Dinlediğimiz Şarkılardan Neden Eskisi Kadar Etkilenmiyoruz?

Eskiden bir şarkıyı ilk dinlediğiniz veya bir filmi ilk izlediğiniz anları özellikle hatırlardık ancak günümüzün veri enflasyonunda bunlara ayrı ayrı değer atfetmek zorlaştı. İşte buna kafa yoran, sohbet tadında bir yazıyı paylaşıyoruz.
Dinlediğimiz Şarkılardan Neden Eskisi Kadar Etkilenmiyoruz?
iStock

müzik eskisi kadar tesir etmiyor değil mi size?

bazı şarkıları ilk dinlediğim zamanı ve o zaman neler hissettiğimi hiç unutamam. 14-15 yaşındaydım, bir arkadaşım teybe the beatles'in bir albümünü koymuştu. beatles ismini duymuştum ama müziklerini daha evvel dinlediğimden emin değildim. rock'n roll gibi bir şeyler duyacağımı düşünmüştüm. neyse, müzik başladı: "words are flowing out like endless..." çarpıldım. hakikaten nutkum tutuldu. gözlerim yaşardı. bir sürü şeyi bir anda hissettiğimi hatırlıyorum. "bu neydi" diye sordum. kasedi uzattı, şarkının ismine baktım. across the universe. iyice belledim. o günden sonra müziğin bendeki anlamı değişti. bu şarkı iyi midir, kötü müdür falan filan, bunun şu an benim için önemi yok. önemli olan beni etkilemesiydi.

Across the Universe


sonra başka şarkılar da oldu bana böyle çarpan. şimdi bu şarkıları tekrar dinlediğimde bazılarını çocukça, komik, bayağı falan buluyorum. olsun. bunun da önemi yok. bu şarkılar bende bir duygu uyandırdı, beni etkiledi. nasıl desem, bu şarkıları deneyimledim. bu kelimeyi mahsus seçtim çünkü deneyim, yaşantıda bir kesinti demektir. bu cümleyi lütfen tekrar düşünün ve anlamaya çalışın; yaşantıda bir kesinti. en son ne zaman yaşantınızın akışı bir müzikle duraksadı? artık nadiren başıma geliyor bu durum. biliyorum ki yalnız değilim, sizlerin de yaşantısı yatağında akmaya devam ediyor.

peki neden böyle? şimdi, eskiye nispetle çok daha fazla ve farklı müzikle temas ediyoruz oysa. buna rağmen nasıl olur da tesir etmezler? akla ilk gelen şey seçenek bolluğu oluyor. duymuşsunuzdur, barry schwartz diye bir adam kitabını yazdı: the paradox of choice. seçenek çoğaldıkça mutluluk, tatmin vs. ihtimali azalıyor diyor. neden? işte seçenek çoğaldıkça seçmen "ya en iyisini seçemezsem" kaygısına kapılıyor ve seçtiği şeyin tadını çıkaramıyor. falan filan. bu benim aradığım cevap değil. müziği para verip almıyorum ya da çok cüzi bir para veriyorum. harcadığım şey zaman. yanlış müziği dinleyip zamanımı boşa harcayacağım kaygısıyla müziğe odaklanamadığımı sanmıyorum. benim aklımda başka bir şey var.

daha önceden de kafa yorduğum bir soru vardı; neden eskisi kadar albüm yapılmıyor? neden tekliler revaçta? daha önce ekşi sözlük'te "ilgi açlığı" demişim:


