Irkçılık Kavramını Hiç Olmadığı Kadar Naif Anlatabilen Enfes Yol Filmi: Green Book
amerika’daki eşitlik konusunda çifte standardın, ırkçılık önünde afişe olmasıdır green book
sanırım konuya parmaklıklar ardındayken don shirley’nin telefon talebinde bulunduğu kısımdan giriş yapmak en doğrusu. polis memurunun mağlup bir ifadeyle söylediği gibi:
“he does have... rights.”
1492’de yeni dünya ve altın arayışıyla çıkılan yolda gerçekleşen kıta keşfiyle, deyim yerindeyse avrupalıların istila ettiği amerika’da, kaynak akışını sürdürülebilir kılmak için yine avrupalıların eliyle, "idaresini kontrol edebildikleri" koloniler kurulur. bu idari kontrole göre iki meclisli yönetimler mevcuttur ve sömürgeci ülkeleri temsil eden meclis, kolonilerin meclisinden daima üstündür. zamanla iç işlerine müdahalenin neden olduğu rahatsızlıktan dolayı, avrupadaki sömürgecilere ödenen vergi miktarındaki artışın da etkisiyle özgürlük mücadelesine giren koloniler, 4 temmuz 1776’da onların devlet olmasının da temelini atan o meşhur amerikan bağımsızlık bildirgesini imzalarlar. ve bu bildirgede şu cümle de yer alır:
“bütün insanlar eşit yaratılmışlardır.”
ama henüz üzerinden 1 asır bile geçmeden ülkeyi parçalanmanın kıyısına kadar götürecek bir anlaşmazlığa neden olur bu "eşit" olma hali. tarımda iş gücüne dayalı üretim sebebiyle afrika’dan getirdikleri insanları köleleştirenler, köleliği uygulamadan kaldırmaya çalışanlara karşı isyan bayrağı çekerler ve isyanları, çetin geçen yıllar sonunda bastırılsa da bunun bedelini koca bir ülkenin devlet başkanı (abraham lincoln) hayatıyla ödeyecektir. üstelik yetmezmiş gibi güney, kölelik konusunda bildiğini okumaya devam edecektir.
film, yaşadığı ülke tarihinin, ten rengine biçtiği değer(sizlik)le boğuşan bir sanatçının güneye doğru çıktığı özel bir turneyi konu edinmekte
peki nedir bu turneyi özel yapan? çünkü tarihin tekerrür edişi gibi yine ırkçılıkla mücadele edip siyahilerle omuz omuza duran başka bir başkan (john f. kennedy), 1 yıl sonra yine suikasta kurban gidecektir. ve hatta sonrasında da kardeşi (bobby)... bak sen şu tesadüfe!
don shirley, carnegie hall’ın üst katında ona özel tahsis edilen bir dairede kabuğuna çekilmiş yalnız bir yaşam sürmektedir. kabuğun içi altın varaklarla süslenmiş görünse de dışlanmışlığın yarattığı asosyal ruh hali, etkisini mekanda açıkça göstermektedir. sanki bir antikacı dükkanındaymış gibi birbirinden alakasız nice otantik materyalin varlığı göz yorsa da onları daha görünür kılmak için, abajurdan apliklere birçok aydınlatma aracı kullanılmasındaki amaç bellidir: ırkçı saldırılara karşı özgüven kazanmak. boynundaki tanımlamakta güçlük çektiği nesne gibi, duvarlardaki masklar da devasa vazolar da o ufak matruşka bebekler de hayranları tarafından onore etmek için gönderilmiş hediyelerdir. ve muhtemelen uğradığı her saldırı karşısında kendini yenik hissettiğinde, ırkçıların onu layık gördüğü seviyede olmadığını haykırırcasına bir üst basamağa yerleştirdiği tahtına çıkarak ona verilen bu armağanları ve çerçevelenmiş başarı nişanelerini izlemektedir. çünkü onun siyah ya da beyaz, omzuna dayanıp dertleşebileceği; onlardan güç alabileceği ve moral depolayabileceği dostları yoktur. ve haliyle öyle dostları olmadığı gibi, olmayan dostlarını ağırlayacağı koltuk takımı da bulunmaz. en yakınındakiler, yardımcısı olan bir başka öteki, amit ve aynı aracı bile kullanmadığı müzisyen arkadaşlarıdır.
