SİNEMA 21 Ağustos 2019
68,6b OKUNMA     706 PAYLAŞIM

"Senaryo Nasıl Yazılmaz?" Dersi Niteliğindeki Film: Now You See Me

Jesse Eisenberg ve Woody Harrelson'ı biraraya getiren 2013 tarihli Now You See Me, çok iyi öyküsüne rağmen senaryo konusunda sınıfta kalıyordu.
Uyarı: Spoiler içerir.


benim gibi olanca amatörlüğüyle yazmaya çalışan biriyseniz, kendinizi eğitmek için senaryo dersi almadan önce yapmanız gereken iki şey vardır bence: iyi yazılmış ve kötü yazılmış filmler izlemek. now you see me ikinci kapsama giriyor, ve tembel izleyiciler için bile "ama o öyle olmaz ki?" diye itiraz edilebilecek birçok nokta sunduğu için görülmesi, en az senaryo matematiği iyi ayarlanmış filmler kadar faydalı aslında. 

formüllü açılış sahnesinden bahsedeyim mesela

karakterler arka arkaya çok hızlı ve garantici şekilde tanıtılıyor, "birleşme" (assesemble) klişesine geçilmeden önce herkesin icraatlarını ayrı ayrı izliyoruz. adamın biri bunlara kartını bırakıyor, ekibi toplamaya çalışıyor, anlıyoruz ki burada bir bit yeniği var. sonra çat diye bir yıl atlıyor, kurgu numarasıyla şaşırtıcı zemin hazırlamaya uğraşıyor. böyle seyircinin zekasına hakaret eden pervasız bir ketumluğu en son prometheus'ta görmüştüm, "sen onu geç şuna bak çok şaşırıcan" der gibi. başlarda kör topal kurduğu zemine ve seyircinin kafasında bıraktığı soru işaretlerine çok güveniyor film, her şeyini bunun üstüne kuruyor. fakat dört atlıya ayrılan adil ekran süresine rağmen, onları tanıtmaya fırsat/takat bulamayacak kadar kopuk bir metin var. herkesin numarasını yaptığı jenerik öncesi açılış sahnesi, fiyakaya ve cool numaralara abanmaktan hayati kısmı güdük bırakıyor mesela. filmin damarlarında dolanan bir "formüllerle hareket ederek cool karakterler/anlar yaratma" arzusu var ve tempoyu aksatan/içine girmeyi zorlaştıran da bu. birkaç örnek vereyim derdimi daha iyi anlatabilmek adına.

Açılış sahnesi


ilk saha görevine çıkmış rookie kadın interpol ajanı, "sihirbazlar çetesi"nin sırrını çözebilmek için ukala bir fbi ajanıyla işbirliği yapıyor (klişe 1). görev boyunca bir türlü yıldızları barışmıyor ancak olayı çözüp elemanları yakalamak için beraber çalışabilmek zorundalar (klişe 2). çete yakalanıyor, elemanlar sorguya alınıyor. ukala ve şiddete meyilli ajan soyguda ortalık maymununa dönüşürken interpol ajanı kadın çok daha mantıklı davranarak, biraz da dişiliğinin etkisiyle kendini ezdirmemeyi başarıyor (klişe 3). neden sonra, çete elemanları salıveriliyor ve senaryo hararetli bir şekilde öyküyü anlatmaya devam ederek ana aksiyon sahnelerinden birine bağlanıyor. kovalamaca esnasında acemi kadın ajanımız eline geçirdiği çete elemanını vuramıyor (klişe 4). bunun üzerine zaten gergin olan iki ajan arasında sürtüşme büyüyor, ama tesadüfe bakın ki sonra ikisi aynı evde uyuyorlar, uyanınca da aşk yaşıyorlar! (klişe 5). bu anlattığım, filmin belkemiği olan "soygun hikayesi" değil, mark ruffalo ve melanie laurent'in canlandırdığı ajanların yan öyküsü ve bağlı olduğu bu klişelere rağmen kahramanlarımıza "akıl dolu" cümleler kurdurma derdinde. sürekli birbirlerini alt etmeye uğraşıyor bu iki karakter, ve filmin "her şey olmaya çalıştığı" tezine bir kanıt daha sunuyor. zaten vasat yazılmış bir senaryonun kendine yapabileceği en büyük kötülük de bu hareket alanını geniş tutma uğraşı bence.

