İnsanların Sosyal Medyada İnşa Ettiği Personalar Ne Anlama Geliyor?
sosyal medya, içinde bulunduğumuz çağda insanların kendi kimliklerini inşa ettikleri, yeniden tanımladıkları ve dış dünyaya sundukları bir gösteri sahnesidir ve burada sergilenen her profil aslında bir personadır.
persona, kişinin toplumsal bir kabul görmek ve onaylanmak adına ortaya koyduğu ve çoğu zaman gerçek benliği ile örtüşmeyen bir sosyal maskelerdir. sosyal medyalar da bu maskelerin çeşitlenebilmesi, güçlenmesi ve sürekli olarak da güncellenebilmesi için adeta sınırsız bir deneyim alanı sunar.
oysa her personanın beğeni ve etkileşimlerin gölgesinde sakladığı bir aslı vardır. bu bakımdan sosyal profiller de aslında salt bir kimliği değil, insanın bilinçdışı dinamiklerini ve savunma mekanizmalarını ele veren ipuçları olarak okunabilir.
ama ne var ki toplumun sadece küçük bir kısmı tıpkı hansel ve gratel'in ekmek kırıntılarını takip ettiği gibi bu ipuçlarının peşine düşerek sosyal medya performanslarını tefekkür edecek bir olgunluk düzeyine erişmiştir. onlar bu süreci içsel yolculuklarının bir parçası olarak okur ve bu yolla kimlik algılarında olumlu bir değişimin, yani tekamülün ortaya çıkmasını sağlarlar. ancak bu zor olan yoldur; insanların çoğunluğu ise bu zor yolu tercih etmez; aksine, yüzeysel bir imaj arayışıyla geçici bir tatmin hissinin sınırsız döngüsüne hapsolmayı tercih ederler.
velhasıl burada ya da ana akım sosyal medyaların her birinde, aslında hepimiz bir persona, yani bir maske ile var oluruz. her maskeninse bir amacı vardır. kimi insan kusursuz görünmeyi arzu eder, kimi ise anlaşılmayı. kiminin maskesi, gerçekten de kendisi gibidir; kiminin ise bambaşka bir görüntü, hayal yahut vehim. ezcümle her sosyal profil aslında bir hikaye anlatır. ama bu hikayeler çoğunlukla görünenin ardında bir yerde saklı durur.
bu yazının devamında, sosyal ağlarda en sık karşılaştığımız profilleri ve bu profillerin aslında arkaplanda ne söylediklerini ele almaya çalışacağım. bu bakımdan yazı da aslında sadece sosyal medya davranışlarını değil, aynı zamanda bu vesile ile insan varlığının karmaşıklığını ve çeşitliliğini idrak noktasında belki küçük bir yol haritası işleviyle konumlanmış olacak.
başlıklar altında söylediğim hiçbir şey, "kesin böyledir" iddiası taşımayacak ama temas edilen persona'nın büyük bir ihtimalle nasıl bir kişilik örüntüsüne sahip olduğuna da ışık tutacak.
öyleyse açılışı carl gustav jung'un bir sözüyle başlatalım: "gölgeye ışık tutmadıkça, o gölge hayatınızı yöneten bir senaryo haline gelir."
kusursuzluk kraliçesi / kralı
mükemmel bir hayat yaşayan, her şeyi kontrol eden ve hiçbir detayı atlamayan profil kurguları vardır. çoğunlukla sosyal medyada "sabahlıkla kahve keyfi" pozları, "saat 5'te uyandım, hayatı kazandım" temalı içerikler veya ders niteliğinde mesajlar paylaşırlar. "bugünün hedefleri: yoga, sağlıklı beslenme, projeyi teslim et, akşam dinlenme zemanı!" gibi gönderiler bu personanın klasik örneklerindendir. yemek fotoğrafları, egzotik tatiller ve modaya uygun kıyafetlerle doludur gönderileri. paylaşımları düzenlidir. ışık doğru açıdadır ve gülüşler de kusursuzdur. fakat ilham verici gibi görünen ve "her şey yolunda" diye bağıran bu mükemmelliyet illüzyonu altında salt bir gösteriş arzusundan çok daha fazlası yatar ve bu içerikler aslında bir yoksunluğun ve yorgunluğun hikayesini gizlemek için kullanılır.
