Göl Kıyısına İnşa Ettiği Kulübesinde Doğal Yaşamı Savunan Düşünür: Henry David Thoreau
Hayatı ve yaptıkları
henry david thoreau... 1817'de, massachusetts'e bağlı concord adlı kasabada doğmuş, büyümüş dava adamı, yazar. harvard üniversitesi'ni tamamladıktan sonra orta okula öğretmen olmuş fakat okuldan ayrılmak zorunda kalmış (öğrencilerini dövmediği için okul yöneticileriyle anlaşmazlığa düştüğü söylenir, ama doğru ama yalan). bunun üzerine kardeşiyle birlikte özel bir okul açmış (ve bu okulda dayaksız sistemi geliştirdiği için pek ilgi görmüş, bu kesin bak) fakat iki yıl sonra kardeşi ölmüş, ve bu yüzden okulu kapatmak zorunda kalmış. meksika'ya karşı açılan savaşın haksızlığını savunarak amerikan yönetimine karşı vergi ödemeyerek tepkisini koymuş. (ve bir gecelik hapisliğin verdiği öfkeyle haksız yönetime karşı adlı eserini yazmış. bu eserinde "...insan toplumsal bir kurumun haksızlık ettiğini görür ve buna içten inanırsa, karşı koymalıdır ona..." diyerek insanları tepki vermeye çağırmış ve hatta bu bıçaksız kamasız direnme daha sonra gandhi için de bir çıkış noktası olmuş. fakat gandhi, bu şahıssal tepkiyi bir ulusa mal edip onu ingiliz imparatorluğu'na karşı politik bir eylem aracı olarak kullanmış.)
ayrıca; bir dönem topluma küsüp ormanda tek başına yaşamıştır. (walden gölü kıyısında, kendi eliyle yaptığı bir kulübede, yaşamış ve hatta ormanda yaşam adında bir yapıt da yazmıştır.)
amerika'daki kölelik sorununa değinmiştir. (kansaslı john brown ile tanışması, kendisi için bir dönüm noktasıydı. zira bu adam köle kullanan 5 komşusunu öldürmüştü. ve hatta john brown'ın son günü adlı savunma yazısı bu dönemde yazılmıştı.)
anarşist değildi. fakat amerikan yönetimine karşı olduğunu resistance to civil government adlı eserinden anlayabiliriz. zira; yazar sadece yaşadığı dönemin yönetimine karşıydı. işte bu noktada; hükümet sisteminin kaldırılmasını değil, daha iyi bir yönetimin başa geçmesini savunuyordu, diyebiliriz.
İnsanları nasıl etkilediğine dair
nostalji gibi bir kavramımız var, "bilgi çağında" memnun olmadıkça ona sığınırız- ilah gibi kelime, karşıladıklarıyla, karşılayamadıklarıyla. thoreau, hafızamın bir köşesinde her vakit canlı canlı yer tutan bir isim. gün geçtikçe nostalji kalma tehditi baş göstermiyor değil, zira hafızamın o köşesi bile nostaljik bir umuşa terk edilmek üzre. ara sıra birçoğumuzun heyecanlı ve öfkeli ziyaretler yaptığı o tarifsiz istek, çevremize zamanla daha da güçle örünen ve insanı dehşete düşüren yalanın, aslında tükenişe varan hızlı değişimlerin uzağında gerçek varmış gibi yaşamak- thoreau gibi, tolstoy veyahut salinger gibi, hatta kısmen gauguin gibi. thoreau, aristokrat hayatı terk edip, gene de kendi ahlakçılığını koruyup walden gölünün kıyısına "ilkel" bir klübe inşa edip, arazinin her metrekaresini değerlendirip, herhangi bir günün herhangi bir öğününe denk gelecek yiyeceği topraktan olduğu kadar takvimlerden de çıkarır. bilinç, sadece hayatı zorunlu gereksinimleri karşılayarak yaşamak değil, zamanı da bütünüyle kullanma bilgeliğidir. thoreau bunu o kadar ustaca yapmış ki, sanki yazdıklarına bile bu bilinç eklemlenmiş.
