Influencer Çağının Ürünü Olduğunu Hissettiren Dizi: Emily In Paris'in İncelemesi

Sex and the City tarzı dizilerin en yeni örneklerinden, Netflix dizisi Emily In Paris'in detaylı incelemesi.
Influencer Çağının Ürünü Olduğunu Hissettiren Dizi: Emily In Paris'in İncelemesi

henüz 29 yaşında "evimiz hollywood’da"yı yaratan darren star, bunu çıraklık eseri olarak görmüş olmalı ki, arkasından (pek sayılmasa da) kalfalık eseri diyebileceğimiz melrose place’i ve akabinde de ustalık eseri olarak adlandırabileceğimiz sex and the city’i dizi endüstrisine kazandırmıştı. tüm bu eserlerin arasına pastada bir çilek edasında yarattığı emily in paris’i ise aslında, emily’nin paris’e taşındığında söylediği “sanki tüm şehir ratatouille filmine benziyor”da belirttiği gibi, kendisinin modern çizgi filmine benzetebiliriz.

pazarlama uzmanlığı, sosyal medya’da ilaç ve geriatrik ürünlerden ibaret olan emily müdürünün hamile olduğunu son anda anlamasından mütevellit, kendisini fransızca’nın f’sinden ve lüks marka yöneticiliğinden bihaber şekilde paris’te bulur. “yapana kadar taklit et” felsefesini benimseyen emily’ye, ilk dönemlerinde rosetta stone ve google translate de pek yardımcı olmaz. emily, kendisini fevkalade küçümseyen iş arkadaşları, şangay orijinli ancak akıcı ingilizcesi olan ve en az kendisi kadar uyumsuz, tipik bir “crazy rich asian” olan mindy ve yakışıklı alt kat komşusu gabriel ile çevrelenmiş paris'te bulur.

Uyarı: Buradan sonrası spoiler içerir.


emily’nin bu serüveninde ilginç anlatım noktaları da var

öncelikle, fransızlar oldukça kaba ve nahoş tasvir ediliyor ancak (en azından iş arkadaşlarının) davranışlarının nedeni, aslında emily’nin saygısız ve jakoben hareketlerine bir tepki. zira, eğer bir ülkeye çalışmaya gidiyorsanız, en başta gittiğiniz ülkenin dil ile, sonrasında da ülkenin kültürü ile ilgili bilgi sahibi olmanız beklenir (aslında bunu ise başladığının ertesi günü, sabah iki saat erken gelmesinden de anlayabiliriz). elbette bu yaklaşımın, hem paris sakinlerine hem de gerçekten bu kültüre meraklı olan farklı ülke insanlarına yanlış bir şekilde hizmet ettiğini söylemek mümkün. kadınlar kaba, kıskanç ve anti-feminist olarak etiketlenirken, erkeklerin aşırı seksüelleştirilmesi ve adeta bir avcı kimliğine bürünmeleri; ince, zarif ve çok yönlü karakterlere sadece amerikan kültüründe rastlayabilirsiniz algısını izleyiciye veriyor. zira, alexander iii köprüsündeki reklam çekiminde, erkeklerin, bakışlarıyla kadını nesneleştirdiğini eleştirirken, aslında diziye konu olan paris yaşantısının genç kızların gerçeküstü romantik fantezilerini gerçekleştireceği bir hayal ülkesi olarak lanse etmesi de ayrı bir ironi örneği.

aslında, dizinin “villain”ının chicago fetişisti, beyzbolsever eski sevgili veya sylvie aka “devil wears prada”dan ziyade emily’nin kendisi olduğunu söylemek mümkün. emily popüler, karizmatik ve herkesle anlaşabilen olmakla gurur duyuyor, hatta sıkça, “insanlar beni sever, benim gücüm bu” diyor ancak bu kendine yakıştırdığı “cici” komşu kızı titrini, paris’te edindiği arkadaşının hem 17 yaşındaki kardeşi ile hem de sevgilisi ile yatarak feda etmekten de beis duymuyor. yani aslında emily aynı zamanda da müthiş bir oksimoron örneği, bir yandan sosyal medyada “influencer” olma yolunda emin adımlarla ilerliyor, insanlar onu sevip, kabul etsin istiyor, ancak aynı anda da, kendinden nefret ettirmek için her şeyi yapıyor. kendine “yanlış” gelen her şeyi, alakasız ve seviyesiz hashtag'lerle “dalga geçerek” paylaşıyor. paris’in eskiliğinden “500 yıllık su boruları” diye dem vuruyor. (bu arada yanlış bilmiyorsam, paris'teki binaların yaş ortalaması kabaca 200’dür. çünkü, hep gördüğümüz simetrik mimari binaların tevellütü 16. lui’nin hüküm sürdüğü 18. yüzyıl sonları – 19.yüzyıl başlarında denk gelen neo-klasik mimariye rastlar. bir örnek vereyim, mindy ile ara ara birkaç kez buluştukları lüksemburg sarayı (ve bahçeleri) bile 1631 yılında tamamlanmıştır.)


ayrıca emily’nin kültürel bilinci de, fransızcası kadar yavaş ilerliyor ve etrafındaki hemen hemen herkesi kendi sınırlarına uymaya zorluyor. olaylara amerikanvari yaklaşımı muhtemelen amerika hariç her yerde kovulmasına neden olabilecek seviyede, bu da ona acımasız lakaplar, yalnız öğle yemekleri ve küçük düşürme olarak geri dönüyor. görünüşe göre, paris’in kendisi, onun kariyerini ilerletmek ve “takipçi kasmasına” yardımcı olmak için var.

her ne kadar müthiş uyumsuz şekilde chanel ve louboutin’den oluşan bir gardroba ve ona eşlik eden narsisistik kişiliğe sahip olsa da, zamanla artan popülaritesiyle farklı yaş gruplarından fransız erkeklerine çekici gelmesi; "işinizde ve bireysel ilişkilerinizde nesnel olarak kötü olmanız, kıskanılacak bir yaşam tarzı elde etmenize engel değil" savını da beraberinde getiriyor. bu yaşam tarzına hayranlık, günümüzde emily’nin mensup olduğu y kuşağının önceliklerine de bir örnek.

elbette emily (in paris), saçma, absürt, klişe ve ilerici amerikan popülist kültürünün bir örneği olmasına karşın, kendisini izletmeyi başarıyor. zira paris'i birçok kişinin günün birinde, makul koşullarda bir sene geçirmek isteyebileceği bir şehir olarak tanımlamak mümkün.


her ne kadar, kısa bir sürede 48 takipçili bir chicago beyaz yakalısından, influencer bir expat’a dönüşse de (hem de brigitte macron’un dikkatini çekerek), kendi yarattığı sorunları yine kendisinin çözdüğü 30 dakikalık bölümleriyle, retro caz müziği ile bezeli, patiseri, çiçekçi ve cafe dekorlarıyla, kendisini çabucak izleten, eğlencelik bir “chick flick cliché”.

Chick flick cliché: Özellikle kadınların ilgi alanlarına hitap eden film türü. Bazen aşağılayıcı bir şekilde kullanılan argo bir terimdir ve kadınların demografik özelliklerine göre pazarlanır.

dizinin en güzel anektodlarından biri, mindy'nin "paris'le ilgili en harika şey, burada hiç kimsenin seni hiçbir şey yapmadığın için yargılamamasıdır" demesi, bunu biraz da "neredeyse yaptığımız tüm planların ertelendiği" olan 2020'ye de bir gönderme olarak görmek mümkün.

e ne diyelim, paris mon amour...