Kuran'da "Tek Başına Bir Ümmet" Olarak Bahsedilen Peygamber: Hz. İbrahim
mö 3. binyılın sonunda orta doğu'daki medeniyetin demografik yapısı, doğudan batıya doğru gerçekleşen göç hareketlerinin yol açtığı bir dizi istilanın sonucunda radikal değişikliklere maruz kalır. söz konusu istilacılar bilhassa mısır ve kenan gibi bölgelerde büyük kargaşaya ve yıkıma sebebiyet verirler. arkeolojik çalışmalar doğrultusunda edinilen bilgiler, göç eden toplulukların mevzubahis coğrafyalara yönelmelerinin altında yatan motivasyonun denize yani akdeniz'e ulaşmak olduğunu göstermektedir. ekseriyetinin batı sami dili konuştuğu tahmin edilen topluluktan, bölgedeki kazılar sonucunda ortaya çıkarılan bir dizi mezopotamya tableti; hapiru ya habirular yani başka bir deyiş ile ibraniler olarak bahsetmektedir.
belirli bir zaman zarfının akabinde bölgeye entegre olan istilacıların tam olarak yerleşik yaşamı benimsememelerinden mütevellit belirli bir toprak parçası üzerinde hak iddia etmediklerini, tarım ile uğraşmadıklarını ya da kendi devletlerini kurmaya yeltenmediklerini görürüz. başlıca uğraşları "tüccarlık" ve "paralı askerlik" olan habirular esasen bir kabile topluluğudur ve basit bir yapılanmaya sahip olmasına rağmen pek çok konar göçer kavimde gözlemleyebileceğimiz üzere içerisinde muhtelif gruplar da barındırmaktadır. her habiru grubunun kendi önderi vardır ve bu kimselerin sadakati mensubu oldukları kabileye değil, liderlik ettikleri grubun yaşadığı bölgede iktidarı elinde bulunduran hükümdarlara karşıdır.
velhasıl yazımızın odağında olan hz. ibrahim'in de ibrani klanına mensup habiru önderlerinden biri olduğu tahmin edilmektedir. ibrahim'in öyküsü, gerçeğin ve efsanenin birbirine karıştığı yer olan kadim ur kentinde başlar. bilimsel çalışmalar mö 1900'e kadar (ki bu tarih aynı zamanda ibrahim'in yaşamış olabileceği döneme de çok yakındır) ur'un uygar ve gelişen bir metropol ve dönemin şartları göz önüne alındığında sakinlerine güvenlik ile "yüksek yaşam standartları" sunan bir kent olduğunu göstermektedir. bu tarihten itibaren ise şehir için bir ekonomik çöküş süreci başlar. şehri yöneten akad hanedanının amoritler karşısında yaşadığı ağır hezimet muhtemelen kentteki yaşam şartlarını çok daha istikrarsız hale getirmiş ve binaenaleyh imkanı olan pek çok aile şehri terk etmeyi etmiştir. ibrahim'in babası terah ve ailesinin diğer üyeleri ile beraber ur'u terk etmesi de takriben bu tarihlere tekabül etmektedir. yaratılış kitabı bize ibrahim ve terah'ın, önemli bir ticaret yolu üzerinde bulunmasından dolayı gelişip zenginleşmiş bir kent olan ve bugün şanlıurfa ilimizin sınırları içerisinde yer alan harran'a doğru yola çıktığını anlatmaktadır. "haran" kelimesi ibranice ve akadca, "yol" ya da "rota" anlamına gelmektedir ve hititçe deki harvana sözcüğü de muhtemelen aynı kökene sahiptir. bugün günlük hayat içerisinde sıkça kullandığımız ve etimolojik yapısı farsça olan kervan sözcüğünün de yine bu kökene dayanmaktadır.
mö 2. binyılın başlarında yaygın bir amentü olan ay kültü'nün merkezi o dönemlerde ur'dan harran'a taşınmıştır ve ibrahim'in babasının bu yolculuğa çıkmasının altında yatan tali unsurlardan biri de pekala bu olabilir. ancak sebebi her ne olursa olsun harran, ibrahim'in hayatının tamamen değişeceği yer olacaktır, çünkü babasının vefatının akabinde hz. ibrahim'e ilk vahiy burada gelecektir.
