Büyük Yönetmenlerin Resmen Arada Kaynayan ve Az Bilinen Muhteşem Filmleri

Bazı sinemacıların iyi filmleri, bu isimler çok film çektikleri için resmen arada kaynamıştır hep. Örneğin Woody Allen veya Martin Scorsese gibi üretken ustaların 70'ler ve 80'lerde çektiği pek çok az bilinir film vardır. İşte bunları derleyen bir liste.
Büyük Yönetmenlerin Resmen Arada Kaynayan ve Az Bilinen Muhteşem Filmleri

büyük yönetmenlerin bazı filmleri vardır ki gerçek anlamda arada kaynamıştır. bu filmler az kişi tarafından bilinir ve yine bu az kişi tarafından da çok sevilir. peki nasıl olur da böylesine ünlü bir yönetmen iken bazı filmlerin kıyıda köşede kalabilir. bunun birkaç sebebi var.

birincisi, çok film çeken ünlü yönetmenlerin bazı kaliteli filmleri fark edilmeden yavaş yavaş değer kazanabililiyor. mesela martin scorsese ve woody allen bu tip yönetmenlere çok uygun örneklerdir. tarantino ve christopher nolan gibi az film çeken yönetmenlerde ise bunun tam tersi geçerlidir. neredeyse bilinmeyen filmleri yok gibidir. nolan'ın ilk uzun metraj filmi olan following (1998) bile, ki filmleri arasında en az bilineni hala budur, bilinir olmaya başlamıştır.

ikincisi de, büyük yönetmenlerin ilk filmleri genelde en az bilinen filmleridir. haşmetli yönetmenlerin ellerinde büyük bütçeleri yokken, yani henüz daha ünlü değillerken çektikleri pek çok film, sinema severler tarafından hala keşfedilmeyi bekler. işte listemde bu minvalde filmler olsun istedim.

the last temptation of christ (1988)

martin scorsese'yi bilmeyenimiz yoktur. fakat bu büyük yönetmenin pek bilinmeyen muhteşem bir filmi var. film, nikos kazantzakis'in aynı isimli tartışmalı kitabından uyarlanmış ve vizyona girdiği sene radikal hristiyan gruplarca protesto edilmiştir. filmin paris'te gösterildiği bir sinema salonuna molotov kokteyli ile saldırı bile düzenlenmiştir. willem dafoe'nin hz. isa performansıyla göz doldurduğu bu muazzam filmi kaçırmayın derim.

blood simple (1984)

joel ve ethan coen kardeşlerin göz bebeği. daha çektikleri ilk filmleriyle nasıl muhteşem bir yönetmen olacaklarının sinyalini vermişler. film noir sevenler için bulunmaz bir nimet. baştan sona merak uyandırıcı şahane bir kara film.

bottle rocket (1996)

wes anderson, hollywood'un en yaratıcı yönetmenlerinden biridir. kendine has sinema diliyle dünyanın her yerinden izleyici bulmayı başarmıştır. kendisi, martin scorsese'nin de en sevdiği yönetmenlerden biridir ayrıca. kendisinin 1996 yılında çektiği ilk uzun metraj filmi ise olanca sempatikliği ile daha çok kişiye ulaşmayı beklemektedir. bana soracak olursanız çektiği onca güzel filmin içinde hala en samimi olanı bu filmdir.

cronos (1993)

guillermo del toro, benim en sevdiğim yönetmenler arasında yer almaktadır. son filmi the shape of water (2017) ile de hak ettiği oscar'ı nihayet alabilmiştir. en sevdiğim filmi ise hala pan's labyrinth (2006) filmidir. kendisi tam bir korku türü hayranıdır ve 1993 yılında çektiği bu film, korku severler tarafından keşfedilmeyi beklemektedir. bu filmiyle vampir filmlerine bambaşka bir yerden bakmamı ve kendisine bir kez daha hayran olmamı sağlamıştır.

the pawnbroker (1964)

sidney lumet'ı tanımayanlar için birkaç filmini buraya bırakayım. 12 angry men (1957), serpico (1973), dog day afternoon (1975), network (1976)... sanırım bu filmler hatırlamanıza yardımcı olmuştur. fakat bir filmi var ki yer altında kalan bir maden gibi keşfedilmeyi beklemektedir. amerika'da yaşayan yahudi bir rehincinin peşini bir türlü bırakmayan geçmişine ortak oluruz bu 60'ların muazzam klasik filminde.

radio days (1987)

woody allen'dan aslında birkaç film koyabilirdim. şimdilik bu filminden bahsetsem yeterli olur. televizyonun henüz evlere girmediği 1940'lı yıllarda new york'lu kalabalık bir ailenin radyolu hayatına şahit oluruz. filmde ayrıca, orson welles'in amerikalıları "uzaylılar şu an bize saldırıyor" diye trollediği o unutulmaz ana da ufak bir sahnede yer verilmiştir.

the duellists (1977)

şimdi sıra geldi ridley scott'ın ilk filmine. ridley scott'ın savaş filmleri çekmekte üzerine yoktur. ilk filmiyle de bizi napolyon döneminin kızgın fransa'sına götürür. napolyon, avrupa'nın dört bir yanına fethe çıkmışken ordusunda bulunan iki asker de kendi aralarında amansız bir savaşa tutuşmuştur. bu savaşın adı gururdur. yıllar boyunca birbirleriyle sırf gurur ve onurları için kavga edip dururlar. bize de bu heyecanlı düelloyu izlemek kalır.

rumble fish (1983)

francis ford coppola'nın böylesine bir film çekebileceği hiç aklıma gelmezdi. listedeki tüm filmler bir yana bu film bir yana. gerçek anlamda kıyıda köşede kalmış bir cevher. en azından benim için öyle. izlediğimden beri aklımdan hiç çıkmayan tarifsiz bir sinema deneyimi. mickey rourke'un filmdeki karizmasına ise söyleyecek söz bulamıyorum.

the color purple (1985)

steven spielberg'den de bir film koymasam olmazdı. aslında listeye koymak konusunda kararsız kaldığım tek film buydu. yine de koymak istedim. oldukça feminist bir film. bazen abartıya kaçsa da yine de vermeye çalıştığı mesajlara gözlerinizi kapatamıyorsunuz. kadınlar her yerde ve her toplumda eziliyor gerçekten. bu arada, yönetmenin televizyon için çektiği muhteşem gerilim filmi duel (1971) filmini de listeye almak istiyordum aslında. bu sayede, duel filminden de bahsetmiş olayım. bir taşla iki kuş vurmak misali. siz en iyisi mi bu iki filmi de izleyin bence.

the lost weekend (1945)

billy wilder'ı unutanlar olmuş olabilir. yeri gelmişken onu da bir hatırlatayım. double indemnity (1944), sunset blvd. (1950), stalag 17 (1953), witness for the prosecution (1957), some like it hot (1959), the apartment (1960)... şu filmleri gördükten sonra onun için daha ne denebilir ki. fakat bir filmi var ki usul usul siz sinemaseverleri bekliyor. alkolik bir yazarın birkaç gününe odaklanan, oyunculuğun zirve yaptığı, izleyiciye bambaşka tatlar veren hakiki bir klasik.