eh, doğruluk payı var ama üstünkörü bir cevap. şöyle düşünelim; sizce spotify'da şurada burada albüm, tekli, ep, ıvır zıvır paylaşanlar birilerini etkileyebildiklerini düşünüyorlar mıdır? ceylan, gaye, cihan, mori, kaan boşnak, adamlar vs. vs. hatta sezen aksu, ezginin günlüğü, teoman, bülent ortaçgil, yıldız tilbe... sezen aksu'nun son albümü biraz pop biraz sezen galiba. 2017. hayranları için hayal kırıklığı oldu. veya bülent ortaçgil'in son albümü sen. o da 2010 imiş. konserlerinde bu albümden şarkı çaldığını duyan var mı? ben 2010 sonrası 2 ortaçgil konserine gittim, 1 kez "denize doğru"yu çaldığını duydum bu albümden. o kadar. yıldız tilbe 2018'de iki albüm yaptı. ceylan ertem'in bile beğendiğini sanmıyorum, o kadar berbat. benim görebildiğim kadarıyla dinleyiciyi etkileyebilen tek isim var bu klasmanda, o da mabel matiz. gerisi kuru gürültü. bir de nitelikli işler var. volkan ergen'in hoşnutluk vadisi orkestrası albümü bunlardan biri. ezgi altıner'in parça parça yayınlayıp piç ettiği şarkıları da iyi şarkılar. serdar ateşer 2018'de bir albüm yaptı; iş işten geçer geçmez ordayım. şahane albümdü. kimseyi etkileyemediler. kimseyi. serdar ateşer'in albümü 4000 kez bile dinlenmedi. volkan'ı tanıyan bile yok. ne feci. ekşi sözlük'te beni okuyan, takip eden insanlar hakkında az buçuk fikir sahibiyim. öyle anlıyorum ki 1000 küsur insana ulaşıyor yazdıklarım. yazdıklarımı beğendiklerini söyleyen insanlar mesaj atıyorlar bazen. eh, bazen de bana katılmayanlar yazıyorlar. birileri ile etkileşimde olduğumu hissettiriyor bana. fakat onlar bile dinlememişler demek volkan'ı serdar'ı. cehennem böyle bir şey olsa gerek. kendinle dolusun. "sebep olma hazzından" mahrumsun.

karl groos diye bir adam var. psikolog, 20. yüzyıl'da yaşamış. die spiele der menschen diye bir kitabı var. insanın oyunu diye tercüme edilir galiba. neyse, şeker bir kitaptır. orada çocukların, bebeklerin oynadığı oyunları gözlemlemiş. "insan yavrusu için oyun, bir işi tamamlama gerekliliğinden doğmayan, rekabetten arınmış, kendi içinden kaynaklanan, içgüdüleri eğitmeye yarayan bir şeydir" diyor. "çocuğa oyunda haz veren şey de bir şeye sebep olma hazzıdır" diye yazmış. çocuk eliyle topu ittiriyor ve top yuvarlanıyor. bundan daha güzel bir şey olabilir mi? işte günümüzde bu etkileşim ortadan kalktı. ne birini harekete geçirebiliyoruz ne de biri bizi hareket ettirebiliyor.

Karl Groos

iyi de neden?

bazı kelimeleri peş peşe dizeceğim şimdi; duygu, duygulanım, mod (hava), his, heyecan, sezgi... bu kelimeler üzerinde biraz düşünün. mesela duygu ile duygulanımın farkı ne? bu kelimeler o kadar hassas ki tam izahını yapmak, başka bir dildeki karşılığını bulmak bile güç ama bir şekilde bunların birbirlerinden farklı olduklarını da biliyoruz. mesela merhamet duygusuna sahip olabilirsin ama merhamet heyecanı olmaz. yas havası olur ama yas hissi olmaz. hava, mood denilen şey zihnin iklimi gibi. duygulanım ve heyecansa bu iklimde yeşeren ve solan öznel şeyler. heyecanın ve duygulanımın tarifi zordur. bir anlatı oluşturmazlar. duygu böyle değildir. duygu zamansal değil, mekansaldır ve bir anlatı oluşturur. ani değildir. şu an sanatta eksik olan şey duygudur. bu eksiklik duygulanımla, heyecanla ve bazen mood ile dolduruluyor. günümüz sanatının anlatı eksikliği çekmesi de bu yüzdendir. ve albüm yerine tekli falan filan gibi fragmanların sunulmasının nedenlerinden biri de bu. albümden beklenen bütünlüklü bir anlatı sunmasıdır. mekansaldır. tekli ise zamansaldır, anlatı oluşturmaz. duygulanım gibi ani ve kaygandır.

peki anlatacak bir şeyi olmayanlar neden anlatmamayı seçmiyorlar?