bu tür profillerin saklamaya çalıştığı "hata yapmaktan korkuyorum, çünkü o zaman sevilebilir olmaktan çıkarım" mesajıdır genel olarak. çünkü gölgeleri, yani gizledikleri ve bastırdıkları kişilikleri yetersizlik hissiyle doludur. mükemmelliyet performansının altında sürekli bir kendini ispat çabası ve dış dünyanın onayına duyulan derin bir ihtiyaç vardır. çünkü mükemmelliyetçilik aslında başarının bir anahtarı değil, bilakis, başarısızlıktan korunma mekanizmasıdır. bu kişiler eksiklik ve kırılganlıklarını göstermekten öylesine korkarlar ki bu kusursuzluk kalkanını asla indirip gerçek kimliklerini gösteremezler. gösterdikleri her başarı da "neden hala yetmiyor" hissiyle içlerinde derin bir tükenmişliğin oluşmasına neden olur. çünkü zaten var olan narsistik kırılganlık, sosyal medya yoluyla gelişen onay ve beğeni bağımlılığın sonunda öz değer algısının kurgulanmasında belirleyici role bürünmüş ve profil sahibi sürekli daha mükemmel içerikler üretmek zorunda hisseder olmuştur. oysa bu bir kısır döngüdür. dışsal onay ihtiyacının artışı sadece içsel anlam arayışını zayıflatır ki bunun da bir sonu yoktur.
her şeyi biliyorum insanı
bilgiye olan güvenleriyle kendilerini bir otorite olarak sunan kişilerdir. güncel olaylardan yapay zekaya kadar her konuda fikirleri vardır ve sürekli "ben demiştim" havası oluştururlar. sosyal medyada bir kitap yığınının önünde fotoğraf paylaşarak, "bu hafta sadece 5 kitap bitirebildim" diyebilirler. tartışmalarda genelde son sözü söylemek isteyen taraftır bu profiller.
ama aslında tüm söz ve paylaşımların ardında alttan alta "ya yanlış bir şey söylersem? ya yeterince bilgili değilsem?" korkusu ve bu korkuların derininde de bilinçaltında yatan bir yetersizlik hissi bulunur. bir şey bilmediklerini ya da bilemeyebileceklerini kabul etmek onlar için ciddi bir tehdit unsurudur. carl gustav jung, "kibir, bilinçsizliğin kalkanıdır" der. bu kişiler aslında bilinmeyenden korkar ve öğrenmeye açık bir zihin geliştirmekte de çok zorlanırlar. hatta zaman zaman bilmedikleri bir konuda susmak yerine, o an türettikleri ya da tamamen uydurma olan bilgilerle konuşmayı bile tercih edebilirler. çünkü onlar için "bilgisiz görünmek" bir kabustur.
tutku ve duygusal çekim odaklı imaj
bu tür profillerin temel amacı başkalarının hayranlığını romantik bir figür çizerek kazanabilmektir. örneğin gün batımında çekilen bir selfie'nin altında "hayatta her şey bir an meselesi, o anı yakaladığında senindir" gibi mesajlar paylaşabilirler. fakat durum şu ki bu fotoğrafta odak güneşten ya da gün batımından ziyade, kişinin kendisindedir ve fotoğrafta ise oldukça şuh görünüyordur. güzel kıyafetler, çekici pozlar ve bunlara eşlik eden etkileyici sözlerle kendilerini öne çıkarırlar.
fakat gerçekte olan, beğenilme ve onaylanma ihtiyacı içinde olduklarıdır ve bu ihtiyaçlarını da ancak dışsal bir şekilde karşılayabiliyorlardır. bu bakımdan dış görünüş üzerinden alınan onay, öz değer algılarının belirlenmesinde mühim bir yer tutar. genelde yalnız kalma ve terk edilme korkuları vardır. bu tür profil sahiplerinin çoğunlukla uzun süreli ve derin bir duygusal ilişki içinde bulunamamalarının sebebi de bir bakıma budur. yalnızlık ve terk edilme korkuları öylesine derindir ki, son derece yüzeysel görünen ama birçok kişiden aynı anda gelen iltifat ve etkileşimler, bu korkunun dengelenmesinde rol alır. "eğer yeterince çekici görünemezsem sevilmem" korkusu profil kurgularında belirleyici olandır. bugün toplumda en sık görülen personalardan biri budur. sevgi ve muhabbetin var kıldığı hal dilinin derinliğinden uzaklaşıp, "ben-merkezli" bir dünya algısı içine düşmemizin bir sonucudur yaşanan. çoğu insan içindeki yalnızlık hissini maskelemek ve örselenmişlik ihtiyacını ötelemek için, fiziksel güzellik etrafında dönen bu görsel dili kullanır. oysa içten içe de bu yaklaşımın yüzeysel ve belki de acınası olduğunu bilirler. bu nedenle "ben salt bir meta değilim" ifadesini desteklemek için sevgi ve romantizm içeren özlü ifadelere başvururlar. ama ne var ki gerçek bağlar kurmaktan kaçınıp yüzeysel hayranlıklar ile beslenen bir benlik, sadece daha fazla kırılganlaşır ve bu da uzun vadede derin bir tatminsizliğe yol açar.
