Sovyet Kontrolü Altındaki Doğu Almanya Tam Olarak Nasıl Bir Yerdi?
2000’li yılların ortalarında üniversitede "yazınsal tür olarak masal" konulu bir ders almıştım
(masal alman romantizmiyle paralel okunur. hatta korku edebiyatı, halk edebiyatı falan da idealizm-romantizm kaynaklı sayılır alman edebiyatı tarihinde.) ilk derste syllabus’ı anlatan hoca şu hafta bilmem hangi masalı, şu derste bilmem ne kuramını, sonrasında bunların popüler kültürdeki hallerini konuşacağız diye ders planını anlatırken gayriihtiyari “zaten hepiniz bu karakterleri walt disney’in çizgi filmlerinden tanıyorsunuz” demişti. iki yan sandalyede oturan öğrenci “ben doğuluyum, benim çocukluğumda walt disney çizgi filmleri seyretmedik biz” diye karşı çıktı.
şok geçirdim ben. kalakaldım. bir beş dakika koptum ortamdan. “nasıl ya? bunlar aynı ülkenin çocukları değil mi sahiden?” diye yanıtını zaten içinde barındıran saçma sorular akın etti zihnime.
kimse de yadırgamadı o öğrenciyi. ders devam etti, hoca “hı” dedi geçti. öğrenci de üstelemedi. yalnızca herkesi uyarmış oldu, “yoo, bilmiyoruz, biz seyretmedik walt disney” derken aslında şöyle diyordu: “semboller, görseller, masallar ortak değil. bireysel olarak zaten herhangi bir ortaklık söz konusu değil, ama toplumsal olarak da değil işte. dünya sizin gördüklerinizden, alıştıklarınızdan ibaret değil. masallardan anladığımız (sizin arketip saydığınız şey) aynı değil.” türkiye’den tıfıl bir öğrenci olan benim pamuk prenses denince aklıma gelen şu görsel, o derste tek bir cümle söyleyen doğu almanyalı öğrencinin aklına gelen şey değil:
sonraki haftalarda bir sabah derse hazırlıksız gitmiştim
hoca gelmeden hemen önce yanımdaki kıza sordum metnin içeriğini. “yaaa, ben de okumadım onu. o bildiğin ariel işte, hani deniz kızı var ya” deyiverdi, gülüştük. güldüm, rahatladım çünkü. o gün işleyeceğimiz masalın küçük deniz kızı olduğunu rahatça anladım. oysa aynı dersi aldığımız doğu almanyalı öğrenci benim yerimde olsaydı o günkü ders içeriğini “bildiğin ariel” cümlesinden çıkaramayacaktı (onun ülkesi bu kadar eril bir perspektifle ve dille sunulan, kurtuluşun bir prenste olduğu, kendi ayakları üstünde durmaktan aciz, aşık kızların çocuk masalı olarak gösterildiği amerikan yapımlarına savaş açmıştı).
sermayenin, kültürün, imgenin, arketipin, çizgi filmin (ve bakış açısının) uluslararası dolaşımının hayret verici geniş alanı bir yana, ben o dersi aldığım dönem boyunca, daha 20 sene önce yanı başımızda bambaşka bir ülke olduğunu, o ülkede de aynı cermenik tarihin, aynı thomas müntzer’in, aynı barock’un, aynı schiller’in, aynı heine’nin, aynı runik harflerin, aynı aydınlanmanın, aynı kant’ın okunduğunu, o ülkenin insanlarının da aynı goethe’ye hayran olduğunu, ama aynı 20. yüzyılı yaşamadığını düşündüm durdum.
işte 20. yüzyılın orta yerinde, avrupa’nın orta yerinde alman tarihi içinde başka bir tarih yaratan kesilmenin doğuda kalan kısmı bugün doğu almanya olarak bildiğimiz ülke
türkçede resmi adı bazen demokratik alman cumhuriyeti, bazen almanya demokratik cumhuriyeti, bazen de alman demokratik cumhuriyeti. almanca resmi adıyla deutsche demokratische republik, kısaca ddr.
