FELSEFE 29 Mayıs 2023
23,7b OKUNMA     287 PAYLAŞIM

Spinoza Neden Profesörlük Teklifini Reddedip Kendisini Ölüme Götüren İşçiliği Yapmayı Seçti?

Spinoza'nın dış dünyaya neden bir noktada orta parmak çektiğini sorgulayan bir yazı, buyrun.

baruch spinoza... yolun sonunda ölüm olduğunu bile bile, farklı bir yoldan gitme imkanına sahip olmasına rağmen hayatı boyunca mercek işlemeyi bırakıp yolundan şaşmadığı için 44 yaşında akciğer yetmezliğinden hayatını kaybeden hollandalı bilge.

liseden yeni mezun olduğum dönemlerde delirmiş gibi felsefe okurken spinoza'ya ayrı bir ilgi duymuş, hayatını ve eserlerini ayrı bir özenle okumuştum. yaşadığı zor hayata, çevresinden ve insanlardan gördüğü baskıya, söylediklerinden dolayı aforoz edilmesine rağmen bu kadar iyi işler çıkartabilmesine hayret eder, başarısını örnek alırdım. başarısının sebebini azim olarak görür ve başarılı olabilmek için azimli olmayı ön koşul olarak kabul ederdim.

ancak bir şey bir türlü kafama yatmazdı: spinoza neden kendisine gelen teklifleri kabul etmek yerine öleceğini bile bile mercek işlemeye devam etmişti ki?

üniversitelerden gelen teklifleri kabul etseydi hem ekonomik olarak daha rahat bir hayatı olacak, hem sosyal hayatta daha prestijli bir konuma gelecek, hem sağlığından olmayacak hem de zamanının tamamını felsefe öğreterek geçirebilecekti. bu kadar zeki, bu kadar bilge bir adam neden tüm bunlara rağmen gelen teklifleri kabul etmemişti? bir türlü yatmıyordu kafama bu.

ne teklifinden bahsettiğimi bilmeyenler için geçiyorum bu özeti.

yıl 1632. otuz yıl savaşları başlayalı 14 yıl olmuş ve savaşların bitmesine henüz 16 yıl var. avrupa'nın din konusunda fazlasıyla hassas olduğu, mezhep savaşlarının yaşandığı ve oldukça kanlı halde devam edeceği dönemler. bu dönemde, hollanda'da hem yahudi hem tüccar olmasına rağmen pek de zengin olmayan portekizli yahudi bir tüccarın oğlu olarak doğuyor spinoza. 6 yaşında annesini kaybedip öksüz kalıyor ve 17 yaşına kadar hem çalışıp hem tevrat eğitimi alıyor. ailesi ve çevresi tarafından yahudi kültürü, yahudi gelenekleriyle büyütülüyor ve kendisinden bu kültürün bir parçası olması bekleniyor. spinoza 21 yaşına geldiğinde babası da ölüp geriye borç harç dışında bir şey bırakmıyor. bu yüzden spinoza bir şekilde babasının mirasını reddedip annesinden kalan mirası üstleniyor ve bu şekilde hiç değilse bir iki yıl felsefe okumaya ve latince öğrenmeye vakit bulabiliyor. tüm bu süreçte geleneksel tanrı anlayışını sorguluyor ve içten içe kendisine anlatılan türden bir tanrının mantıksız olduğuna inanıyor.


dinsizlerin genelde ya işkence gördüğü ya da öldürüldüğü bir dönemde düşüncelerini söylemekten çekinmiyor ve yaşadığı yerin yerel sinagogunda bıçaklı saldırıya uğruyor. bunun üzerine sinagoga gitmeyi bırakınca 23 yaşındayken yahudi cemiyetinden aforoz ediliyor ve kendi insanı, kendi toplumu tarafından dışlanıyor. bu süreçte dört yıl boyunca özel felsefe dersi vererek ve mercek yontarak hayatını idame ettirmeye çalışıyor ama dört yılın sonunda amsterdam'da kalmak elinden gelmeyince mümkün olduğunda dönmek üzere amsterdam'dan rijnsburg'a taşınıyor. burada iki yıl boyunca kalıp o tarihten henüz on yıl önce ölmüş olan descartes'ın çalışmalarını inceliyor ve bugün hepimizin bildiği ethica isimli eserini yazmaya başlıyor.