sosyal adalet figürü
bu tür profillerde genelde toplumsal duyarlılık ve etik sorumluluklar aşırı şekilde ön plana çıkarılır. çevre dostu ürünler kullanmaktan çocuk haklarını, hayvan haklarını savunmaya kadar birçok sosyal meseleye odaklanırlar. dünyaya dair büyük endişeleri olduğunu ve endişelere çözüm bulmak için de aralıksız bir çaba gösterdiklerini vurgulayan bir imaj çizerler. "dünya iyiliği için mücadele eden bir savaşçı" gibi görünürler. sosyal medyada genellikle yardım kampanyaları düzenler, bağış toplar veya "#plastikkullanma" gibi etiketlerle bilinçlendirme çalışmaları yaparlar.
oysa bu imaj da çoğunlukla kendi içsel çatışmalarını görmezden gelmenin bir sonucu olarak var olur. "kendi sorunlarımla baş edemiyorum, o yüzden başkalarına yardım ediyorum" örtük mesajı hakimdir çoğu zaman. çünkü toplum adına yüklenilen farkındalık aslında insanın kendi hayatındaki eksikliklerden de dikkatini kaçındırma çabasının bir nihayetidir. aslında dünyada öne sürdüğü karmaşa, tam olarak içinde yaşanıyordur da bunu ifade edemiyordur. fakat aslolan şu ki kimse iç dünyasına çeki düzen vermeden, dış dünyayı düzeltemez. velhasıl bu profiller genelde başkalarını kurtarmaya çalışır, ama kendi sorunlarını ihmal ederler.
kural tanımayan özgür ruh
bu kişiler "hayatı dolu dolu yaşa ve hiçbir anı kaçırma" mottosuyla hareket ederler. sosyal medyada sırt çantalı bir şekilde dünyanın dört bir yanından fotoğraflar paylaşabilirler. günlük rutinlere karşı çıkar ve spontan yaşam tarzlarını överler.
fakat bağlanmaktan ve yerleşik bir yaşam tarzına sahip olmaktan kaçınarak "maceracı" bir portre çizen bu personalar aslında aidiyet eksikliğini ve yerleşik bir kimlik fikrinden duyulan korkuyu gizleyen bir kalkan olarak kullanılır ve aslında saklanan mesaj da "aslında hiçbir yere ait değilim ve bu beni korkutuyor" düşüncesidir. bu durumda sürekli bir yerlere gitmeye ve yeni deneyimleri aramaya duyulan ihtiyaç da içsel bir yönsüzlüğün yansıması olur ve insanın kendini tanımaktan kaçışının bir simgesine dönüşür. zira özgürlüğü dışarıda bulacağını uman herkes aslında içindeki hapishanenin esiridir.
mutlu aile tablolu profil
sosyal medyada harika bir aile portresi sunarlar. "birlikte kahvaltı yapıyoruz, çocuklar harika, eşimle aramız şahane" mesajı hakimdir.
oysa bir şey sahiden mükemmelse, onu sürekli onaylatma ihtiyacı hissetmez insan. hele ki bu aile gibi mahrem ve içsel bir konuysa. bu nedenle aile tablosunun sürekli olarak dışarı yansıtılması, içeride tam anlamıyla karşılanamayan bir öz değer algısının dışarıdan tatminine çalışmakla ilgilidir diyebiliriz. üstelik bu durum mahrem kalması gereken bir kurum olan ailenin kamusal hale getirilmesi sonucunu ortaya çıkarır ve aile kaynaklı doyum hissi dışsallaştırılarak artık sosyal medya onayının koşullanmasıyla var olmaya başlar. bu maskenin altında genellikle yatan kişisel hayallerinden ödün vermiş ve gerçek çatışmalarını gizleyen bir insan portresidir. mutlu aile pozları ise aslında derinlere itilen hayal kırıklıklarını bastırmanın bir yolu olarak var olmuştur. tolstoy'un sözü burada zannediyorum bir defa daha anlam kazanır: "tüm mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu bulunur."