almanların ii. dünya savaşında tüm cephelerde yenilmesinin ardından alman topraklarının abd, britanya, fransa ve sovyetler birliği arasında paylaşılamamasıyla günümüzde almanya olarak bildiğimiz ülkenin toprakları dört yönetim/işgal bölgesine ayrılmıştı (işgal bölgesi: besatzungszone). sbz olarak kısaltılan sovyet bölgesi (sowjetische besatzungszone) alman demokratik cumhuriyeti’ne dönüşerek “bağımsız” bir devlete evrilecekti. dolayısıyla ddr ii. dünya savaşı sonrasında sovyet hakimiyetinde kalan bölgede kurulmuştur. sovyet bölgesi sbz 1949’da ddr’e dönüştü; demir perdeyle sınırların kapandığı ve doğunun izole olduğu modelde marshall planıyla birlikte başlayan soğuk savaşta tuhaf bir devlet.
bugünkü mecklenburg-vorpommern (baltık denizi kıyısında, berlin'in kuzeyinde, polonya'yla komşu olan eyalet), saksonya (leipzig, dresden gibi şehirlerin bulunduğu doğu eyaleti), sachsen anhalt (magdeburg, halle, wittenberg, harz şehir ve bölgelerinin eyaleti), brandenburg (cottbus, frankfurt an der oder gibi şehirlerin bulunduğu eyalet. berlin bu eyaletin sınırları içinde kalır, ancak idari olarak brandenburg'a bağlı değildir) ve thüringen (alman kültür ve edebiyat tarihinin çok önemli kentleri weimar, jena, erfurt burada bulunur) eyaletleri bu devletin topraklarıydı. berlin’in sovyet bölgesi, yani doğu berlin de bu ülkenin başkentiydi (o sırada batı almanya’nın, yani federal almanya cumhuriyeti brd’nin başkenti ise bonn’du). almanya topraklarıyla birlikte berlin şehri de dört yönetim bölgesine bölünmüştü. doğu almanya’nın ortasında dört bölgeli bir şehir olarak nam-ı diğer “ada” berlin (ki bu özellik şu anda berlin’in turistik potansiyelinin neredeyse tamamını oluşturuyor. duvar müzesi’ne gidip duvarın parçalarını canavarca satın alıyor insanlar. checkpoint charlie’de poz veriyorlar falan. hele de bir stasi-gefängnis var ki adını duyduğumda bile içim ürperiyor).
7 ekim 1949 – 3 ekim 1990 yılları arasında hüküm sürmüş olan bu sosyalist orta avrupa devleti bir doğu bloğu/varşova paktı ülkesiydi. ddr, kısaltması sed olan (sozialistische einheitspartei deutschlands) bir partinin yönetimi altındaydı. sed sovyet baskısıyla birleşen iki partinin, kommunistische partei deutschlands (kpd) ve sozialdemokratische partei deutschlands (sdp)’in tek çatı altında toplandığı bir partiydi ve bu iki partinin birinden cumhurbaşkanı, diğerinden de başbakan seçilmişti/atanmıştı. ancak ddr’de kağıt üstünde tek parti yoktu: christlich-demokratische union (cdu), liberal-demokratische partei deutschlands (ldpd), demokratische bauernpartei deutschlands (dbp) gibi paravan partiler de vardı. bu partilerin kendi tüzükleri yoktu, sed’nin alt partisi olarak sınıflandırılıyor ve tek partili sisteme yönelik eleştirileri bertaraf etmek için kullanılıyorlardı.
