Into the Night ile Aynı Evrende Geçen Netflix Dizisi Yakamoz S-245'in İncelemesi
into the night'ın ilk sezonu baya eğlenceliydi. ekibimiz, radyasyondan koşarak kaçan adam misali dünyanın etrafında turlarken bir yandan da başlarına gelen türlü bela ile uğraşıyorlardı. dizinin temposu yüksek olduğu için sorunlar maksimum yirmi dakika içinde sonuca ulaşıp geçiyordu. bu da izlemesi keyifli bir mekanikti.
yalnız ikinci sezonda ortamın değişmesiyle tempo düşmeye, yaşanan sorunlar ise bölümlere yayılmaya başladı ki bence bu dizinin keyfinden çok şey alıp götürdü. yine de sezon finaline doğru işler güzel bir şekilde karışmıştı.
benim yakamoz s-245'ten de beklentim de tam olarak buydu aslında. dramatik an az, çözüm mekanizması hızlı olsun, her bölüm de 340 farklı olay çıksın ki dizi akıp gitsin. şimdi yakamoz, türk dizilerinde pek başarılamayan bu teknik için neler yapmış bir bakalım.
--- spoiler ---
sonda söyleyeceğim şeyi başta söyleyeyim. dizi olmuş mu? birkaç arkadaşımın söylediğine göre dizi gayet akıcı ve eğlenceli. s-245'ten izleyici ne bekliyor? aksiyon olsun, patlama çatlama sahneleri eklensin, karakterler strese girsin ve bölümler akıp gitsin. beklenti bundan ibaret. zaten dizinin ne bileyim bir the man from earth olma vaadi yok. bu nedenle dizi için izlenir diyebiliriz.
ancak benim için izlenebilir seviyesi yeterli değil. çünkü arkadaşlarımın aksine ben diziyi izlerken hep daha iyi olabilirmiş düşüncesindeydim. bu nedenle de yazıyı dizinin bileşenleri ve onların nasıl yukarıda olabileceği üzerine kurmaya karar verdim.
ilk önce çok göz önünde olduğu için teknik bir konuyla başlamak istiyorum: karanlık
into the night evreninin olayı nedir? güneşten kaçmak. peki bu olay diziye teknik olarak nasıl yansır? tabii ki her yerin karanlık olmasıyla. mesela into the night'ta en temiz ışığın olduğu uçak sahnelerine bakın. burada bile detaylar ya da arka planda kalan kişiler full gölgede. hatta o sahnede odağın üzerinde olduğu karakterin yüzü bile gölgeli. bu da çok farklı bir estetik ve atmosfer sağlıyor diziye. derseniz ki ya ufacık gölge nasıl etki etsin? bunu bana değil; marlon brando, francis ford coppola ve gordon willis'e sorabilirsiniz.
s-245'te ise maalesef bu aracı kullanmayı es geçmişler. evet, dizi karanlık görünüyor olaylar gece yaşandığı için ama bizim izleyici olarak bu kadar detayı görmemiz gerçekten gerekli miydi? mesela dizinin başındaki foça sahnelerini hadi ülke tanıtımı diyerek reklam filmi gibi çektiniz diyelim. peki biz atmosferin sıkıştığı denizaltındaki detayları niçin aynı netlikte görüyoruz? ya da neden her sahne neonla aydınlatılıyor? oraya bir gölge, bir bilinmezlik daha hoş olmaz mıydı? yani elimizdeki kamera bu kadar net detay alabiliyor diye her bir şeyi göstermemiz gerekmiyor aslında. çünkü iki dakika sonra ne olacağı belli olmayan tekinsiz bir ortamda görseller fazla keskin ve renkli kalıyor. (mesela ertan saban'ın tek başına olduğu bir sahnede hem mavi, hem kırmızı, hem de sarı neon aynı anda kullanılmış ki bu hikayenin atmosferi için gerçekten çok fazla.)
benzer bir problem senaryo konusunda da var
şimdi into the night'ın güzel yanı olayların izleyiciyi çok sıkmadan çözülmesiydi. ilk bölümde bize bir şey açıklamadan karakterler uçağa atlayıp dünya etrafında koşturmaya başlıyor, sıkıcı teorileri falan sadece laf arasında dile getiriyorlardı. ve aynı anda çok fazla şey oluyordu. böylece sıkıntılı durumlar çok fazla uzatılmadan işlenip geçiyordu.
aslında s-245'ten önce into the night'ın yapılması bir avantaj; çünkü diziyi takip eden herkes üç aşağı beş yukarı ne olduğunu biliyor. o nedenle, insanların yanık dillerini göstermeden sadece tempoya dayalı bir hikaye anlatımı tercih edebilirsiniz isterseniz.
peki böyle yapılmış mı? tabii ki hayır. yani şöyle söyleyeyim; s-245'te anlatılan olayların hepsi into the night'ın bir buçuk bölümüne falan sığardı. tempo farkını varın buradan kıyaslayın. bir de işin ilginç yanı; iki dizinin başında da aynı kişi var. yani orijinal yazdığıyla spin-off olarak yazdığı şey arasında neden bu kadar çok fark var, anlamak mümkün değil.