yıl 1663 olduğunda, 31 yaşındayken amsterdam'a dönüyor ve sansürlenmeyeceğini düşündüğü için ilk ve son defa kendi ismini kullanarak kartezyen felsefenin ilkeleri ismindeki eserini yayınlıyor ve tekrar amsterdam'ı terk edip yedi yıl yaşayacağı voorburg isminde bir kasabaya taşınıyor. burada dönemin başbakanı denilebilecek bir devlet görevlisi olan laik devlet adamı ve matematikçi jan de witt'i savunan anonim bir çalışma yayınlıyor ve kısa süre sonra jan de witt dindarlar tarafından öldürülünce kendi hayatı da tehlikeye giriyor. hatta alman matematikçi gottfried leibniz spinoza'yı can güvenliği konusunda uyarmak için bizzat ziyaret ediyor.

burada da rahat bırakılmayan spinoza, 1670 yılında 38 yaşındayken mecburen den haag'a taşınıyor ve burada mercek yontarak hayatına devam ederken ethica'sı da dahil birçok çalışma yayınlıyor ve dönemin aydınlarıyla sohbetler yapıyor. bunca dışlanma ve kovulmanın, sansürün, korkunun ve tehlikenin ardından en sonunda spinoza'dan fikirlerini, felsefesini öğretmesini isteyen insanlar ortaya çıkıyor. hatta heidelberg üniversitesi kendisine felsefe profesörü olup ders vermesi için iş teklif ediyor.

peki spinoza ne yapıyor?

gelen teklifleri reddedip kalan hayatını 44 yaşında akciğer yetmezliğinden ölünceye kadar mercek yontarak ve boş zamanlarında eserlerini yazarak geçiriyor.

neden? neden? neden?

neden en sonunda rahatlayıp sansürlenmeden, dışlanmadan felsefe dersi verebilme imkanı bulan bir adam bunu kabul etmeyip ciğerlerini parçalayan bir iş yapmayı sürdürdü? derdi neydi?

spinoza ile ilk tanıştığım zamanlar anlam veremezdim bu yaptığına. çünkü bana felsefe yapmak araç, filozof olmak amaçmış gibi gelirdi. filozof olmayı iyi felsefe yapmanın bir ödülü zannederdim. çok cahildim.

hayatım yıllarca ben farkında olmaksızın düşünüp de yapamamak ile yapamayıp da düşünmek arasında gidip gelen dengesiz bir ruh hali ekseninde şekillendi. hiçbir zaman her şey yolunda gitmese bile hiç değilse sosyal yaşantımın yolunda gittiği, sevdiklerimin ölüp durmadığı, birilerinin aniden hayatımdan çıkmadığı, sürekli olarak sağa sola taşınmak zorunda kalmadığım görece rahat dönemlerde hayat bir yığın amaçla doldurulması gereken bir şeymiş gibi gelirdi. bu dönemlerde hayatıma bir anlam yüklemeye çalışırken elimden geldiğince benmerkezci olur, farklı biri olduğumu, dünyaya amaçsız yere gelmiş olamayacağımı düşünürdüm. kendime şunları başarmalıyım, bunları başarmalıyım diye amaçlar koyar, bu amaçlara ulaşabilmek için gerekli adımları tayin eder ve bu adımları atabilmek için yorulmaksızın çalışırdım. sahip olduğum motivasyon göğsümde yanan ve bana güç veren bir ateş varmış gibi hissettirirdi. çalışma azmiyle fütursuzca tutunurdum hayata. ancak o zamanlar yaptığım şeyler sıkıcı gelirdi hep. çünkü yaptığım her şeyi daha büyük bir amaca giden yolda adımlar olarak görür, değersiz bulurdum. bir şey yaparken bunu da yapınca bir sonrakine geçebileceğim düşüncesiyle yapardım. kendime seçtiğim o büyük amaca giden bitmek tükenmek bilmez yolu aşabilmek için o sıkıcı adımları atmaktan yorulmamamı sağlayacak motivasyona ihtiyaç duyardım. ancak o motivasyona ihtiyaç duyduğumun farkında olmadan yapardım bunu. o zamanlar bilmezdim böyle olduğunu. ödevini teslim edip sorumluluktan kurtulduğu için içi rahatlayan bir ortaokul öğrencisi gibi hissederdim kendimi her tamamladığım adımda. bunu yaptığım işten aldığım keyif olarak yorumlardım. aslında yaptığım işten değil, ilerlemiş olma fikrinden keyif alırdım.