özel mülkiyetin devlet denetiminde olduğu her standart totaliter rejim gibi, insanların kıt kanaat geçindiği ve çok çalıştığı bir fabrikalar ülkesi denebilir ddr için
ahşap, demir, çimento, kağıt, ayakkabı, tekstil, şeker, tuğla… bir sürü fabrika, dolayısıyla fabrika işçisi varmış ddr’de. ama bu ülkenin adı aslında işçi, emekçi ya da fabrikadan çok stasi’yle anılır. ministerium für staatssicherheit (mfs), devlet güvenlik bakanlığı, doğu alman istihbaratı, gizli polis teşkilatı, kgb ortağı stasi. das leben der anderen filminde (el laberinto del fauno’yla aynı yıl en iyi yabancı dilde oscar adayıydı. das leben der anderen aldı ödülü) stasi müzesi (hapishanesi) olarak bilinen yerde çekilen sahneler var. bu hapishanedeki mahkûmlar çok tuhaf, aşağılayıcı ve yaralayıcı – uygun bir sözcük bulamıyorum – psikolojik eziyetler görmüşler. örneğin eğer mahkûm bir kadınsa, tipi, eli, yüzü düzgün bir erkek tarafından sorgulanıyor. bazen de sorgu gerektiren özel bir durum yokken memurun odasına çağrılıyor. erkek memur, kadına çok samimi davranıyor, hatta “tatlım, güzelim” falan diyor. o sırada telefon çalıyor, memur telefonda konuşurken kadına gözlerini dikip “haa, o mu? evet, burda. öyle mi? tamam, hallederiz.” falan diyormuş. erkek bir mahkûm da güzel bir kadın memur tarafından bu tür psikolojik tacizlere maruz kalıyormuş. üstelik bu memurların odaları hapishanenin dışarıya bakan, havadar, geniş bölümlerinde bulunur, özellikle de dikenli tellerle çevrili olurmuş (hapishane binaları zaten duvarların arasında ve polis gözetiminde. bu sorgu odalarını ayrıca tellerle çevirip “buradan kaçman mümkün değil” hissi yaratıyorlar). mahkûmlara fiziksel işkenceler de yapılmış. ben yıllar önce gittiğimde işkence aletleri sergileniyordu, hâlâ öyledir muhtemelen. polonyalı arkadaşlarla gitmiştim. stasi’yi gezerken gözlerim karardı, elim ayağım titredi, hatta bahçeye çıkardılar beni. bir kısmını gezemedim (orta avrupalı’ların, totaliter rejimlerden gelen ailelerin çocuklarının, umursamazlığı da beni benden alıyor. başka bir ekiple (slovakyalılar) başka bir zamanda bir toplama kampına gitmiştik, orada da “ne olacak ya, bizim köyde de var toplama kampı” diyenler oldu).
stasi'yle dirsek teması halinde çalışan bir kgbli için bkz, ayrıca bkz.
ddr’de 50’lerin ortasından itibaren stalinist politikalardan arınma ve stalin’i klasik bir marksist saymama dönemi başlamış. 60’lar zaten antifaşist koruma duvarı adını verdikleri berlin duvarı’yla örülü bir dönem. duvarın inşası sırasında çekilen fotoğraflar 70’lerin ortalarından itibaren ise ard, zdf gibi kuruluşların basılı yayınları stasi sansürüyle dolaşıma sunulmuş. 80’lerin ortalarında da batı almanya’ya kaçışlar bir anda artmış. duvar yıkılır yıkılmaz da tepkiler ve baskılar yüzünden çözünüp kaybolmuş ddr (varşova paktı ülkelerinin hepsi gibi).
ülkenin en büyük sorunu belki de bir izlenme, gözetlenme ve takip ülkesi olması
öyle ki baltık denizi kıyısına tatile giden vatandaşlar yüzerek kaçmasınlar diye bile izlenmiş. ancak ddr’de bir ekmek (brötchen) 40 yıl boyunca 5 pfennig imiş (5 kuruş). lüks tüketim ürünü sayılan bir konserve kutusu ananas 18 mark, bir gömlek 150 mark’mış. çok az sayıda da olsa plak, ziynet eşyası gibi batıdan gelen ürünler satışa sunulurmuş. kahve, kakao, meyve ve muz en çok rağbet gören ithal ürünlermiş. ortalama 12 yıl bekleyerek bir araba, yani kısaca trabi dediğimiz trabant alınırmış:
bu ülkenin tarihinde büyük bir direniş var. çalışma saatlerinin artırılıp maaşların aynı kalmasını öngören düzenlemeye karşı 16 temmuz 1953’te genel grev kararı alınmış. 17 temmuz’da protestolar tüm ülkeye yayılmış ve bir milyonu aşkın kişi sokaklara dökülmüş. bunun üzerine düzenleme derhal geri çekilmiş. direnişçiler taleplerine ulaşmanın coşkusuyla seçimlerin özgür yapılmasını, tek partili sistemin tasfiyesini, sovyet birliklerinin çekilmesini ve batı almanya’yla birleşmeyi talep etmişler. özellikle endüstri şehirlerinde parti binalarına, belediyelere, hapishanelere saldırılar olmuş. parti genel başkanıyla cumhurbaşkanı rus karargahına kaçmak zorunda kalmış. 18 temmuz’da rejim ve sovyet güçleri olayları kanlı bir şekilde bastırmış. 18 gösterici sokak ortasında vurulmuş, 120 kişi ölmüş, 6000 kişi tutuklanmış. fotoğraflar
bu yazdıklarım (kendi deneyimlerim dışında) bizim hep batıdan, batılı gözüyle, batının çıkarlarıyla kurduğu çerçevenin anlatıları. bunlar anlatılırken ddr’de kadın ve çocuk haklarının ön planda olduğu ve güçlü sendikal haklarla örülü bir çalışma sisteminin varlığı söylenmiyor mesela. eğitimin kalitesinden söz edilmiyor. antifaşist bir düzen düşleyen edebiyatçıların (örn. bertold brecht, anna seghers) ddr’ye göç ettiği göz ardı ediliyor. hatta christa wolf’un der geteilte himmel’i türkçeye çevrilmemiş bile.
