilmiştir.