Günümüz Sosyolojisinin Temel Kuramcılarından Pierre Bourdieu'nün Felsefesi
Pierre-Felix Bourdieu (1 Ağustos 1930-23 Ocak 2002): Fransız sosyolog, antropolog ve felsefeci. II. Dünya Savaşı sonrasının en yaratıcı ve en verimli araştırmacılarından olan Bourdieu günümüz sosyolojisinin temel kuramcılarından biridir.
fransa'da bourdieu'cü bir ekolden mezun oldum
ilk başlarda bize dayatılan bourdieu düşüncesi canımızı sıkmakla beraber, sonralarda iyi ki de bu ekoldenim dedirtmiştir bana ve okuldaki diğer arkadaşlarıma. türkiye'de halen yeteri kadar iyi tanınmayan bir düşünür olan bourdieu'nün kavramlarını ve kuramsal altyapısını aktarmaya çalışayım. nitekim yazılarının ve kitaplarının hemen hepsini fransızca okumuş birisi olarak o'nu iyi anladığımı düşünüyorum.
bourdieu çoğunlukla, akademi ile ilgili söylemleri, televizyon ve gazetecilik ile ilgili yorumları, ya da etnografik düşünceleri ile tanınır. fakat bunların hepsi bourdieu'nün toplumsal tabakalaşma düşünceleri üzerinden türemiştir. yani bilinmesi gereken ilk şey, bourdieu'nün yola çıkışı, toplumsal tabakalaşmayı anlamaktır. bu da aslında, ilk bakışta "toplumsal tabakalaşmayla ne alakası var bunun?" diyeceğiniz habitus-alan-sermaye trilojisiyle aktarılmıştır. yani aslında bu üçleme bourdieu'nün toplumsal tabakalaşmasının merkez noktasını oluşturur.
nasıl mı?
marx'ın dayandığı ekonomik temelli sınıf çatışmaları, ve ya daha sembolik altyapısı olan weberist düşünceden ziyade, bourdieu toplumun tabakalara ayrılmış bir yapıda olduğunu söyler. ona göre sosyal uzam, binlerce mikro-kozmozdan oluşmuş bir makro-kozmozdur. bu mikro-kozmozlar bourdieu'nün meşhur "alan" (champ) kavramsallaştırmasıdır. yani sosyal uzam denen üst evren, din alanı, akademik alan, kültürel alan gibi bir alt evrenin birleşimidir. her alt evren, kendi kuralları olan bir oyundur. her oyunun kuralları, amaçları ve organizasyonu farklı koşullar tarafından yaratıldığı için, her oyundaki dominasyon kartları da birbirlerinden farklı olacaktır. batak oyunundaki bir kartın önemiyle pokerdeki aynı kartın önemi eşit değildir sonuçta.
insanın elindeki kozlar sermayeleridir. eğer sosyal olan (le social) karşındakine sosyal uzam anlayışını dayatma mücadelesiyse, insan bu mücadeledeki üstünlüğünü sermayelerle sağlar. bourdieu'ye göre 4 temel sermaye vardır. kültürel sermaye yani neyi ne kadar bildiğin ve sahip olduğun diplomalar, ekonomik sermaye yani ne kadar paran malın mülkün olduğu, sosyal sermaye yani içinde sosyalleştiğin çevrenin kimler tarafından oluşturulduğu ve bunlara bağlı olarak da sembolik sermaye yani şeref haysiyet gibi diğerlerinden bağımsız ama onların katkı sağladığı ve simgesel anlamda sahip olduklarını ifade eden sermaye türü.
bourdieu, habitus denen bir kavram yaratmıştır
habitus anlaşılması çok kolay bir kavram değildir, ama sondan başa doğru anlatayım ki daha rahat anlaşılsın. öncelikle sadece toplumsal tabakalaşmadan kaynaklanan sebeplerle değil, metodolojik olarak da weber-marx ve bourdieu aynı sosyolojik yorumlamanın içinde değillerdir. şöyle ki, yapısalcılığın durkheim'le beraber en önemli temsilcisi olan marx ve düşman taraftaki bireyselciliğin reisi weberist düşüncenin sürekli kapıştığı, yapısalcılık-bireyselcilik / objectivizm-subjectivizm tartışmalarına yeni bir boyut kazandırmıştır bourdieu ve bunu da habitusla yapmıştır. çünkü habitus, bireyin yapısal faktörler tarafından şekillenmiş, onunla iç içe geçmiş, fakat en önemlisi üretici bir olgudur. yani sosyal eylemi yani pratiklerin uygulanmasında bireyle iç içe geçmiş bu yapının inşa ettiği üretici olgu bourdieu sosyolojisini yapısalcı-inşacı yapmaktadır. birey, pratikleri sosyal uzam üzerinde habitusunun ait olduğu noktaya göre realize eder.