alman kültür tarihinin pek çok önemli durağı da aslında ddr sınırlarında
mesela martin luther, heinrich von kleist ya da walter benjamin ilerde ddr toprağı olacak olan kentlerde doğmuş (marx ve engels’in doğum yerleri ise batı almanya’da). bu arada angela merkel o zamanki adıyla karl marx üniversitesi, yani şimdiki leipzig üniversitesi fizik bölümü mezunu. yanılmıyorsam doktora payesi sahibi ve doğu berlin’deki ddr bilimler akademisi’nde çalışmalar yürütmüş bir bilim insanı.
doğu almanya’nın uluslararası imajı stasi’yle birlikte fkk ile de bir arada pazarlanıyor. doğayla iç içe bir tür nudizm pratiği olan freikörperkultur ddr’de gündelik yaşamın olmazsa olmazlarından (hatta yıllar önce merkel’in çıplak fotoğrafları servis edilmişti. o fotoğraflar bir fkk tesisinde çekilen sıradan fotoğraflardı). 1982’de 40 tane resmi 'çıplak yıkanma noktası' varmış ddr’de. fotoğraflara bir göz atabilirsiniz
2014-2015 yıllarında can sıkan pegida eylemleri dresden başta olmak üzere doğu almanya'da patlak vermişti
iki almanya'nın birleşmesiyle artan ve hala tartışılan işsizlik oranları kimilerince pegida gibi hareketlerle örtülmeye çalışıldı. kendini ancak pegida'yla ifade edebilen insanlar "yabancılar çalışıyor, çalışmazlarsa da işsizlik maaşı alıyorlar" kadar yüzeysel argümanlarla beslediler bu oluşumu. hatta pegida neonazi örgütlerle bağlantı halinde ve avrupa'da yükselen ırkçı topluluklarla birlikte anılmaya başlandı, ama bunu başka bir yazıda ele alalım.
doğu almanya’da karikatür ve espri kültürü derlemelerinin bulunduğu “so lachte man in der ddr. witze und karikaturen” (berlin 1999) adlı kitaptan birkaç şakayı serbest çeviriyle yazayım buraya:
1) gazeteci işçiye sormuş: “ne zamandır bu fabrikada çalışıyorsunuz?
“20 yılı geçti”.
“ama nasıl olur? 20 yıl önce yoktu ki bu fabrika.
işçi omuz silkmiş: “fazla mesai. sürekli fazla mesai.” (s. 8.)
2) soru: herkesin tam vaktinde işyerinde olmasını nasıl sağlarız?