entelektüel ve sofistike kimlik
bu tür insanlar kendilerini entelektüel ve sofistike biri olarak yansıtmak için sanat ve kültüre olan ilgilerini abartılı bir şekilde sergilemeye ihtiyaç duyarlar. sanat galerisi ve müze gezileri, konserlerden kısa kesitler, etkileyici kitap alıntıları ve sanat eserlerine dair paylaşımlar profilin baskın unsurlarıdır. örneğin bir film festivaline dair dikkat çeken bir afişin önünde fotoğraf paylaşarak, bu paylaşımın altında "bu film modern yalnızlığımızı gözlerin önüne seriyor, mutlaka izlenmeli" yazabilir ya da profil fotoğraflarında bir galeride çekilen düşünceli bir poza ya da kitap okurken çekilmiş bir kareye yer verebilirler.
oysa bir şey gerçekten varsa, çoğumuz bunu bağırma ihtiyacı duymayız. bu bakımdan kendini entelektüel ve sofistike bir persona ile sunan insanlar çoğunlukla "ya sıradan biri gibi görünürsem, ya anlaşılamazsam" korkusu içindedirler ve maskeledikleri aslında bu korkudur; paylaşımları ise bilgili ve özel biri olarak algılanma arzularına dair bir yansımadır. bunu yaparken de yüceltilmiş bir nesne olarak sanat ve kültüre dair kodları tercih ederler. yani aslında sanat ve kültürü nesneleştirirler. bu bakımdan sergilenen estetik anlayış da aslında özgün bir ilgi ya da tutku kaynaklı değil de moda olan entelektüel bir trendin içinde kendini sunmanın bir sonucu olarak vardır. eserlerin özünden ziyade "bakın ben bunu da biliyorum" mesajıdır mühim olan. öyle ki bunu sağlamak adına gerçekten keyif almadıkları etkinliklere bile katılım gösterebilirler. bu durumu basit ve sıradan yanlarını kabullenemeyen bir insanın kimliğini saklama çabası olarak okuyabiliriz. bu bahiste carl gustav jung şunu söyler: "kültür, bazen kişinin gerçek doğasıyla yüzleşmekten kaçışıdır."
minimalist yaşam performansı
profilde sadelik ve dinginlik ön plandadır. bu kişiler hayatlarını fazlalıklardan arındırılmış, sade ve düzenli bir çerçeve içinde sunma çabası içinde olurlar. beyaz tonların hakim olduğu estetik görseller, minimal ev dekorasyonları, sade kıyafet kombinleri, doğal ışıkla çekilen fotoğraflar veya "maddi şeylere değil, anlamlı anlara yatırım yapıyorum" tarzındaki içerikleri yoğun olarak paylaşırlar. bu tür bir persona "bir yıldır aynı beş gömleği giyiyorum ve hiç daha huzurlu hissetmemiştim" gibi bir cümle kurabilir. "sadelik içinde mutluyum" mesajını en iyi ne yansıtırsa, bunu tercih etme eğiliminde olurlar.
fakat bu sadelik vurgusu aynı anda kişinin kendisine karşı aşırı derecede kontrol ihtiyacı içinde olduğunun ve hayatındaki duygusal kaoslarla yüzleşmekten kaçındığının bir ifadesi olarak da okunabilir. bu durumda minimalist tavır aslında maddi ve duygusal bir kaosu perdeleyen ya da bu tür bir sürecin ardından ortaya çıkan bir kontrol mekanizması nevinden olur. küçük prens'in yazarı antoine de saint-exupery'nin şu sözü bu personanın saklı yönünü açıklamaya kifayet eder: "mükemmellik, çıkarılacak başka bir şey kalmadığında elde edilir; eklenecek şeyler olduğunda değil." bu bakımdan minimalizmde ısrar aslında karmaşaların sadeleştirme perdesiyle örtüldüğü bir tavır olarak da okunabilir.