turne nedeniyle yolu tony lip’le kesişir, yani bir diğer "öteki"
birkaç nesil önce italya’dan göçen ailelerden. baskın özellikleri, aşırı yemesi; çok sigara içmesi ve gevezeliği. sigara ve yemek başlı başına stres belirtisi ki bu, şiddet içerikli işinden kaynaklanıyor olabilir. ama çok konuşması, ondaki özgüven eksikliğinin göstergesi. insanlar korunmasız hissettiklerinde işi gevezeliğe vurarak kendilerini ispatlamaya ve kontrolü ele almaya çalışırlarmış. her ne kadar başkalarının ne dediğini, ne düşündüğünü umursamadığını söylese de sahne görevlisi ve trafik polisinde olduğu gibi, onun etnik kimliğine yapılan her saldırı sonrası kontrolünü kaybedip yumruklarını konuşturması aksini gösteriyordu. italyan serseri olarak görülmesi ya da işi ancak italyanların kabul edebileceği gibi türlü aşağılamalar da onun maruz kaldığı ırkçılıktan ötürü yumuşak karnı olmuştu. oradan darbe aldığındaki reflekslerinin büyüklüğünden gördüğümüz kadarıyla, öteki olmak canını çok acıtıyordu.
aslında onun, saygı duyulan bir özelliği daha var: ilkeli. yeme potansiyeli ne kadar fazla olursa olsun, davet edildikleri mekanlardan birinde beğenmediği peynirli böreği kusarcasına ağzından çıkaracak kadar karakterliydi. ona, istemediği şeyi yediremediğin gibi yaptıramıyorsun da. haliyle diğerlerinin, onun hakkındaki yanlış tespitlerindeki gibi ne para ne de italyan olduğu için çalışıyordu don shirley'nin yanında. sadece kalmak istediği için oradaydı.
okulun en belalı tiplerini sınıf başkanı yaparak terbiye ederler ya, ötekiler arası hiyerarşiye kapılıp siyahilere tiksinti duyan tony için bu yolculukla yüklendiği sorumluluk, "benim zenci arkadaşlarım da var" kafasında, büyük bir değişime neden olacaktı. daha önce siyahilerin karşısında dururken, şartlar onun bakış yönünü tersine çevirdiğinde, gördüğü ırkçı manzaranın ürkütücülüğü karşısında dehşete düşer ve anlar ki asıl çirkin ve kokuşmuş olan budur.
matah bir şeymiş gibi prensip diye adlandırdıkları ayrımcılıkları yüzünden, lullaby of birdland gibi insanda kanat takıp uçma isteği uyandıran cıvıltılı bir müziğe bile yansır, yavaş yavaş sabrın limite yaklaştığı. ve nihayet taştığında da sırf beyazların müziğini çaldı diye nat king cole’un öldüresiye dövüldüğü mekandan havalı bir çıkış yapıp siyahilerin “gücenmeden” eğleneceği o yerde, don shirley, bütün hayatı boyunca eğitimini alıp ten renginin layık görülmediği müziği çalarak kendisinin olduğu kadar nat king cole’un da intikamını alır.
Don Shirley - Lullaby of Birdland
filmin biyografik olduğunu bilmek boğazına bir yumru oturtuyor. hoş, sanki uydurma olsa dünyada hiç böyle şeyler yaşanmıyor diye mi düşünecektik... yalnız, maddi sıkışıklığı vurgulamak için aile arasında işsizliğinden bahsedildiğinde, babanın, "bizim kodaman da anca oraya buraya para saçsın" diye fırça attığı kısım ve tehdit gördüğü durumlarda (siyahi tesisatçılar) kenetlenen ailenin, saat üzerinden 15 dolar avanta koparmaya çalışması gerçekçiliği artırmakla birlikte gülümseten detaylardı. ayrıca tony'nin, davet edildikleri malikane sahiplerini, doktorun favori yemeği olarak ev yapımı kızarmış tavuk diye yanıltması kahkaha attırdı.
noel özel gösterisi için gittikleri alabama'da, mekan düzenlemesinde kullanılan isa bebeğin sapsarı saçlı olması, bütün üstün gördüklerine atfettikleri beyaz olma durumunu, inançlara bile yerleştirebildiklerini gösteriyor. garip olan ise, isa'nın doğduğu topraklarda sarışın profile rastlanmaması.
en iç acıtan kısım ise doktorun, tony'ye siyahilerle kumar oynadığını gördükten sonra söylediği şeydi: "onların içeride ya da dışarıda olmak gibi bir 'seçenekleri' yok. ama senin var." zaten o konserlerdeki seyirciler arasında hiç siyahi bulunmaması bile bunun ispatı.
ama tüm bunlar bir yana, ötekileştirme eleştirisi yapan filmlerin sayısındaki artış beni korkutmaya başladı. herhalde toplumlarda yükselen ırkçı havanın etkisi, yönetmenlerde müdahale etme ihtiyacı doğuruyor olmalı ki kara kaplı defterleri açıp insanlara geçmişten ders vermeye çalışıyorlar. ancak mevzu kitaplarda da olduğu gibi, ne izlediğimiz değil; ne anladığımızdır.