öneri: en son gelen işe başlama zilini çalsın. (s. 12)
3) soru: sahra çölü’ne sosyalizm gelse ne olurdu?
yanıt: ilk on yıl hiçbir şey olmazdı. sonra çölün kumları ufaktan azalmaya başlardı. (s. 17)
muzun lüks tüketim ürünü sayıldığını yazmıştım. muzla ilgili çok espri dönüyor hala. mesela :
1) doğu almanya guinness rekorlar kitabına girdi: muz başına en çok çocuk düşen ülke. (s. 36)
2) berlin alexander meydanı’nda muz otomatları var. üstten muz atınca altan 2 mark alıyorsun. (s. 38)
3) iki alman çocuk doğu batı sınırında karşılaşır. biri batıda, diğeri doğudadır. batıdaki minik, muz yerken doğudaki üzgünce batılıyı seyreder.
batılı: bende muz var.
doğulu: bizde de sosyalizm var, oooooğlum.
batılı: hmm, yakında bize de gelecek ki o [çocuk işte].
doğulu: eeee, o zaman sizde muz olmaz ki bir daha. (s. 25)
thomas wieke “ddr für anfänger” (münih 2007) [yeni başlayanlar için doğu almanya] adlı kitapta ddr’i “kısıtlı kaynaklar ülkesi” (s. 91) olarak adlandırıyor. barınma alanları, hammadde, tatil yeri, tüketim ürünleri, enerji – her şey kısıtlıymış ddr’de ve plandan sapmadan, devletin yaptığı hiçbir şeyden şüphelenmeden yaşamak lazımmış. örneğin bir adam haritaya bakıyor, ancak varmak istediği yerde olmasına rağmen aradığı şeyi bulamıyorsa düşündüğü şey şuymuş: “harita kesinlikle hatasız olduğuna göre muhit yanlış olmalı.” (s. 95)
peter ensikat ise “populäre ddr-irrtümer. ein lexikon” (berlin 2008) adlı kitapta ddr hakkında yaygın yanlışları aktarmış, ancak çok taraflı bir dille yazılmış kitap. diyor ki, “ddr doğu almanların aştığı bir yanılgıdır.” sed, stasi vs. dışında kalan 17 milyon insan vardır. zaten bu devlet de bu 17 milyon insanın isteğiyle kurulmamıştır (s. 7). ddr vatandaşları duvarın yıkıldığı gün dünyaya entegre olacaklarını sandı, oysa dünya onlara kucak açmıyordu (s. 8). duvar yıkılır yıkılmaz batı berlin’de aldi market önünde oluşan bir kuyrukta batılı bir anne doğulu bir annenin batılı çocukların sütünü satın alacağını söylerken kreuzberg’den bir türk de “sizi biz çağırmadık” diyormuş (s. 9).
ensikat ddr’de her şeyin kıt olmasını insan ilişkilerinin de dayanağı sayıyor. sosyalist modeli de bahane ederek yardımseverlik ve birinde olmayanı diğerinden temin etme kültürü geliştiğini anlatıyor mesela (s. 21). işini yaptırmak için ilişkilerin kullanılması, özellikle batıda akrabalar varsa onlar yoluyla temin edilen ürünler üzerinden devletteki işlerin kolaylaştığını söylüyor (s. 22).
işte bu tür anlatılarla örülen bir çerçeve var ddr etrafında. "kafadaki duvar" da derler buna bazen. yıkılmıyor o. bugün 60 yaş üzeri batılılar yazları baltık denizi kıyısına tatile giderken hâlâ "biz yıllarca baltık denizinde tatil yapamadık" diyebiliyorlar. ossiler de nordsee'ye gelemiyordu, ama bu nedense düşünülmüyor. 2000'li yıllarda ddr doğumlu öğrenciler vardı gerçi üniveristelerde, oysa bunlar yok artık. şimdiki genç kuşak almanyalı. ddr vatandaşları öldükçe bu ülkenin gündelik yaşamına dair ilk elden veriler, yaşantılar ve tanıklıklar kaybolacak. biz de dört bir yandan tek taraflı örülen anlatılarla yetinmek zorunda kalacağız, çünkü tarih yazarlığı böyle bir şey. ddr'in kendi yayınlarından da batının bakışından da bağımsız olarak sıradan vatandaşın fikrini unutacağız. elde yalnızca resmi tarih kalacak. bu 40 yıllık ülke hiç var olmamış olacak bir nevi.
berlin'de, leipzig'de, dresden'de, chemnitz'de, postdam'da gezinirken bunları da bir düşünün. berlin bugünkü imajını, loser havasını, otçu çöpçü gençliğini, işgal evlerini, sanat sepet ortamlarını, underground başkentliğini durup dururken kazanmadı.