diğer yandan, tutup da klişeleri saymam sizi yanıltmasın: bunu filmi yermek için bir fırsat olarak kullanmıyorum

aksine, klişeler olmasa yenilikçi filmler de çıkış noktalarından mahrum kalırlar ve olayı "başlatacak", düğümü atacak klişelere en usta yazarlar bile ihtiyaç duyar. derdiniz yenilikçi bir şeyler yazmaksa, bu kullanılmış numaraları temele gizler, üstüne numaralarınızı yaparsınız (kurgu olur, twist olur ne bileyim). başka türlü, sadece seyirciye eli yüzü düzgün bir film izletmek istiyor da olabilirsiniz. bu durumda the notebook gibi lunaparkta başlayıp hastanede biten bir aşk filmi de yazabilirsiniz, yakın tarihli pacific rim gibi kullanılmış numaralardan oluşan büyük çaplı eğlencelikler de. ki özellikle ikincisinin hayranlarından biri/dikkatli sayılabilecek bir seyirci olarak (bunu bir övünme vesilesi olarak söylemiyorum) bunun kimseye filmi kötülemek için sebep sunduğunu düşünmüyorum. "ama çok klişe yea" diye bir eleştirme şekli yoktur bana göre, senaristler ve yönetmen de muhtemelen bunun farkındayken tekrar öne sürüp kötüleme sebebi olarak göstermek anlamsızdır. now you see me'nin sorunu da bu klişeler değil zaten. yukarıda onları tek tek saymamın sebebi, filmin tüm senaryosunu koca bir bulmacaya dönüştürme konusundaki azmi ve kendini ciddiye alışı. senaryo kendinde bir inception potansiyeli görüp zıplamaya çalıştıkça, gizlenmemiş klişeler tekrar aşağı çekiyor kaliteyi. trance de tıpkı bu film gibi, kendini yüceltme derdiyle hiçbir şey anlatamıyordu, aynı sorun burada da var.


böyle bir durumda karakterlerin motivasyonlarının, gelişimlerinin filan iyi aktarılmasını da bekleyemezsiniz zaten. burada da morgan freeman ve michael caine'in canlandırdığı iki karakter, öyküde hayati öneme sahip gibi duruyorlar ama film bitince, üstüne düşünürken kim olduklarını bile unutuyorsunuz. sanki oyuncular düşünülürken "zenci yaşlı adamı morgan freeman oynamalı abi, yanına da michael caine koy çünkü ingiliz" denmiş gibi. ikisi de angıl dingil filmlerde oynamış saygın abilerimiz olarak burada acınası hallere düşmüyorlar neyse ki. hatta freeman'ın şerefsiz karakter rolünde çok başarılı olduğunu da söyleyebilirim (caine ise o hengamede oynama fırsatı bulamamış maalesef). 

şerefsiz deyince filmin ahlak anlayışı da aklıma geldi

soygun çeteleri üzerine çekilmiş iyi filmlere bakınca, ketumluk kurşunlarını "kurguya" falan değil, seyirciye ahlak anlayışını bir kenara bıraktırmaya harcadıklarını görürsünüz. yakın tarihten yine inception, the bank job, ocean's eleven; doksanlardan reservoir dogs, izlediklerim içinde şahsi favorim olan the killing ("zamanının ötesi" kavramını yeniden yazan bir filmdir, 1956 yapımı olup bugün yazılmış/çekilmiş gibi görünmesiyle) hep ahlakı kenara bırakan, seyirciye "soygun çetesinin yaptıklarının doğru olup olmadığını sorgulama fırsatı bırakmayan" filmlerdi. now you see me bunu yapmak yerine, nolan’ın the dark knight’ı üzerine kurduğu “asıl suçlu kim” meselesine değinmeyi tercih ediyor. soruyu merkezine almayan, hele iyi yazılmamış bir filmin altından kalkmasını bekleyemeyiz böyle bir temanın. burada da yok öyle bir şey, “ama o zengin adam soyulmayı hak ediyordu” cümlesi dikkat çekmeyecek cılızlıkta. komplo kısmındaki "göz"den bahsetmiyorum bile, tüm o illuminati rüzgarını ardına almaktan başka hiçbir katkısı yok filme. büyük ölçüde illüzyon üzerine çekilmiş bir filmin seyircinin dikkatini başka yönlere çekmeyi, eksiklerinin üstünü kapatmayı becerememesi de ayrı bir ironi.