kafa karışıklığı yaratmadan, daha da derine inmeden gelelim bunlar nasıl bir sosyal tabakalaşma altyapısı sunar bize?
bourdieu'ye göre sosyal uzam, ekonomik, kültürel ve sosyal sermaye tarafından belirlenen noktalar kümesidir. her nokta, belirli bir sermaye miktarına, dağılımına ve zaman içerisindeki evrimine işaret eder. o halde, bourdieu sosyolojisinde toplumsal tabakalaşmanın temel prensibi, sermayelerin miktarı, dağılımı ve zaman içerisindeki değişimine bağlıdır. istisnalar vardır örneğin don kişot etkisi, bundan birazdan bahsedeceğim.
birbirine yakın pozisyonlar, benzer günlük pratikleri üretirler. o halde, sosyal eylem, bireysel olduğu kadar toplumsaldır da. o halde, benzer pozisyonlar, habitusları benzer koşullar altında şekillenmiş eyleyenlerin bir araya geldikleri alanlardır. o zaman, "habitus sınıfsaldır" der bourdieu. başka bir deyişle, aslolan sınıf habitusudur. bu durum, aslında beğenilerin sadece bireysel değil, yapısal olduğu konusunda da bizi ikna eder. kendim bir örnek vereyim: siyah, modifiyeli, içinden gümbür gümbür demet akalın şarkısı gelen bir araba lastik yaka yaka el freni çekerek önünüzden geçti. hepimiz biliyoruz ki, o arabayı süren adam yani sahibi bir doçent ya da profesör değil. bir heykeltıraş ya da şair değil. peki bunu nereden biliyoruz? çünkü bir doçentin veya heykeltıraşın sahip olduğu sermaye dizilimi bu tür pratiklerin ortaya konduğu sınıf habitüsüne ters düşmektedir. yine hepimiz biliyoruz ki, hafta sonları jazz bara gidip tenis oynayan birinin kültürel sermayesi, pavyona gidip arkadaşlarıyla mangal başında rakı içen biriyle aynı değil. belki de bu iki pratiğin de gerektirdiği ekonomik sermaye aynıdır? o zaman onları ne ayırıyor? habitusları ayırıyor.
bourdieu'nün (bkz: la distinction) kitabı yaklaşık 800 sayfa ve dolu dolu bir toplumsal tabakalaşma düşüncesi aktarıyor. ben burada o 800 sayfayı yazamam tabi. dolayısıyla ana hatlarıyla budur o'nun düşüncesi.
eksik yazdığım binlerce şey var biliyorum. fakat tamamlamak istiyorsanız düşünceleri, bourdieu'den tavsiye edebileceğim şeyler şunlar:
raisons pratiques
la distinction
sur la télévision
espace social et génese des classes
social space and symbolic power
séminaires sur le concept de champ
Bourdieu ve Cezayir olayları arasındaki ilişki
pierre bourdieu bir derdi olan adamdır, filozofisinin derdi de budur: bir derdi olması.
özellikle fransızların cezayir’deki dallamalıklarından epeyce etkilenmiştir. bu ne demektir, ne olmuştur cezayir’de? sonuçta, bourdieu hakkında iki satır kaleme alan herkesin vurguladığı gibi, cezayir tecrübesi asıl bourdieu’nün şekillenişinin başlangıcıdır.
cezayir önemli bir çıkış noktası olmuştur paris 68 olayları ve fransız filozofisi için de. söz gelimi jean paul sartre hazretlerinden tutun da baba adam / dev filozof / aktivist militan félix guattari’ye varana değin çatal yürekli bıçkın komünistler, fransızların cezayir’de yaptıklarına sıkı muhalefet etmişlerdir.
misal, félix guattari parti communiste français’de çalışmış ancak 1958’de parti’yle ilişkisini kesmiştir. bunun en önemli sebeplerinden birisi hiç şüphesiz ki cezayir’in kendisidir. pcf’den ayrıldıktan sonra yoğun biçimde cezayir’in bağımsızlığını destekleyen makaleler yazmıştır kendisi. hatta, sırf cezayir bağımsızlığı hakkındaki yazıları yüzünden art arda kapatılan ve yöneticilerinden ikisi uzun süreli tutuklanan sıkı muhalif “la voie communist” gazetesini yönetmeye başlamıştır.