"ciddiye almıyorum" karakteri
sürekli olarak eğlenceli, alaycı ve kaygısız bir tavır içinde, "bakın ben hayatla dalga geçebiliyorum" imajını ön plana çıkarırlar. bu kişiler genelde esprili videolar, memler ve gündemi hafife alan alaycı içeriklerle ön plana çıkarlar. "dünya yansa ben bir kenarda çekirdek çitlerim" yaklaşımı içindedirler.
elbette mizahın hayatın bir parçası olması son derece normaldir, fakat eğer mizah hayatın tümüyse burada aslında gizlenen bir trajediden söz etmek aynı ölçüde mümkündür. "ciddiye almıyorum" tavrı bu anlamda aslında "duygularımla yüzleşmekten çok korkuyorum" anlamı ile okunabilir. bu personanın gölge tarafında gerçek duygularını ifade etmekten kaçınma ve yüzleşmekten korkma duyguları hakimdir diyebiliriz. mizah ve alaycılık ise onların savunma mekanizmasıdır, bunu çevreden gelebilecek tepkilere karşı bir tampon oluşturabilmek adına yaparlar. freud şöyle söyler: "mizah, bastırılmış duyguların dostudur."
sağlık ve fitness gurusu
sağlıklı bir yaşam tarzı ve fiziksel gücün temsili ağırlıktadır. spor salonu pozları, protein tozu önerileri, önce ve sonra fotoğrafları, diyet önerileri ve "bu sabah 5'te uyandım, 10 km koştum" temalı içeriklerle kendilerini gösterirler. "bedenim benim tapınağımdır, ona iyi bakıyorum" vurgusu her zaman ön plandadır.
ancak fiziksel güç üzerinden bir yansıma alanı oluşturmak aslında ilkel bir güvenlik katmanıdır. oluşturulmak istenen "yenilmezlik imajı", insanın zayıflık, korku ve başarısızlıklarını saklamasının en iyi yollarından biridir. dolayısıyla saklanan mesajı "zayıflık beni korkutuyor; kontrol kaybından çekiniyorum" şeklinde okuyabiliriz. bundan dolayı duygusal kırılganlığını örtmek isteyen birçok insan hayatının belli dönemlerinde bu personaya başvurduğunu görürüz. böylece yetersizlik hissi, disiplin ve fiziksel performans üzerinden perdelenir. nietzsche şöyle der. "insanın ruhu ne kadar güçlü olursa, bedenine o denli az ihtiyaç duyar."
"çok gizemliyim" profili
kendilerini çözülmesi zor, derin ve büyüleyici bir figür gibi gösterirler. sosyal medyada kendilerini genellikle karanlık fotoğraflar, dolaylı ifadeler ve soyut, sembolik ya da şifreli mesajlarla ifade ederler. "ben sıradan biri değilim bak ha, beni anlamak zordur" mesajını kullanarak karşı tarafta merak uyandırmayı umarlar.
fakat aslında bu tür kişilerde çoğunlukla "eğer kendimi açarsam, yargılanırım veya reddedilebilirim" korkusu baskındır ve bu nedenle kendilerini açıkça ifade etmekten, anlaşılmaktan ya da vazgeçilmekten çekindikleri için soyut bir kimlik oluşturma yoluna gitmişlerdir. yani gizemli olmak, savunmasız kalmaktan ve anlaşılmaktan korunmanın bir yolu olmuştur. bu sayede hem kendilerini güvenli bir alanda tutarlar, hem de ilgi uyandırma arzularını tatmin edebilirler. oysa yüzleşmeleri gereken ilk şey aslında kendi sıradanlıklarıdır. kabul etmekte zorlandıkları bir ölçüde de budur. ancak kullandıkları bu gizemli koruma kalkanı, aynı zamanda onların derin bir yalnızlığa mahkum olmalarına da yol açar. zira gizem bir ana kadar ilgi çekicidir, yakın ve derin bir ilişkinin ise engelidir. insanlar, yakın olduklarından maskelerini indirmelerini umarlar. aksi halde en iyi ihtimalle bir "hayranlık" ilişkisi çıkabilir ortaya. bu uzun süreli olmayabilir. kalıcı bir duygusal tatmini ise sağlamaz.
hep benim başıma geliyor insanı - derdo
hayatın sürekli kendisine haksızlık yaptığı, mağdur bir figürü yansıtır. şikayet dolu gönderiler, kişisel dramalar ve "neden hep ben, neden kimse beni anlamıyor" tonunda paylaşımlar yoğundur. o kadar yaygaracı olurlar ki bir kargo teslimatında yaşanan sorun bile onlar için "hayatın ne kadar acımasız olduğunun" bir göstergesi olabilir.
