Pink Floyd Efsanesini Yarattıktan Sonra Gruptan Ayrılıp Kendi Yolunu Çizen Sessiz Dahi: Syd Barrett
syd barrett, pink floyd'da sanat üzerine eğitim görmüş tek elemandır
cambridge technical college'da sanat bölümü mezunudur, burada tanıştığı david gilmour filoloji okumaktadır ve arada buluşup gitar tıngırdatırlar. barrett sonra camberwell college of arts'da resim bölümüne kaydolur.
roger waters'la arkadaşlıkları liseden gelir ama waters westminster üniversitesi mühendislik bölümünde eğitimine devam eder. mason ve wrightla da westminster üniversitesinde tanışırlar.
bir ressam, bir filolog, üç mühendis... inanılmaz bir kompozisyondur.
barrett'ın olaylara bakış açısı bir sanatçının bakış açısıdır. gruba saykedelik ve progresif yönünü veren temelde onun sanatsal yaklaşımlarıdır. diğerleriyse işin teknik yönüne sadık kalmışlardır. barrett grubun diğer üyelerinden üç yaş küçük olmasına rağmen grubun liderliğini üstlenmiş ve grubun zamanın ruhunu yakalamasını sağlamıştır.
the piper at the gates of dawn gerçekten inanılmaz bir albümdür. eğer dinlemediyseniz mutlaka ama mutlaka dinlemelisiniz. bu şaheseri çıkardıklarında hepsi daha ergendir. barrett 21 yaşındadır, diğerleri 23/24. grubun taşıdığı devasa potansiyel daha ilk anlarında bellidir ve bu potansiyelin kokusunu alan herkes grubun etrafında toplanmıştır.
astronomy domine - pink floyd
syd barrett uzun uzadıya çözümlenmesi gereken bir kişilik. kurduğu grupla yollarını ayırmasını salt şizofreni ya da asit suistimali üzerinden okuyamazsınız.
grup kurulduğunda gerçekten hepsi para ve şöhret peşindedir. aslında kim değildir ki? o dönem buluşup underground mekanlarda gitar çalan gençlerin hepsi bir beatles bir rolling stones olma gayesindedir. bu albümler atlantik'ten amerikan limanlarına ulaştıkça amerikan geçliği de aynı amaçların peşinden gidecektir. hatta bizim limanlarımıza ulaştıkça türk gençliği de benzer gayeler edindiler (anadolu rock).
pink floyd daha ilk adımlarında bu gayeyi garantilemiş bir grup oldu. oldu olmasına da gerçekten istedikleri bu muydu? kanımca grubun dağılmasını bu noktada okumak gerekir zira meşhur klişemizin dediği gibi şöhreti herkes kaldıramaz. londra'nın yeraltı barlarında çıkıp deneysel deneysel gitar tıngırdatmak bir şeydir, ticari bir değere dönüşmek, bir marka olmak bambaşka bir şeydir. konserler, turneler, ropörtajlar, partiler, menajerler, stüdyolar, fan kitleleri, rekabetler, beklentiler... burası istediğiniz gibi hareket edebildiğiniz bir alan değildir. bize çok günlük güneşlik gelebilir ama orada olan için her zaman keyifli olmayabilir. streslidir.
daha 21 yaşında bu adımı atmış bir sanatçı için bu çok daha belirgin bir ayrımdır. ergenlik yerini olgunluğa bıraktıkça insan hayattaki yerini daha derin sorgulamaya başlar. 15'inde 16'sında ünü yakalamış dahilerin hayatlarının geri kalanında aynı parıltıyı sürdürememeleri de kanımca bu ayrımda aranmalıdır. evet bir parıltın var fakat bunu ne için , nerede sürdüreceksin? barrett'ın bu noktada grubuyla ters düştüğünü düşünüyorum.