neyse evet konu başka yere gitti, hülasa, bourdieu derdi olan bir adamdır. willem schinkel, boureidu’nün derdinin maske düşürmek olduğunu söyler. bu, enfes bir tanımlamanın yanında enfes bir tespittir de. özellikle medya konusunda sıkı tavırlıdır, epeyce serttir, sertliğinin kaldırır surette de bilgilidir bourdieu, havanda su dövmez ve her şeyi ortaya bir bir serer. özellikle ‘sur la télévision’ kitabı öyle bir bomba etkisi yaratmıştır ki, aydın-doğanvârî medyanın dünyadaki türevlerinin çakallıkları misler gibi su yüzüne çıkmıştır,
ben bu kitaptan (sur la télévision) oldukça etkilendim, halen de benim için en önemli kitaplar arasındadır kendisi. ilginçtir, boureidu’nün bu konudaki görüşleri ile edward said amcamın, orijinal adı covering islam how the media and the experts determine how we see the rest of the world olan ve metis yayınları fırınından taptaze dumanı üstünde çıkmış bulunan “medyada islam gazeteciler ve uzmanlar dünyaya bakışımızı nasıl belirliyor?” kitabı arasında enfes bir uyum sezilir. evet alakası olmayabilir ama böylesi bir ‘dert’ ve hemdem (hocaya selam) olma durumu mevcut.
bourdieu’nün cezayir konusu evet! bourdieu, askerlik görevini cezayir’de yapmıştır ve cephededir, yani işin içindedir. bundan sonraki hayatında da hep işin içinde olacaktır, alanlarda, tren garlarında ya da üniversitede; hülasa her yerde.
evet ne oldu da bourdieu bourdieu oldu?
ikinci dünya savaşının bittiği sıralarda fransız sömürgesi olan cezayir’de 300.000’den fazla cezayirli fransızların safında savaşa katılmışlardı ve bağımsızlıklarını elde edecekleri sözü verilmişti kendilerine. oysa general de gaulle’ün ilan ettiği safsatalar bütününe cezayir sokaklarında misket oynayan çocuklar bile inanmıyorlardı. bu reformların ilanı 1944 yılındadır. ancak, neredeyse 130 yıldan beri fransızların iğrençliklerine karşı direnişler devam etmektedir, ahmed bin mesâli el-hacc tarafından bir direniş cephesi oluşturulmuştur. fransızlar bu örgüte “mouvement pour le triomphe des libertés démocratiques” adını verecektir.
1945’te savaşın bitişi kutlamaları sırasında olanlar olur. halk, yeşil-beyaz bayrakları açmış, yaşasın mesâli sloganları atmaktadır. fransızlar da elleri boş duracak değil ya, kalabalığa rastgele ateş etmeye başlamışlardır hedef gözetmeksizin. bunun üzerine yaklaşık 71 tane fransız öldürülmüştür cezayirliler tarafından. olaylar ben badis bölgesine sıçramış, fransızlar burada yaklaşık 45.000 kişiyi öldürmüşlerdir. bu, fransızların yaptığı soykırımın ilk halkasıdır. toplamda 1.500.000 insanı biçmişlerdir fransızlar. toplama kamplarındaki 2 milyondan fazla kişiye sistematik işkenceden bahsetmiyorum bile. toplamda, her 5 cezayirliden birisi öldürülmüş ve her ölmeyen 4 cezayirliden 2’si işkence görmüştür.
işte, böylesi bir ortamda askerlik görevi ve araştırmalar için gider cezayir’e bourdieu, yıl: 1949 olması lazım. araştırmaları için bizzat cephededir, masa başından nutuk savurmaz. işte bourdieu’yü bir filozof olarak da bir dev / muazzam sosyolog olarak da biricik yapan budur: çok bilenmiş yüreği alanlardadır, bundan asla vazgeçmemiştir. pierre bourdieu, bir derdi olan adamdır. filozofisinin derdi de budur: bir derdi olması. savaş sırasında gördüklerinden epeyce etkilenmiştir. bilhassa kabileler üzerine yaptığı araştırmalarda ulaştığı muazzam parlak sonuçlar filan hepsi derin bir emeğin ürünüdürler.
bir karşılaştırma yaparsak eğer (ki aslında gereksizdir) frankfurt ekolü ve fransız komünist partisi tavla oynayıp nargile içerken bourdieu çölde toz yutmaktadır. onun sol kolunu güçlü yapan şey de bu olsa gerekir: cezayir deneyiminden sonra parıldayan aktivist ruhu. ölene kadar da bu ruhu yaşatmıştır. bize de nasip olsun bir yaşımızı daha bugün idrak ederken, amen :)
peki nedir bu ruh?
işte burada karşımıza çıkan şey, üretebilmektir, ancak bourdieu cephesinden üretimin bir haysiyet meselesi olduğunu da belirtelim. bilhassa, ‘sanatın kuralları’ kitabında kültür endüstrisi ile alakalı olarak, sonrasında aynı kitapta alan ve kanaat ile ilgili satırlarda. bu, sadece yazıyla satılan bir ahlak ticareti ve erdem pazarlamacılığı değildir. neden? çünkü bourdieu’nün yaşamının kendisi bizatihi bunun kanıtıdır.