Dört Oyunculuk Oscar'ının Üçünü Alabilen Sadece İki Filmden Biri: A Streetcar Named Desire

1951 çıkışlı, Pulitzer Ödülü kazanmış Tennessee Williams'ın aynı adlı oyunundan uyarlanan ve başrollerini Marlon Brando, Vivien Leigh ve Karl Malden'in paylaştığı bu film, sinema tarihinin kesinlikle incelenmeye değer klasiklerinden.
Dört Oyunculuk Oscar'ının Üçünü Alabilen Sadece İki Filmden Biri: A Streetcar Named Desire
Not: Öbür üç Oscar'lı film de The Network'tür.


işte gerçek bir başyapıt

ihtiras tramvayı, tennessee williams'ın oyunundan uyarlanan ve uzun yıllar bir broadway klasiği olarak kalmış, 1951 yılındaki sinema versiyonu elia kazan tarafından çekilmiş müthiş bir drama... esas karakter blanche dubois rolünde vivien leigh kanımca rolü için biraz fazla alımlı ve genç durmasına rağmen harikalar yaratıyor. yaşlanmaktan böylesine korkan ve endişe duyan orta yaşlı blanche karakteri için leigh sanıyorum fiziksel açıdan doğru bir seçim değil zira filmdeki ışık oyunlarına rağmen küçük kız kardeşinden daha güzel gözüktüğü gün gibi ortada. marlon brando sanıyorum kariyerinin en iyi oyunculuk performanslarından birini sergilediği bu filmde hayvani, fazlasıyla maço ve kaba stanley kowalski rolünde muhteşem bir iş çıkarıyor. gerçekten kowalski karakterinin vahşi ve erkeksi yanı brando'nun o zaman ki sert yüzü, kaba aksanı ve kaslı vücudunda gerçeğe dönüşüyor. ayrıca brando bu filmiyle neden zamanının brad pitt'i olduğunu ispatlıyor. kim hunter da stella kowalski rolünde oldukça başarılı.

Karl Malden.

sinema klasikleri arasına girmiş bu muhteşem dramanın konusu kısaca şöyle özetlenebilir

küçük yaşta intihar eden sevgilisi nedeniyle yıllar önce bunalıma giren fazlasıyla entelektüel ve zarif blanche dubois artık yaşlanmakta olan depresif ve kırılgan bir bayandır. genç bir öğrencisiyle ilişkisi nedeniyle ingilizce öğretmenliği yaptığı okuldan atılan ve yaşadığı çevreden dışlanan blanche çareyi desire isimli tramvayla kız kardeşinin evine gitmekte bulur. ancak hamile kız kardeşinin alkolik ve psikopat kocası stanley blanche'ı evinde istememektedir. karl malden'in canlandırdığı harold mitch mitchell karakteriyle aşk yaşamaya başlayan blanche tam da ruhsal dengesine kavuşmaya başlamışken geçmişi tekrar onun karşısına önemli bir sorun olarak çıkar ve mitch onunla evlenmek istemez. üstelik her hareketine karışan ve sürekli onu inciten barbar stanley de onun evden ayrılması için elinden geleni yapmaktadır. bu ikili arasındaki müthiş psikolojik savaş ve stella'nın iki sevdiği arasında gidip gelişleri filmin ana temasını oluşturmaktadır. ancak kazanan stella'nın büyük bir cinsel ve duygusal istekle bağlı olduğu stanley olacaktır.

ayrıca bir çok oscar ödülü kazanmış filmdir

karl malden en iyi yardımcı erkek, vivien leigh en iyi kadın ve kim hunter en iyi yardımcı kadın oscar'ı almışlardır bu filmle. bu ödülleri desteklemekle beraber marlon brando'ya en iyi erkek oyuncu ödülü vermeyen akademi kelimenin tam anlamıyla halt etmiştir. sanat yönetmenliği dalında da oscar kazanan bu film, 4 oscar'lı bir sinema klasiği olmuştur.


muhteşem oyunculuklardan bahsedecek olursak

marlon brando öyle şahane bi iş çıkarmıştır ki, canlandırdığı karakterden nefret etmemek elde değil. kültürsüz, eğitimsiz, kaba, umursamaz, duyarsız bir kazma... şahan gökbakar ve şafak sezer gibi kötü oyuncuların, onları bildik bileli canlandırdıkları odun karakterlerinin, espri yapmak için kendisini zorlamayan ve yakışıklı olan versiyonu diyebiliriz sanırım stanley için. tabii bu noktada, oyunculuk parametresinin değerlendirmeye alınmadığını; salt karakter üzerinden karşılaştırma yapıldığını söylememe gerek yok sanırım.