asitin etkisi şüphesiz büyüktür. ben lsd'yi "asit yedim halüsinasyon gördüm kafalar yaşadım oh bebeğim çok eğlenceliydi" boyutunda görmüyorum asla. asit bence algı kapılarını açan bir madde. burada yaşanılan tripten sonra insanların günlük hayatlarında ciddi bir paradigma kayması olabiliyor. kafamı yaşasan kafana sıkarsın hesabı. insanlar kendilerini, etraflarındakileri, umutlarını, hislerini, beklentilerini, dünyayı farklı bir algı kapısından görüp geri döndüklerinde derin bir yabancılaşmanın içerisine gömülebiliyorlar. ben bunu çevremde çok gördüm. eskiden çok sevdikleri, istedikleri şeylere kayıtsız kaldıkları, muhabbet ettikleri insanları sildikleri, bambaşka insanlara dönüştükleri olabiliyor. bu iyinin ve kötünün ötesinde bir durum ama elbette bizim buna bakış açımız iyinin ve kötünün dahilinde oluyor.
barrett kesinlikle aynı barrett değil, bu kesin. bomboş bakıyor. gözlerinde bir heyecan yok. orada olmaktan memnun değil. derin bir ilgisizlik, kayıtsızlık (apathy) içerisinde. konsere gidiyorlar, uçaktan iniyor bir de bakıyor ki gitarı yok. unutmuş. konser veriyorlar, dalıp gidiyor, aynı akoru çalıp duruyor. konser bitişinde paralarını alıyorlar, para dolu çantayı otelde unutup çıkıyor, uçakta fark ediyorlar ve hemen geri dönüyorlar. istediği yerde değil. olmak istediğini düşündüğü yerdeyken olmak istediği yerde olmadığını fark etmiş. artık unutkan, dalgın, toplumdan uzaklaşmış durumda.
belki de deliriyor çünkü tüm bunlar şizofreninin gelişim evresinin emareleri. ama depresyonun da emareleri. zaten depresyon da şizofreninin bir emaresi. bu yüzden çok geniş bir psikanaliz gerektiriyor barrett'ın derin sularında ilerlemek. anlaması kolay, empati kurması kolay ama belki göründüğü kadar da kolay değildir.
the saucerful of secrets, grup bu tartışmaların göbeğindeyken çıkmış bir albüm. bu albümde barrett'ın ana vokalist olduğu bir şarkı var ki albümün son şarkısı. bir de klibi var bu şarkının. jugband blues.
bunu dinlemelisiniz.
pink floyd - jugband blues
bu şarkı barrett'ın gruptaki jübilesidir ve herkes bunun farkındadır. grup arkadaşları bu şarkıyı çalarak barrett'ın bir anlamda vasiyetini yerine getirmektedir. barrett bu şarkının ortasındaki kaotik enstümental bölümü dev bir orkestranın icra etmesini ve her müzisyenin gruptan tamamen bağlantısız şekilde kendince bir şey çalmasını ister. bu bir single olacaktır ve albümde çıkmayacaktır. zaten potansiyel olarak böylesine kaotik bir şarkının bu albümde yeri olamaz. ne var ki grubun ısrarıyla barrett orkestra fikrinden vazgeçirilir ve bu şarkı eldeki imkanlarla yapılıp albüme konur.
sözleri gerçekten düşündürücüdür:
it’s awfully considerate of you to think of me here
and i’m much obliged to you for making it clear that i’m not here
and i never knew the moon could be so big
and i never knew the moon could be so blue
and i’m grateful that you threw away my old shoes
and brought me here instead dressed in red
and i’m wondering who could be writing this song
i don’t care if the sun don’t shine
and i don’t care if nothing is mine
and i don’t care if i’m nervous with you
i’ll do my loving in the winter
and the sea isn’t green
and i love the queen
and what exactly is a dream?
and what exactly is a joke?