buradaki ana kayıp ise flashback'lerden kaynaklanıyor diyebiliriz. drama yönünden bakacak olursak into the night'in en güzel özelliği bu hengamenin içinde karakterlerine boyut katabilmesiydi. mesela bir karakter yolcuları önemseyen düşünceli biri gibi görünürken geçmiş hayatında ilişkisine sadık olmayan dangozun teki çıkabiliyordu. ve bu konudan direkt olarak bahsedilmese bile karakterin hal ve tavırlarında bu durum sezilebiliyordu. bu işte çok güzel bir şey. öyleydi en azından çünkü s-245'te bu mantık komple ortadan kalkmış. mesela defne ve arman'ın eski sevgili olduklarını cart diye söylemeyin, aralarında adı konmamış bir gerginlik olsun ve bu konu hiç konuşulmasın; biz sonradan flashback'i izleyince anlayalım ne döndüğünü. ya da cem'in cebinden pat diye paket düşürmeyin işte eleman terlesin, yorulsun; biz merak edelim ne olduğunu, bağımlılığını sonradan anlayalım. varacağınız yer yine aynı ama önce sonuç, sonra neden şeklinde ilerlerseniz karakterler hakkında en sıkıcı detaylar bile heyecan verici hale gelir. böyle dümdüz söyleyince zaten tek boyutlu olan karakterlerin hiç tadı tuzu kalmıyor haliyle.
bir de karakterler aşırı karton zaten
mesela dışarıdan gelen araştırmacıları denizaltında istemeyen bi asker var. adamın mantığı şu: adada arkadaşlarım öldü. 5 tane dünyadan bi'haber insanı ölüme terk etmek istiyorum. bu iki cümle arasında pozitif korelasyon yok. aynı şekilde ertan saban'ın karakteri de daha işin başında iki tane insanı dışarıda bırakmaya çalışıyor. sebep? çünkü geç kaldılar. peki iki tane panik halinde sivili kontrol edemeyen bu insan nasıl denizaltıya komutan olabiliyor? orası meçhul. burayı izleyici olarak biz hayal gücümüzle dolduruyoruz sanırım.
oyunculuk da kıvanç tatlıtuğ dışında başlarda biraz yoruyor ama özellikle üçüncü bölümden sonra ertan saban ve ece çeşmioğlu karakterlerine daha alışmış görünüyor. bu nedenle en azından merkez olan kısımda bir düzen hakim. yalnız özge özpirinçci, ecem uzun gibi oyunculara yorum yapmak pek mümkün değil. çünkü bu oyunculara oynayacak bir şey yazmamışlar. mesela defne, serinin başlarında sadece şikayet ediyor. yani bir bilim insanı ve araştırma ekibinin başındaki kişi olarak ne bileyim bi liderlik, bi akılcı bir yorum, bi insanlar arası bağ olma durumları söz konusu olmuyor hiç. ayrıca senaristler flashback'lerle falan karakterleri derinleştirme zahmetine katlanmadıkları için oyuncuların da elinde bu kalıyor sadece. mesela into the night'ta yaşamaktan vazgeçmiş olan sylvie'nin yavaş yavaş herkesin güvendiği bir lider haline gelişini izlemiştik. bu dizide ben defne ya da rana için beklemiştim bunu ama sonuç pek öyle olmadı.
şu çok tartışılan askeri nizam konusuna bakalım
şöyle ki, ben denizcilik rütbelerine aşina olsam da kim kime komutan diyor, kimin görevi nedir o kısma çok takılmadım. yani dizi sonuçta. çarkçıbaşı ölünce, ikinci çarkçıyı getirmek yerine ana karakterin işe dahil olabilmesi için çarkçıbaşı yapılması falan gerçekçi değil ama senaryonun bir şekilde ilerlemesini sağlıyorsa bu göz yumulabilecek bir durum. buradaki asıl önemli mesele o askeri atmosferin verilememesi. şimdi "gerçek hayatta böyle değil efenim"e girmek istemiyorum ama bir subay için şunu söyleyebiliriz "once a soldier always a soldier" yani bu insanların emeklisi de aynıdır okuldan ayrılmışı da. oturmasından konuşmasından bile o kişinin subay olduğunu anlarsınız. işte burası ne bileyim o hollywood filmlerinde falan gördüğümüz marine'ler gibi bir atmosfer kurmak için çok uygun. çünkü ortalama izleyici bu tür detayları bilmediği için hazırlığı doğru düzgün yapılmış her askeri terim dizinin notunu biraz daha yukarı taşıyacaktı. ayrıca bu mesele çatışma kurmak için de harika bir zemin olurdu. bir tarafta kuralları harfiyen uygulayan ancak aşırı hızlı çözüm üreten askerler diğer tarafta da duygularıyla hareket eden dağınık ancak olaylar sıkıştığında spontane yaratıcılık ile işleri çözen araştırmacılar olurdu. bu iki grubun liderleri olarak da aren / defne vs. yonca / umut eklediniz mi alın size mis gibi dramatik çatışma. böylece hem atmosfer daha yukarı taşınırdı hem de çatışma ve uzlaşmanın odağı belli olurdu. peki bunun yerine ne tercih edilmiş derseniz subaylardan birinin yaptığı devrecilik derim. onun da altının ne kadar boş olduğunu diziyi izlerken fark ediyorsunuz zaten.
sonuç olarak
dizinin neyi var neyi yok her şeye laf etmiş gibi olduk ama en başta dediğim gibi; bağcıyla bi derdim yok. hatta tolga karaçelik'i ta gişe memuru zamanlarından beri takip ederim ama yani dizinin potansiyeli ıskalanınca fikirlerim bu alanda dönmeye başladı. ben de ne düşünüyorsam filtresiz yazdığım için ortaya bu yazı çıktı. tekrar edeyim; dizi izlenir mi, izlenir. ki arkadaşlarım bir günde falan yuttu sezonu. sadece çok çok çok daha iyi olabilirdi. benim derdim o birazcık.