ortaya kesinlikle kült bir karakter çıkmış

öyle ki, brando'nun stanley karakteri, sadece yemek yerken parmaklarını yalamak ya da bir kadının çantasını açıp, kıyafetlerini dağıtmak, bazen vurup kırmak ve hatta kolaylıkla şiddete meyletmek gibi asgari nezakete bile sahip olmayan davranışlara sahip bir hanzoyu yansıtmaktan ziyade; toplumsal bir çatışmanın üzerine gitmiş ve sınıf bilincinin farkında olan, günlük yaşam pratiğine sahip güçlü birey ile, bu mefhumu çoktan kaybetmiş ve hayal aleminde gezen güçsüz bireyin, sonucun aşikar olduğu bir savaşa girmeleri ve savaşın beklendiği gibi sona ererek, basitliğin zarafeti yenmesini anlatmış gibi geldi bana.


tabii ki tüm bunları sadece brando'ya mal edemeyiz

zira vivien leigh'in muhteşem performansı film boyunca hiç azalmak bilmedi ve blanche karakteriyle, "benim anladığım kadarıyla" yukarıda anlatılanların tümünü yansıtmada kilit rol oynadı. brando'nun üzerinde daha fazla durmuş olmam ise, en iyi kadın, en iyi yardımcı kadın ve en iyi yardımcı erkek ödüllerini toplayan bu şahaserin eli boşta kalanının, akademi tarafından en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görülmeyen marlon brando olmasıdır ki, oscar ödüllerini ciddiye almamak için sayamayacağım kadar çok olan sebeplerin arasına bir çizik daha atmıştır bu kararıyla akademi.

blanche dubois'nın ürkekliği, kırılganlığı, hayalinde kendine alternatif bir hayat kurmuş olması, geçmişten bir türlü kopamaması ve hatta kopmaya çalıştıkça, yaşamını büsbütün alt üst etmesi de vivien leigh tarafından yine çok üst seviyede bir oyunculukla canlandırılmış. yükses ses, kavga, gürültü, kısacası sokağa dair olan her şey, onda öylesine bir tiksinti yaratıyor ki; tıpkı ismi gibi bembeyaz bir ormana götürmek istiyor insan gözlerine bakıp, içine düştüğü dehşetin farkına vardığında. bir türlü yeni yaşamını kabullenemeyen bu sofistike kadının tek istediği, el değmemiş, sessiz, huzurlu ve biraz da şiirsel, beyaz bir orman aslında. stanley'nin temsil ettiği her şeyden öylesine nefret ediyor ki, şu cümleyi kurarken yüzü öfkeden kıpkırmızı oluyor: "deliberate cruelty is not forgivable!"


son olarak, tıpkı cat on a hot tin roof'da olduğu gibi, yine bir tennessee williams uyarlamasında sansürle karşılaşıyoruz ki, sanırım stella'nın hastanede kaldığı gece, stanley'nin blanche'a tecavüz ettiğini anlamak için alim olmaya gerek yok. tecavüzle beraber, blanche'ın hayata tutunmak için elinde kalan son gücünün de tükendiğini ve o zarif yaseminin artık dalından tamamıyla koparıldığını görürüz ki, aslında hayatının son döneminde yaşadıklarından sonra yabancılara zerre kadar güvenmek için hiçbir gerekçesi olmamasına rağmen, onu hastaneye yatırmak için eve gelen doktorun koluna girdiğinde kurduğu cümleden gerçeklik kavramını tamamen yitirdiğini teyit ederiz:

"i have always depended on the kindness of strangers." (yabancıların nezaketine her zaman güvenmişimdir)

efsane sahnelerinden biri

marlon brando, her şeyin ötesinde şu sahnedeki efsane t-shirt düzeltme hareketi ile 2 saniye içinde bırak o zamanları şu an dahi eşi benzeri görülmemiş bir karizmaya ulaşarak nasıl bir seks ikonu haline geldiğini gözümüze gözümüze sokar.


sıkıcı ve banal gündelik gerçekliğe "ben bir büyü yaratmak istiyorum" diyerek savaş açan bir karakterin bindiği "hızlı tramvay"ın adıdır.

"yabancıların şefkatine" inanmıştır ("i have always depended on the kindness of strangers") ve kendini içinde bulduğu tramvay sağa sola çarparak son sürat giderken en nihayetinde kalın ve yekpare bir duvara toslamıştır.

işte "gerçeklik", o duvarın adıdır.

Bu içerik de ilginizi çekebilir