thoreau okumadan önce, şimdi daha da şiddetlenen aptallığın, basitliğin hüküm sürdüğü, herkesin vaaz verme çılgınlığına eriştiği hayattan kaçma isteği, bin bir alternatifle kafamda koşuşturuyordu- rousseau, daha o yüzyılda bile medeniyetin zincirlerini kırıp öze, doğaya dönmeliyiz demişken, thoreau'nun walden hayatını kasabaya olan yürüyüşleriyle, ektiği ürünleri hesabıyla, diğer insanlara olan bilgiç mesafesiyle ve moderniteye, aristokrasiye olan sakin hıncıyla anlatırken nasıl vazgeçilmez, kıskanılmaz olabilir? diyor ki, bir korkuluğa güzel elbiseler giydirin, bakımsız insandan daha çok saygı görecektir- benzer cümleleri bugün tüketme arzusuna, yenileme iştahına ve sergileme hastalığına karşı kurmuyor muyuz? ama fark şurada ki, thoreau, evet biraz da içinde bulunduğu yüzyılın şansıyla sanki rövanşist şekilde, eyleme dökmüşken betimliyor reddedişini, biz ise boşluğa, aynalara, karşımızdaki aptallara, sefil ses tonumuzla ve çaresizlikle, kelimeleri tüketerek, tükenerek anlatmaya çalışıyoruz. bir zaman sonra biz de inanmayarak.
Günümüz dünyasında Thoreau'yu düşünmek
"biz trenlere binmeyiz, trenler bize biner." walden, sayfa 70
insanlar thoreau abimizi anlamıyorlar. çelişik geliyor onlara. söylediklerinin bilimini falan yapmaya çalışıyorlar. mantıkla yargılamaya çalışıyorlar, mantık sandıklarıysa ezber inançları.
thoreau demir yolu olduğu sürece demir yolunda çalışan birilerinin de olması gerektiğinin farkındaydı. ve thoreau'ya göre demir yollarında çalışmak insana yakışır bir hayat değildi. bir sapiensin tek bir kez yaşayacağı bu dünya deneyimini bununla çarçur etmesine gerek yoktu. bunu hepimize zorunlu kılan sistemler ise ona göre çirkindi. anlamsızdı. maine ve texas'ın haberleşecek bu kadar önemli nesi vardı ki? (sayfa 41) her yer demiryollarıyla örüldüğünde değişen tek şey trenlerde daha fazla zaman geçirmemiz oldu. ve trenlerde daha fazla zaman geçirmeyi "özgürlük" diye sattılar bize.
aradan bir asır geçti, her yeri otoyol yaptılar. bu sefer de arabayı "özgürlük" diye satmaya başladılar. ve hepimize araba sattıklarında olan tek şey, arabalarda oturduğumuz sürenin artması oldu. ve daha da artacak. insanlar daha fazla dayanamayana kadar artacak. özgürlük sandığımız şeylerin esas köleliğimiz olduklarını görmedikçe artacak. evimizden otuz km ötede çalışmamız gereken sistemler kurmuşlar ve bunu kabullenmeliyiz. yapacak hiçbir şeyimiz yok. otuz km ötedeki mesainin alternatifi işsizlik.
bazen liseli kardeşlerimiz sosyal teoriler kasıyorlar kendilerince ve bir gün bile bu dediğimi yaşamamışlar. bir gün bile mesaiye gitmemişler. milyonlarca insanın onlarca yıldır her sabah binbir küfürle yaşadığı şeyi bir kez bile yaşamamış ama bize akıl veriyor tahtından. fildişi kulesinden birazcık eğiliyor, eğildiği anda da sıcacık götüyle sıcacık minder arasına birazcık hava kaçıyor, o ufacık hava bile onu ishal etmeye yetiyor. ama araba iyidir diyor, binin. 18 yaş hediyesi olarak babasından araba alan bir genç kız veya oğlansanız, evet araba süperdir. sizin diğerlerine kamçıyı vurma şeklinizdir. yollar sizindir. eğer atmış aylık birikiminizi vermeniz gerekiyorsa, araba çirkindir. rallici veya transporter statham abimiz falan değilseniz, değmez. ve birileri my super sweet 16 oynarken diğerleri toplu halde onlara özeniyor. ve özenirken fakirleşiyor. hiçbir zaman aşama bile kaydedemeyeceği bir yarışa giriyor. ve o yarışta ömrü geçiyor. yılları geçiyor.