barrett arkadaşlarına teşekkür etmektedir. onlar sayesinde var olmuştur, onlar sayesinde ayın ne kadar büyük, ne kadar mavi olabileceğini fark etmiştir. onlar sayesinde eski ayakkabılarını çıkartıp atmış, güzel kostümler içerisinde şarkılar yazmıştır. bu yüzden arkadaşlarına aslında orada olmadığını söylemek boynunun borcudur. orada olamıyordur. olmak istediği yer orası değildir. pink floyd dev hayallerin grubudur. barrett ise bir şakadır. ama neden? bunu sorguluyordur barrett. neden tüm bu dev hayaller? neden şaka olmasın? ne farkı vardır ki?
albümün ağzıyla konuşacak olursak grup let there be more light derken barrett the sea isn't green demektedir.
aslında barrett'ın grubun hayallerinde kapladığı yer o denli büyüktür ki barrett gruptan ayrıldığında grubun peşine takılmış olan tüm yardımcı müzisyenler grubu terk ederler. potansiyeli barrett'ta gömüşlerdir, pink floyd'da değil.
the madcap laughs, barrett'ın ilk solo albümü, kesinlikle barrett'ın vizyonunu taşır. pink floyd uzun uzadıya enstrümantal şarkılar ve sistem üzerine, hayat üzerine eleştiri ve sitemlerle dolu anlaşılır sözlerle yönünü bulmaya çalışırken barrett üçer beşer dakikalık kısa ve basit şarkılar ama sürreal ve derin sözlerle işine devam eder.
zaten albümün kapağı da bunu yansıtır cinstendir.
barrett boş ama çizgili desenli bir zeminde ayakları çıplak oturmaktadır ve yanında sadece çiçekli bir vazo durmaktadır. arka kapağında ise barrett'ın saçlarıyla kapalı yüzü ve arkasında bir tabure üzerinde çırılçıplak bir kadın vardır. barrett minimalist bir sürrealisttir. albüm de böyle bir albümdür zaten. eğer dinlemediyseniz dinlemelisiniz.
syd barrett - the madcap laughs
barrett akustik gitarını çalar ve şiirlerini söyler. düzenlemeler çok azdır. ardından gelen barrett albümü de aynı tondadır ve oldukça güzeldir. bunu mutlaka dinlemelisiniz. albüm kapağı ve şarkıları yine aynı minimalist sürrealizmin etkidindedir.
syd barrett - barrett
barrett'ın solo şarkıları iyidir. burada şu nüans var. pink floyd'un barrett sonrası dönem yaptığı albümler tek kelimeyle birer şaheserdir ve hepsi patlamıştır. barrett'ın solo albümleri ise iyidir. şaheser olmaktan çok uzaktır. minimal ticari kaygılarla yapılmış ve ticari getirileri de minimal kalmıştır.
barrett bu albümlerde müzisyen değil şair yönünü göstermektedir. zaten 25 yaşındayken the rolling stones dergisinin kendisiyle yaptığı ropörtajın sonunda aa hazır gelmişsiniz size şarkı albümümü göstereyim der ve gerçekten bir albümü açıp üzerinde yazılı olan şarkı sözlerini gösterir. o şiir yazıyordur ve onları seslendiriyordur. belki hastalık müziksel yeteneğini tüketmiştir diyebiliriz. belki de onun gitmek istediği yön budur. minimalist ve sürrealist bir şair olmak istemiştir. bilmek çok zor.
yıllar yıllar sonra pink floyd barrett'ı stüdyolarına çağırıp onun için besteledikleri shine on you crazy diamond'u dinletirler. barrett hüzünlenir. şarkı kendisi için yapılmıştır. ağırlıkla enstrümantal olan bu yarım saatlik devasa şarkının arasına serpiştirilmiş sözler bariz şekilde onu tasvir etmektedir. ne var ki barrett şarkıyı beğenmez. eski der. zamanın ruhuna uygun bulmamıştır. hangi zamanın ruhu? bilinmez.
pink floyd ve syd barrett elma ve armut gibidir. barrett sadece bir sanatçıdır ve öyle de kalmıştır. şöhret trenine atlamış ve ilk durakta inmiştir. arkadaşları da trenin içerisinde giderken onun giderek küçülen silüetine el sallayıp durmuşlardır.