Zeki Müren, Kariyerinin Başından İtibaren Para İçin Sanatından Ödün Vermiş Olabilir mi?
zeki müren'in politik ekonomisi
zeki müren'e ilişkin bir z raporu almak ne zamandır aklımdaydı; kısmet 23. ölüm yıldönümü olan 24 eylül'eymiş... ilginçtir öldüğü gün olan 24 eylül 1996'da da yine kendisinin peşindeydim: cenaze namazının kılındığı bursa ulu camii'nden emir sultan mezarlığı'na kadar cenaze kortejiyle birlikte koştururken aklımda elbette bir zeki müren imgesi vardı ama bu imgenin türkiye politik ekonomisiyle rabıtası henüz oluşmamıştı. aha da şimdi oluştu, öyleyse başlayayım ama önce ön notlar:
ön not 1: öncelikle yazı başlığını niye "zeki müren müziğinin politik ekonomisi" değil de "zeki müren'in politik ekonomisi" diye attığım sorusuna cevabım şu: diğer pek çok müzisyenden farklı olarak zeki müren, kendi bireysel şahısı ve bedenini müziğinin ayrılmaz bir parçası yapmış ve hatta sıklıkla da bilerek ve isteyerek müziğinden daha belirgin kılmıştır. bu nedenle zeki müren, kantorowicz'in kralın iki bedeni adını verdiği kavramın mükemmel bir örneği: müren'in biyolojik varlığı, onun toplumsal/müzikal varlığına mündemiç!
Mündemiç: İçkin.
ön not 2: hazır rahmetlinin politik ekonomisinden laf açmışken politik yönünü değil de bireysel ekonomik yönünü de vurgulayayım: 4-5 yıl önce ankara'da açılan bir sergide bakkal defterine benzer bir not defterini görmüştüm. kuruş kuruş (gerçek anlamda kuruş) alacaklarını, kiralarını falan yazmış üşenmeden. o defterin de tanıklığı kayda geçsin lütfen :)
ön not 3: zeki müren'in aktif olduğu yıllar -yani sanat anlamında aktif- üç aşağı beş yukarı 1950-1996 arası. bu entryde ise bu dönemin tamamından ziyade hem türkiye kapitalizmi hem türkiye müzik piyasası hem de zeki müren müziği anlamında en kritik fay kırımının yaşandığı 1950-1960 arası döneme odaklanacağım. yani daha ne sanat güneşi ne de paşa olmuştur ve tabiri caizce henüz "kirlenmemiştir". tabi belki de kirlenmek güzeldir.
ön not 4: müren'in politik yönünü vurgulamayacağım dedim ama kendimi tutamıyorum. radi dikici’nin geçen yıl yayımlanan aşkın kavurduğu güneş zeki müren kitabı bu anlamda bol malzeme sağlıyor. zeki müren'e ilk sahip çıkanlardan biri, demokrat parti’nin ilk idare kurulunda yer alan çiftlik sahibi hayri terzioğlu'dur. dikici'nin ifadesiyle terzioğlu, "zeki müren tam çizginin öbür tarafına geçip kaybolacakken, onu çekip almış ve çizginin doğru noktasına taşımıştır.” örneğin 1 ocak 1951’de istanbul radyosu’ndaki yılbaşı programının solisti perihan altındağ sözeri artık nasıl olduysa (!) birdenbire (!) hastalanınca (!), tam da o sırada (!) tesadüfen (!) yedek kulübesinde beklemekte olan “stajyer solist” zeki müren, giriftzen âsim bey'in o caaanım hicaz eseri her zahm-ı ciğer-suze devakar aranılmaz'ı heyecandan titreyen sesiyle okumaya başlar. radi dikici'ye göre bu ilk sahne alış, ardından gelen filmler ve şöhret tesadüfden ziyade, hayri terzioğlu’nun siyasi gücünü kullanmasıyla mümkün olmuştur. 60 darbesinde göz altına alınan terzioğlu'nun aradığı ilk kişi olan müren'in telefona çıkmayıp "evde yok deyin" demesi, terzioğlu'nun 1976'daki cenazesine "öldüyse öldü” deyip gitmemesi, müren pragmatizmini anlamak için anlamlı anektodlar. kitabı okuyamayacaklara barış terkoğlu'nun "zeki müren de sizi görseydi" adlı yazısını tavsiye edip yazımıza devam edelim, zira yol uzun.