kişisel iletişimlerinde "kötü durumdayım" mesajına da çok yer verirler. mağduriyetlerinin başkaları tarafından bilinmesi çok önemlidir. çünkü aslında bu profilin gölgesinde, kendi hatalarını kabul etmekten kaçma ve dış dünyayı suçlama eğilimi vardır. dolayısıyla kurban rolüne bürünürler. bu bağlamda kurban rolü, kişinin kendi gücüne inancını kaybettiğinde başvurduğu bir yoldur. bu tavır da zamanla alışkanlık halini alır ve temel kişilik örüntüsüne dönüşür. böylece yaşadıkları zorlukların neredeyse tümünü dışsallaştırmaya başlarlar. "hayat bana hep kötü davranıyor" derler. oysa bunu çağıran kendileridir ve bu durum kendi sorumluluklarını almaktan kaçınma ve yetersizlikleriyle yüzleşme noktasındaki samimiyetsizliğin önüne konulmuş bir kalkan görevindedir. zira sorunları çözmek, şikayet etmekten daha kolay değildir. böylece dışarıdan talep ettikleri yardıma kavuşurlar. oysa bu, pasif bir kimlikte takılı kalmalarına neden olur. başkalarına bağımlı olurlar. bunun psikolojik bir güç alanı oluşturduğuna inanırlar fakat aslında zamanla kendilerini tüketen bir zehirden öte bir şey değildir. manipülatif bir şekilde başkalarının merhametini kullandıklarını ise kendilerine bile itiraf etmezler. ama bir noktadan sonra etrafında bulunan herkeste "empati yorulması" dediğimiz hal meydana gelir. çünkü çok az insan sürekli şikayet eden birinin yanında uzun süre kalmaya güç yetirebilir. bu sayede yalnızlık hisleri daha da pekişir ve kendilerini bir kısır döngünün içine hapsetmiş olurlar. epiktetos şöyle der: "seni üzen şey, başına gelenler değil; yaşadıklarına yüklediğin anlamdır." bundan dolayı, bu tür profiller ancak kendi ayaklarına sıkmış olurlar günün sonunda. çünkü sorunların kaynağını dış dünyada arayarak, aslında kendi içsel dönüşümlerini ertelemiş ve ıskalamışlardır.
şimdilik aklıma gelenler bunlar. sanırım bu saydıklarım da toplumun büyük kısmını kapsamaya yeter.
velhasıl sosyal profiller, hepimizin dünyaya sunduğu birer ideal ve aynı zamanda bu idealin sakladığı derin bir gerçeklik katmanıdır. burada her mükemmelliyet arayışı bir yetersizliğin korkusunu, her kahkaha bir kırgınlığı ve her özgürlük çabası ise aslında bir aidiyet özlemini gizler.
ancak tüm maskelerin ardında da yine insan var: korkusu, acısı, ümidi ve hayal kırıklığı olan; anlaşılmayı, kabul görmeyi ve sevilmeyi uman; bir zamanlar masum bir çocuk olan insan.
farklı görünüyor olsak bile bu noktada hepimiz birbirimize benziyoruz. tüm gizlenme çabamızın ve takındığımız rollerin ardındaysa hepimizde aynı anda var olan derin bir korku yatıyor: reddedilmekten ve dışlanmaktan korkuyoruz. çünkü birbirimize karşı yeterince şefkatli ve merhametli değiliz.
oysa yeterince kabullenici olabilseydik, kim hangi saikle şefkatle kucaklandığı bir dünyada kendi gerçeğinden uzaklaşarak bir maskenin ardından ömür çürütmeyi tercih ederdi.
bu bağlamda tarihteki bir vaka beni çok etkiler. islam inkilabı'nın gerçekleşmesinin ardından, toplum cahiliye devri'ne ait rencide edici olay ve hatalar anmaktan men edilmişti. insanlar geçmişlerinin yüklerini taşımayı reddedip kabahatlerini eşelemeyi bırakarak birbirlerini affetmişler ve böylece geçmişin, zan ve önyargıların zincirlerinden kurtularak selamete erişmişlerdi.
bunu inanç-bağımsız bir şekilde söylüyorum, bu müthiş bir toplumsal tekamül noktasıdır. yargılamanın yerini anlaşılmanın aldığı, kabullenme ve merhametle anlamını bulmuş bir toplumda da kimse maskelerin ardında gizlenmeye ihtiyaç duymaz artık.
hepimizin ihtiyacı tam olarak budur bugün.
üstelik hangimiz ne kadar masum ya da kusursuzuz? ne kadar olabiliriz? insanız işte. en iyi ihtimalle ardımızda hoş bir sada bırakacağız. geldik gidiyoruz.
daha müşfik davranmalıyız birbirimize. belki o zaman gizlenmeye de ihtiyaç duymayız.