zaman geçtikçe dengemi koruyan her şeyi birer birer kaybettim

saatlerce bir yerde oturup esasında sıkıcı gelen adımları takip edebilirdim belki ama bunu yaparken bana eşlik eden bir arkadaşım, bana yalnız olmadığımı hissettiren bir sevgilim, kendi yapma imkanına sahip olmadığı şeyleri yaptığım için benimle gurur duyan bir abim olduğundan yapabilirdim. bir iki yıl içinde hepsini yavaş ve ağır bir süreçte teker teker kaybettim. zamanla çevremde kimse kalmadı. yerim değiştikçe bir yerde sabit kalmayı denedim ama kalamadım. hayatımdan insanlar eksildikçe yerlerini doldurmayı, yeni birileriyle tanışmayı denedim ama dolduramadım. bu sefer herkese iyi davranayım dedim, ama faydası olmadı.

konuşacak, arkadaşlık yapacak kimsesi kalmayan birine dönüp çıktım sonunda. bu durum zamanla arttıkça aynı oranda bir yerlere gelme, önemli birileri olma motivasyonumun azalarak kaybolduğunu gözlemlemeye başladım. artık zevk almadığı sıkıcı işleri yapabilmek için kendini bir masanın başına sabitleyip bundan keyif alabilen biri olmaktan çok uzaktım.

konuşacak biri olmayınca kendi kendime konuşmaya, kendi kendime konuştukça da çocukluğumda, daha ergenliğe bile girmemişken hissettiğim o saf merak duygusunu yeniden hissetmeye başladım. kendi kendime konuştuğumda, insanları, olayları ve yaşananları düşünmeyi bırakıp dünyaya, çevremde olup bitenlere, güneşe, yıldızlara, çiçeklere, arılara, karıncalara baktığımda öğrenmekten ve araştırmaktan gerçekten keyif aldığımı fark ettim. sürekli ilerliyor olmaktan değil de o an var olmaktan ve merak duymaktan, öğrenmek istemekten keyif almanın ne kadar huzurlu bir duygu olduğunu çocukluğumu kaybedince unutmuşken, yetişkin olmaya çalışıp amaçlarla doldurduğum hayatın bitmek tükenmek bitmez yolunda yürümekten vazgeçince hatırladım.

belki bu şekilde akademisyen, öğretmen, kanaat önderi falan olmam. yazdıklarımı, düşündüklerimi, keşfettiklerimi önemsiz bir adam olarak paylaşır, ciddiye alınmamış bir adam olarak ölüp hiçliğe karışır giderim.

ama önemli değil. her zaman tatmin olabilmek için daha iyisine ihtiyaç duyup yaptığı işten, yaşadığı hayattan hiçbir zaman keyif almamış ruhsuz biri olarak yaşayıp ölmektense spinoza'nın sevinciyle yaşamış basit bir adam olarak ölürüm daha iyi.

çünkü artık anlayabiliyorum neden profesör olup da felsefe dersi vererek geçinip gitmek dururken mercek yontarak boş zamanlarda yazarak yaşamanın gerekçesini.

hiç değilse anlayabildiğimi sanıyorum.