zeki müren'in zuhuru, 1950'lere tesadüf eder
bu dönemde sermayenin döngüsü hükmünü icra etmiş ve türkiye kapitalizmi anonim şirketlerle, holdinglerle sanayi sermayesini oluşturmanın ilk adımlarını atmıştı. dahası karl marx'ın das kapital'de tatlı tatlı anlattığı üzere, sanayi sermayesinden önce görülen ve geçmişe karışan ya da can çekişmekte olan diğer sermaye türleri, yalnız ona tabi olmakla ve işleyiş biçimleri ona uyacak biçimde değişmekle kalmayıp ancak ona dayanarak hareket etmekte ve bu temelle birlikte yaşayıp ölmekte, ayakta durmakta ya da çökmektedir. bu cümle karışık geldiyse eğer, aklınıza 1950'lerde başlayan toprak reformu girişimlerini, demokrat parti'nin kurulmasını, 27 mayıs ihtilalini falan getirin ve bütün bunların aslında bir yönüyle tarımsal sermayenin can çekişmesinin bir ürünü olarak yorumlanabileceğini düşünün. peki bütün bunların zeki müren'le ilişkisi ne? şu:
trt istanbul radyosu'nun açtığı ve 186 adayın katıldığı solist sınavını birincilikle kazandığında tarih 1950'dir. 1950'ler, eskinin ölmekte olduğu ama yeninin henüz doğmadığı bir geçiş dönemidir: köyden kente göçün başladığı ve giderek yoğunluk kazandığı bu dönemde kitleler sadece bedenlerini değil, beğenilerini de kente taşımaktadırlar. önceleri tarım sektöründe çalışanlar, şehirlerde kurulan fabrikalarda ücretli emek olarak varolmak üzere gecekondulara akın ederler. zeki müren'in 1950'lerde başlayıp 1960'ların ortalarına kadar süren ilk dönemi aslında böyle bir dönemin hayhuyunda şekillenmiştir. malum, tüm ölmüş kuşakların geleneği, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker. işte zeki müren'in ilk dönemi bütünüyle böyle bir kabusun çökeltisi. zeki müren 1955-63 kayıtları, zeki müren ile başbaşa radyo günleri, saklı kayıtlar 1952-1984 gibi kayıtlardan da görüleceği üzere zeki müren sırtını bütünüyle geleneğe ve hammâmîzâde ismâil dede efendiler, hacı arif beyler, şevki beyler gibi klasikçilere yaslamıştır. lakin zamanın ruhunun ve dilinin değişmekte olduğunu hızla anlayıp bu yeni ruha ve dile, yani piyasaya kendisini hızla uyarlayacak kadar zeki ve de pragmatistir.
sinema oyunculuğuna başladığı ilk film olan 1954 tarihli beklenen şarkı adlı film, zeki müren'in ve de türkiye müzik piyasasındaki dönüşümünün hayli çarpıcı bir örneğidir.
büyük bir ticari başarı yakalayan bu film, hem türkiye'nin 1950'lerde içinden geçmekte olduğu dönemin ruhunu müthiş bir şekilde yakalamış hem de zeki müren'in sonradan izleyeceği kariyerin işaret fişeğini oldukça erken bir tarihte atmıştır. bu iki hususun altını çizen hayli güzel bir sahnesi var (filmin tamamını şuradan izleyebilirsiniz. bahsettiğim sahne ise 45:45'te):
zeki müren çalışmak için başvurduğu gazinoda güftesi nef'îye, bestesi ıtrî'ye ait olan tuti-i mucize guyem'i okur. nargilesini tüttürerek şarkının bitmesini bekleyen ve ne istediğini gayet iyi bilen gazino patronu (ki kendisi aynı zamanda filmin üç yönetmeninden birisi olan sami ayanoğlu'dur) son derece gerçekçidir:
- "ses neyse ama bu şarkılar burada gitmez. millet kafayı çekmek için kıvrak hava ister kıvrak!... öyle ki içtikçe çoşmalı, çoştukça içmeli. bu dükkan dede efendiylen, baba efendiylen filan dönmez!"
