Japonya'ya Taşınan Birinden: Japonlar Neden Çok Sessiz, Düzgün ve İçe Dönük?

Bir yılı aşkın süredir Japonya'da yaşayan bir Ekşi Sözlük yazarının, Japonlar ile ilgil düşündükleri.
Japonya'ya Taşınan Birinden: Japonlar Neden Çok Sessiz, Düzgün ve İçe Dönük?

japonya'ya taşınalı bir yıldan biraz fazla oldu. ilk başta her şey çok etkileyici geliyor tabii: aşırı temiz sokaklar, dakik trenler, her köşe başında otomatlar, konbiniler, insanlar sessiz ve nazik… her şey düzenli, her şey işliyor. biraz “ne güzel lan burası” kafasında dolanıyorsun.

ama sonra o ilk büyü yavaş yavaş sönüyor “ya bi dur burada bir gariplik var” moduna giriyor insan. buraya geldikten birkaç ay sonra fark etmeye başladım: ofisteki sessizlik sadece nezaket değil, daha derin bir sessizlik. restoranlarda kafelerde sessizce tek başına oturan yalnız insanlar. spontane kahkaha, sokakta yüksek sesle konuşma yok denecek kadar az.

her şey çalışıyor ama bir gariplik var. sanki dışı parlak ama içi boş bir düzen gibi.
tam bu sıralarda oğlumun okulundaki kütüphanede bir kitaba denk geldim:
japan storychristopher harding.

kitap klasik tarih anlatısından ziyade japonya'nın iç dünyasının, ruhsal değişimin hikâyesi. hikayeleri de kompleks karakterlerin hayatları ile birlikte anlatıyor. bizdeki ziya gökalp, mustafa suphi gibi politikacılar, şevket süreyya aydemir veya sabahattin ali gibi yazarlar, ya da halide edip adıvar gibi tartışmalı karakterlerin hikayelerini japonya tarihiyle birleştiriyor.

kitap anlatımına 1850'lerden başlıyor: amerikalılar ülkenin kapısını çalıyor, japonya bir anda dünyaya açılmak zorunda kalıyor. meiji restorasyonu geliyor — ama bu sadece siyasi ya da teknolojik bir dönüşüm değil ve tamamen tepeden inme: halkın böyle bir talebi vs. yok, hatta ortada halk diye tabir edebileceğin bir insan topluluğu yok, tebaa var. (hatta sözlükte halk diye bir kelime dahi yok, daha sonra ikinci dünya savaşı sonrası amerikalılarla beraber anayasa yazılırken bu kelimenin eksikliği sorun oluyor). aynı bizdeki osmanlı'nın son yıllarındaki ve cumhuriyetin ilk yıllarındaki modernleşme hikayesine çok benzer bir hareket ama turbo versiyonu.

batı'dan her şey alınıyor ama insanlar kim olduğunu unutuyor. o dönemden itibaren yazarlar, keşişler, feministler, mistikler… herkes “biz kimiz” sorusunun peşinde. ülke modernleşiyor ama içten içe parçalanıyor.

iki dünya savaşı arasında işler daha da kararıyor. savaş, militarizm, baskı. sonra mağlubiyet, amerikan işgali ve büyük sessizlik. japonya savaşı kaybediyor ama bu travmayı hiç konuşmuyor. sadece susturuyor.

savaş sonrası ekonomik mucize geliyor. japonya kalkınıyor ama bu sefer de insanlar ruhsal olarak kopuyor. bugün hâlâ hikikomori (odaya kapanan gençler), karoshi (çalışmaktan ölen insanlar), sosyal izolasyon gibi sorunlar var. ülke çalışıyor ama insanlar içten içe boşlukta.

özetle, tamam japonya modernleşti var ama anlam arayışı yok. arayanlar da dışlanmış, ezilmiş bireyler ya da aum shinrikyo gibi kültlere batmış durumda. (bir de buranın fetö'sü soka gakkai var ama o konu dışı kalsın şimdilik)

türkiye'de ise sürekli bir anlam arayışı var ama modernlik yok.

japonya'da her şey düzenli, sistemler oturmuş, altyapı kusursuz. ama bir eksiklik var: duygu, bağ, spontane yaşama hali çok az. türkiye'de tam tersi. herkesin kimlik arayışı var, duygu çok yoğun, her şey çok politik ama temel yapılar hala oturmamış durumda.

sonuç olarak 2025 yılına geldiğimizde, biri çalışıyor ama ruhsuz, diğeri tutkulu ama kaotik. hatta kaosa o kadar batmış ki tamamen paralize olmuş durumda.

bu kitap, japonya'nın neden bu kadar sessiz, neden bu kadar “düzgün” ama bir o kadar da içe dönük olduğunu anlamamı sağladı. çünkü japonya modernleşti ama bu süreci sindiremedi. sadece üstünü örttü.

amores perros'tan biraz arak olacak ama: modernlik sadece ne inşa ettiğinle değil, aynı zamanda neyi gömdüğünle de ilgili. 

burada yaşayıp da "bir gariplik var ama adını koyamıyorum" diyen, “acaba japonya'da yaşam nasıl acaba” diyen ya da anime ve sushi'nin ötesindeki bir japonya'yı merak eden herkese öneririm. (link)