Emir Kulu Olma Durumunundan Doğan Büyük İnsanlık İkilemi: Kötülüğün Sıradanlığı
kötülüğün sıradanlığı, esasında, (bkz: hannah arendt)’in 1963 yılında yayımladığı, tüm dünya çapındaki asıl ününü kazanmasına yardımcı olan ve çok tartışma yaratan eseridir (eichmann in jerusalem: a report on the banality of evil)”. bu kitabında yazarın; alman nazi partisinin iktidarı döneminde, birçok insanın ölümünden sorumlu tutulan nazi subayı “otto adolf eichmann’ın (1906-1962)”, kimlik değiştirerek kaçtığı arjantin’de, 1960 yılında israil ajanları tarafından yakalanıp kudüs’e getirilikten sonraki israil devleti mahkemesindeki yargılanış sürecini ve olay hakkındaki bütüncül fikirlerini konu alır. abd’de yayımlanan “new yorker” gazetesinin gözlemcisi olarak katıldığı mahkeme salonundaki notlarını, mahkemede yaşananları, alman nazi partisinin yükselişinin arka planında yatan asıl nedenin ne olduğu gibi konular hakkındaki, felsefi düzlemde tartıştığı fikirlerini bu kitabında yayınlamış, tabiri caizse ardından kıyametler kopmuştur.
“eichmann, pontius pilatus gibi hissetmesine fırsat veren pek çok durumla karşılaşmış, ama zaman geçtikçe bir şeyler hissetme gereksinimini kaybetmişti. işler artık böyle yürüyordu, bu toprakların yeni kanunu böyleydi, her şey führer’in emirlerine dayanıyordu; düşünüyordu da, ne yaptıysa, yasalara bağlı bir vatandaş olarak yapmıştı. polise ve mahkemeye tekrar tekrar anlattığı gibi, görevini yapmıştı; sadece emirlere değil yasalara da uymuştu.” (kötülüğün sıradanlığı, adolf eichmann kudüs’te, s. 142).
kendisi de yahudi kökenli olan, israil devletinin ve dünya üzerinde dağınık halde yaşayan yahudi halkının âkil düşünürlerinden biri olarak kabul edilen bir kişi; neredeyse otto adolf eichmann’ı suçsuz buluyordu.
“ (…) bu nosyonlara meydan okumak için ileri atılacak en son kişi hiç şüphe yok ki eichmann’dı. çünkü yasalara bağlı bir vatandaşın görevi olarak gördüğü şeyleri yapmış, ayrıca emirlere göre hareket etmişti -"yasalar çerçevesinde kalmaya" her zaman çok dikkat ederdi.” (kötülüğün sıradanlığı, adolf eichmann kudüs’te, s. 142).
oysa, onun asıl ifade etmek istediği şey; burada yapılan suçun ve kötülüğün bir kişiye indirgenemeyeceğini; insanların toplama kamplarına alınarak öldürülmelerinin sistematik ve bürokratik bir düzen ile belirli bir sistem dahilinde, sürece yayılarak adım adım yapıldığı idi. arendt’in kendi ifadesiyle; “eichmann sadece, gündelik dilde söyleyecek olursak, ne yaptığını hiç fark etmemişti”. bu yolla bürokratik sistemde çalışan herkesin aslında tıpkı birer memur gibi sadece işlerini yaptıklarını, öldürme ve kötülük eylemlerinden kaynaklanan suçun, parçalar haline getirilerek bölümlendiği için, hiç kimsenin bu suçu üstlenmeyeceğini ve dolayısıyla da bu durumun bir sistem sorunu olduğu fikrini ortaya koymaya çalışıyordu. totalitarist yönetimin yükselerek insanlığın önünde nasıl bir engel haline gelebileceğini ve bunun arkasındaki nedenleri sorgulamaya çalışıyordu.
arendt, bu olguyu insan egosunun devlet kimliğinde sistemleşerek nasıl emperyalizme dönüşebildiğini, işçi sınıfının çökmesiyle ırkçılığın yükselişi arasındaki bağlantıya bağlıyor ve buradan nasıl bir ders çıkartılması gerektiğini sorguluyordu. totalitarizmin oluşturduğu yapay gerçeklik dünyasının etkisiyle, insani özgürlük alanlarının daraltılması ve akabinde yok edilmesi suretiyle insan doğasının nasıl değiştirilebileceğini göstermiş oluyordu. böyle bir düzende herkes büyük sistem için çalışan birer çark, dişli ve memura dönüştürülerek, bir bakıma özgürlüklerini de ellerinden alıyordu. 1951 yılında yazmış olduğu “(bkz: totalitarizmin kaynakları)” isimli kitabında arendt; özgürlüğü karşılığında anlık kitlesel güven ve güç duygularını kazanan insanoğluna aslında kaybettiklerinin, elde ettiklerinden çok daha fazla olduğunu göstermeye çalışıyordu. tekinsiz dünya şartları içerisinde, kendisini güvene almaya çalışan insanoğlunun en radikal kötülükleri bile yapabileceğini, tarihin her döneminde bu tür eğilimlere yönelebileceğini felsefi düzlemde tartışıyor ve insanlığa yönelebilecek böyle bir yönelimin bir daha olmaması için yapılması gerekenleri ardı arkasına sıralıyordu.
arendt’e göre totalitarizm, aydınlanma hareketleriyle kazanılan bireysel özgürlük fikrinin aşınması ve kitlelerin gerçeklikle ilişkisinin kesilerek, düşünme yetilerini kullanmayı engelleyecek ortamın oluşturulmasından geçiyordu. mevcut yönetim, totaliterleşerek gücünü arttırmak için mensubu bulunan toplumuna sürekli sanal düşmanlar, savaşlar ve zorluklar göstererek bunu elde etmek isteyebilirdi. “(bkz: insanlık durumu)” isimli kitabında da belirttiği gibi, insanlığın ileride karşılaşabileceği totaliter rejimlerin kölesi haline gelebilme olgusunun önüne geçebilmenin tek yolunun, insanoğlunun bu insani ihtiyaçlarının giderilmesinden geçtiği gerçeği idi. bunun için dünyayı değiştirme ve onu şekillendirme yolu ile insanoğluna hiç fayda vermeyen “ebediyet” arayışı yerine “ölümsüzlüğün” peşine düşmeli idi. arendt'e göre; platon’un insanlığa yaptığı büyük bir kötülük olan metafiziğe dayalı “düalistik anlam” yükleme durumundan vaz geçmeli; emek harcadığı halde herhangi bir ürün ortaya koyamayan “(bkz: animal laborans)”tan sıyrılarak, artık yapan, eden, işleyen, dönüştüren anlamındaki “(bkz: homo faber)”e geçmeli idi.
“totaliter yönetimin özünün ve belki de her bürokrasinin doğasının, insanları yetkililere ve yönetim mekanizmasındaki çarklara dönüştürmekten ve nitekim onları insanlıktan çıkarmaktan ibaret olması, siyaset bilimleri ve sosyal bilimler açısından elbette önemlidir.” (kötülüğün sıradanlığı, adolf eichmann kudüs’te, s. 294).
ileriki yıllarda tüm insanlığın başına bir daha böyle bir belanın gelmemesi için devleti, devletin aygıtlarını, devletin birey üzerindeki haklarını, bireyin devlete karşı sorumluluklarını, birey-devlet ilişkisinin temellerini, nerede başlayıp nerede biteceği hakkındaki sınırlarını ortaya koymaya ve dolayısıyla da aslında halkına karşı sorumluluğu olan modern “sosyal devlet” anlayışını inşa etmeye çalışıyordu.