yönetmenliğe de değinmek lazım

hem jean pierre jeunet’in, hem de luc besson’un tezgahından geçmiş louis letterier, aksiyonla estetiği birleştirme konusunda tuhaf bir anlayışa sahip. the incredible hulk’ta (ki çoğunluğun aksine, edward norton dışında beğendiğim bir filmdir), geniş planlarla dolu mahkeme sekanslarında antik yunan dönemi estetiğini yakalamaya çalışacak kadar entelektüel, diğer yandan teması yunan tanrıları olan clash of the titans’ta filmi hızlı kesmelerle donatacak kadar aksiyona düşkün bir yönetmen. burada çıkardığı iş ise michael bay’in tarzını andırıyor maalesef, polis merkezinde kahramanların etrafında kamerayı uzun uzun döndürmek, havaya atılan ve aynayı parçalayan çekici kamerayla hızlıca takip etmek, kahramanların arabalardan çok göründüğü bir arabalı takip sahnesi çekmek, buradaki vukuatlarından birkaçı. kaçan fırsatlardan birinin sorumlusu da letterier ve yönetmenliği demek haksızlık olmaz.

finaldeki twist’e gelince

senaryoyu rahat inceleyebilmek için ayıklayıp, detayların çoğunu gözden geçiren ben bile o numarayı önceden kestirememiştim, kabul ediyorum. fakat gelin itiraf edelim, sizce de bu çözüm noktası, filmin “hikayesini cool biçimle anlatıp twist’lere yer verme” konusundaki hararetiyle kaybolmuyor mu? karakterlerle özdeşleşememiş seyircinin şaşırmaya, “aa o oymuş lan!” demeye ne takati ne de ilgisi kalıyor günün sonunda. devamındaki "aşıklar kavuştu" numarası ise, bir klişe sever olarak bana bile bayat geldi, kabul etmeliyim.


toparlıyorum

now you see me, potansiyel kullanma konusunda ciddi sıkıntıya sahip o filmlerden bir diğeri maalesef. harika bir konu, iyi oyuncular, kötü senaryo, vasat yönetmenlik var. eğlenceli bir soygun öyküsü anlatmak dururken o karmaşık yapılı filmlere öykünüp kendini fazla ciddiye alıyor; veya diğer taraftan, iyi yazılmış, ağzı açık bırakacak bir film olmak dururken aksiyona ağırlık verip ruhu ıskalıyor. sonuçta ciddi bir aksiyon/gerilimle bol oyuncaklı bir fantastik filmin tuhaf, tatsız karışımı kalıyor elde. ahlak konusunda girdiği çetrefilli konuları ise, öykündüğü türlerin her ikisi de kaldırmaz maalesef. olmamış diyip kısa keseyim.

not: “bu filme bu kadar uzun yazmaya değer miydi?” diye soracak olan olursa haklıdır. öte yandan, bu filme yazdığım yazıyla soygun filmlerinden girip fantastikten çıkmam da ayrı bir haz verdi. ortaya eleştirmeye uğraştığım film gibi karışık bi şey çıkmış olabilir, ama derdimi anlatabildiğimi sanıyorum. sağlıcakla kalın.

Neden Örümcek-Adam'sız Bir Venom Filmi Hiç Yapılmamalıydı?

5 Ayrı Hikayeyi Tek Senaryoya Sığdıran Nefis Film: Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?