bu kolay değil. gerçekten. akıllı iktidar tebaasını susturmaya çalışmaz. tam tersine sürekli olarak iletişimde bulunmaya, paylaşmaya, katılmaya, fikirlerimizi duyurmaya falan teşvik eder. yasaklamaz, ayartır. katılmazsan kendini eksik, yalnız, dışarıda hissedersin. sorun şu ki katılınca da değişen çok bir şey yok. bu katılımlar "fikir" değil "paylaşım"; "bilgi" değil "veri"; "eser" değil "çalışma" ve "duygu" değil "duygulanım" yahut "heyecan". bunlar duygudan, ruhtan, kavramdan yoksun "data"lardır. oysa "bilgi" veya "hakikat", "data" ve "malumat"tan farklıdır. data verimsiz bir birikinti oluştururken bilgi müktesebat oluşturur. art arda gelen 10 teklinin 1 albüm oluşturamamasına benziyor durum. durmaksızın biriken data bir "eklenti"oluşturur. oysa duyguyu uyandıran şey "çıkarım"dır. çıkarım dediğin şey de deneyim gibi, kesintiye uğratan, set çeken bir şeydir. akmakta olandan bir şey ayıklamak, seçmektir. hakikat bir çıkarımdır. günümüzde ise hiçbir yere varmayan bir veri akışı var. çıkarsamayı mümkün kılmayacak kadar yoğun, baş döndürücü bir trafik. oysa çıkarsama düşünce dolu bir oyalanmanın ürünü olabilir. "çıkarım yapmak", conclusion, concludere, kapamak, son vermek vs... hepsi durmaya, akışa son vermeye atıf yapar. ve gerçekten "çıkarım yapmak", "akıl yürütmek" vs. pek çoğu için gözler kapalıyken yerine getirilen eylemlerdir. insan odaklanmak için niçin gözlerini kapar? daha fazla enformasyonla kirlenmemek için. gözümüzün gördüğü her yerde bir ekran var artık. dijital bir tespihle geziyor gibiyiz. anlatmak, anlatılandan bir çıkarım yapmak, hülasa tefekküre dalmak çok zor artık. uzun zamandır hemen hiçbir şeyden etkilenmiyor oluşumuzun ve hiç kimseyi etkileyemiyor oluşumuzun sebebi bu bana kalırsa.


bu son paragrafta değinmek istediğim bir şey daha var

etkileşim için gerekli olan şeylerden biri de farklılık. bundan bahsetmek istiyorum. byung-chul han'da okumuştum galiba, "başka" ve "farklı"nın aynı şeyler olmadığını söylüyordu. kelimeler ne kadar önemli hakikaten. farklı - başka - öteki ... bunlar comperative sıfatlar gibi. başka, farklıdan daha başka; öteki de başkadan daha başka. öteki superlative bir sıfat sanki; "en farklı". byung chul han eros'un "başka" yı arzuladığını yazmış. ya da onun gibi bir şey. "başka"nın olmadığı bir dünya, kişinin kendisiyle ve kendi anıştırmalarının gölgesiyle dolu bir cehennemdir gerçekten de. "cehennem başkaları" değildir, cehennem başkalarının yokluğudur. çiğnene çiğnene tadı kaçmış olan "öteki" sözcüğünün içi tamamen boştur. günümüzde öteki falan yok. başkalık, ötekilik için yalıtılmışlık gerekir. devletten, datadan, enformasyon, ekrandan kaçabilen kaç kişi kalmıştır ki? çingenelerin hayatını tanımak için osman cemal kaygılı gibi onların arasına karışmaya gerek kalmadı. ya da ingiltere'nin varoşlarındaki hayatını tanımak için orwell gibi maden ocaklarına inmeye gerek kalmadı. çingeneler bile o kadar çingene değil artık. lehçeler bile yok oluyor. halk müziği çoktan müzelik oldu. balık çeşitliliği azalıyor. bu sadece marmara öldüğü için değil, o türlere ilgi azaldığı için. yeni dikilen her apartmanın bahçe peyzajında s*ktiriboktan mazı ağaçları veya karayemişler kullanılıyor. kimsenin hünnap, erik, ıhlamur, çınar, ardıç diktiği yok. her yeri karayemiş ve bodur mazılarla doldurursan ötücü kuşlar da kalmıyor. 10 sene sonra serçe bile egzotik bir tür olacak. mantar gibi türeyen "lezzet düşkünlerine" rağmen mutfaklar yok oluyor. falan filan. bu gürül gürül akan yaşantı, baş döndürücü enformasyon trafiği başkalığın, ötekinin neslini tüketti. "başka" tarafından terk edilmiş, kendinden bitap düşmüş olan biz; bu akıntıdan kurtulamazsak bir daha kolay kolay hiçbir müzikten etkilenemeyecek gibi duruyoruz.

bu kadar.