bir metrekare bile toprağımız olmadan dünyaya gelmişiz. ve hektarları olanlar bize biniyor. tren de bize biniyor. araba da bize biniyor. mesai de bize biniyor. ve biraz ötede bir tane adam var, 74 tane kiralık ofisinden ayda 8.3 milyon lira kazanıyor. ve binlerce var bunlardan. ve onların bu parası sadece bu gerçeklikte para ediyor aslında. aynı binalar dağın başında olsaydı para etmezdi. kafelerde oturmanın çok müspet bir eğlenme şekli olduğuna bizi ikna eden kültür, hektarları olanların osuruklu çocuklarına gün boyu kahve yapmaya bizi zorunda bırakan kültürle aynı.
thoreau zamanında bu işler yeni yeni çıkıyordu. telgraf yeniydi, tren yeni, gazeteler yeni. şimdi tüm bu endüstrilerin ustalık dönemindeyiz. eğitim de, sağlık da, iletişim de, ilişkiler de, aileler de endüstriyelleşti. hepsi kocaman sektör oldu. yani, hektarları olanlar bizi sadece köleleştirmekle kalmadılar, bizi akıllı aydın eğitimli sağlıklı steril vs olduklarına da ikna ettiler. önce bizi, para ile her kapının açıldığına inandırdılar. sonraysa, her kapının sadece ve sadece para ile açılabildiğine inandırdılar. daha eğitimli veya daha sağlıklı veya daha başarılı olmak için daha çok paramız veya kıvır zıvırımız olması gerektiğine inandık.
thoreau güzel adamdı. bir starbucks görseydi baristaya üzülürdü. ve starbucks demek, birileri bir yerlerde sürekli baristalık yapıyor olacak demekti. bunu bilirdi. bu yüzden tüm bu kölelik ilişkileri çirkindi thoreau için. kahve yapmak gibi en aptalca işi bile birilerine yaptırmak demek, o insanın özelleşmesi demek değil, bilakis aptallaşması ve köleleşmesi demekti. henry bunu biliyordu. bir sapiensin ömrünün bir masa başında excele veri girerek geçmesinin çirkin olduğunu biliyordu. trafik belki hiç görmemişti ama görse götüyle gülerdi. tekerlekli kutular içinde kadınlar ve adamlar, çaresizler. ve korna çalıyorlar. korna çalıyorlar ki o çaresizliklerini üreten kültüre doğru son hız gidebilsinler.
şimdi aptalın biri gelecek ve trenleri savunacak, bir diğeri gelecek ve arabaları savunacak. ve berkeley'in samuel johnson hakkında dediği gibi, sadece ve sadece, hiçbir şey anlamadıklarını kanıtlayacaklar. thoreau sanılanın aksine, çok derin bir filozoftur. basit yazmıştır, basit söylemiştir, çünkü doğaldır. sakindir. ıslanmak, susamak, acıkmak, yorulmak, terlemek, üşümek gibidir günlük dertleri. bir hayvan gibi sade yaşamıştır. yaşamanın neye dair olduğunu görecek kadar sade yaşamıştır.
thoreau liselerde okutuluyor amerika'da. ilkokullarda bile giriş yapılıyormuş sivil itaatsizlik kavramına. bizim gençlerimiz ise tren veya araba fikrinin sorgulanabileceğini bile fark etmeden üniversitelerden mezun oluyorlar. insanımız bu kadar kof yetiştiği için de, en fazla gelebildiği yer dinden çıkmak veya türk-kürt ayrımının pek de bir işe yaramadığını anlamak oluyor. minimal şekilde kullanılmış bir beyinle hayatına devam ediyor. ona yetiyor. diyecek bir şeyimiz yok bu yüzden.