bunu duyan zeki müren "o halde rahatsız etmeyelim" diyerek yalandan bir efelenir. yalandan çünkü, kendisine destek olan -melahat içli'nin canlandırdığı- melahat karakterinin "öğrenirsin ayol. onun için piyasa şarkılarının lafı mı olur, sen hangisini istiyorsan söyle" lafının daha tükürüğü kurumadan "telgrafın tellerini" söyleyerek sahnede göbek atmaya çoktan başlamıştır. bu arada gerçek hayatta zeki müren bu kopuşa karşı biraz daha dirençli bir imaj çizmiş. güneş ayas'ın "zeki müren’in ve türk müziğinin yol ayrımı" adlı yazısında belirttiğine göre yıldızının ilk parladığı zamanlarda sosyete yazarı sermet sami uysal, zeki müren’e “sizi yakında gazinolarda da görürüz herhalde?” diye sorunca zeki müren çok kızar. ona göre türk musikisi gazinolarda söylenecek bir müzik değildir. değildir ama 1955'te kazablanka gazinosu'nda sahne almayı ihmal etmez paşam! neyse filme devam edeyim; patron gazinonun hınca hınç dolup da zeki'nin "iş yapmaya" başladığını görünce "artık bu dükkanın malısın, başka yerde çalışmak yok" deyip mukaveleyi basar. sanatkâr zeki müren oldu mu sana bir mal, daha doğrusu ücretli emekçi! klasik türk musikisi de oldu mu sana piyasa müziği. al sana dört dörtlük iktisat dersi üretim faktörleri analizi: sermaye olarak gazino, emek olarak zeki müren, girişimci olarak gazinocu.
yani diyorum ki: devir değişti, e tabii zeki müren de değişti
hem de ne değişme! adeta uygun dalganın gelmesini sörfünün üstüne uzanmış bekleyen profesyonel bir sörfçü gibi piyasa müziği dalgasına balıklama atladı ve bu dalgayı ustalıkla kullanmasını bildi. ali ergur, müzikli aklın defteri adlı kitabında yer alan “türkiye’nin kapitalistleşme sürecinde türk musikisinde tampereman ve zeki müren” adlı nefis makalesinde bu süreci çok güzel anlatır. ergur'un altını çizdiği üzere zeki müren, türkiye'nin kapitalistleşme serüveninin en kritik evresindeki değişimleri müzik dolayımıyla ifade eden bir sanatçı olarak değişen toplumsal dengenin akış yönünü çok iyi sezmiştir. türk müziğindeki basitleşme, popülerleşme ve endüstrileşme eğilimlerini farketmiş ve müziğin makamsal inceliklerini, köklü musiki geleneğini bir çırpıda elinin tersiyle itip batı müziğinin standart düzenine uyan makam ve yapıları değişmekte olan duyarlılıklara göre ve hesaplı bir şekilde ön plana çıkartmıştır.
dahası sadece müziğini değil, kendi imgesini de sürekli yeni eğilimlere uyarlamayı becerebilmiştir. zeki müren şu an yaşasa ilahi okurdu ya da greta thunberg'i kucağına alıp iklim aktivisti olurdu gibi spekülasyonlara gireceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. fanteziye gerek yok, yaşadığı dönemdeki "anormal" cinsel kimliği, abartılı saçı, makyajı, şatafatlı kıyafetleri, türkçesi falan zaten onu dört dörtlük bir "sapkın" yapıyor. sapkın deyince kulaklarınızın dikeldiğini fark etmedim sanmayın. howard becker diyorum, onun "hariciler (outsiders) bir sapkınlık sosyolojisi çalışması" kitabı diyorum, kitabın içindeki "sapkın bir meslek grubunda kariyerler: dans müzisyeni" bölümü diyorum. burdan hareketle zeki müren sapkınlığının, uğruna yapmak istediği müzikten vazgeçmek zorunda kaldığı “vasat” dinleyicilerden aldığı intikam olarak okunabileceğine ilişkin görüş için bkz.
müzikal yapıyı alabildiğine sabitleştirip "fazlalıkları" atarken, müzik haricinde sahnedeki her unsuru abartarak ve karmaşıklaştırarak gösteri nesnesi kılması arasındaki çelişki, gerçek bir çelişkiden ziyade zeki müren efsanesinin ana besin kaynağı. dükkanın dede efendiylen, baba efendiylen dönmeyeceğini çok çabuk anlayan zeki müren, 1953'teki gazino patronunun tahayyül bile edemeyeceği bir biçimde kitleleri coşturmuş ve "mal"ını mükemmelen satabilmiştir. geldiği noktada, saadettin kaynaklar, selahattin pınarlar, haci arif beylere ne onun ne de türkiye'nin ihtiyacı vardır. asıl ihtiyaç duyulan, üretilen metaların satılması, artık değerin/kârın realize edilmesi ve bunun için de kitleleri peşinden sürükleyen zeki müren'in "iyi akşamlar sevgili şoför kardeşlerim; gözünüz yolsa kulağınız bende olsun efendim" diyerek pirelli lastiklerini ya da "bir müjde veriyorummmmm, size alo diyorummm" diyerek çamaşır deterjanları sattırmasıdır.
bir müjde veriyorummmm, size para meta para diyorummm...