"ülkeni, akrabalarını, baba evini bırak, sana göstereceğim ülkeye git." (yaratılış 12:1)
böylece ibrahim, "yeni inancını" daha iyi yaşamak ve kendi pagan çevresinden kaçınmak için bir kez daha yola revan olur. bu kez daha batıya, 700 kilometre ötedeki kenan'a gidecektir. bu süreçte yukarıda da bahsini geçirdiğimiz üzere ibrahim, bir habiru önderi olarak hayli güçlü ve nüfuzlu biri haline gelir. yine yaratılış kitabı 13. bölüm'de ibrahim'in, yeğeni lut'u tutsak alanların peşine düşmek üzere "evinde doğup yetişmiş 318 adamını alarak" büyük bir kuvvet topladığını anlatır. aynı kitabın 12. bölümünde ise kabilesi kenan'daki ciddi bir kıtlıktan kaçarken ibrahim'in mısır'daki otoritelerle görüşmeler yapmasına olanak sağlayacak bir "statüye" sahip olduğunu görürüz.
mısır'daki görüşmeleri esnasında ibrahim, güzelliği dillere destan bir kadın olan karısı sara'yı mısırlılara kız kardeşi olarak tanıtır. mısırlıların karısına el koymak isteyebileceğini öngören ibrahim hem karısını hem de kendi hayatını kurtatabilmek adına böyle bir yönteme başvurmuştur. zira aynı mizanseni gerar ülkesinde seyahat ederken kral avimelek'e karşı da kullanacaktır.
ibrahim'in evlatlık oğlu olan eliezer ile olan hikayesi de bizlere hem ibrahim'in karakteristik özelliklerini hem de yaşadığı dönemde inanç kavramına dair genel geçer algıyı göstermesi açısından kayda değer bir önem taşımaktadır. kutsal kitaptaki anlatıya göre ibrahim, bir varisi olmayışından mütevellit kederli bir şekilde yakınırken şöyle der: "ey egemen elohim bana ne vereceksin ? çocuk sahibi olamadım. evim şamlı eliezer'e kalacak." eliezer, ibrahim'in uşağı olmasının yanında bahsini geçirdiğimiz üzere aynı zamanda evlatlığıdır ve o döneme ait pek çok çivi yazısı tabletin de bize gösterdiği üzere çocukları olmayan çiftlerin evlat edindikleri kimse, bu durumun aksine yönelik bir düzenleme olmadığı takdirde, söz konusu çiftin yasal varisi olmaktadır. kısır olan ve kocasını çok seven sara, bu sorunu ortadan kaldırmak adına cariyesi hacer'i ibrahim'e sunar. tabiri caizse taşıyıcı annelik kurumunun ilk denemelerinden biri olan sara'nın bu girişiminin amacı sadece kocasının acısını dindirmek değil, aynı zamanda kendi konumunu da sağlamlaştırmaktır. nuzu (günümüzde şam kentine yakın bir bölge) tabletleri bu tür bir taşıyıcı annelik sözleşmesinin mezopotamya'da büyük ölçüde kabul gören bir uygulama olduğunu göstermektedir. evli ama kısır bir kadın, cariyelerinden birini "çocuk sahibi olabilmek adına" kocasına "sunabilir". ve yine nuzu tabletlerinden öğrendiğimiz kadarıyla kadının, cariye ile kocasının beraberliğinden doğan çocuk üzerinde "anne" sıfatıyla otorite kurması kendisine verilen bir haktır.
bunlar yalın gerçeklerdir ama yaratılış kitabında anlatılan öykü, bu tarz düzenlemelerin ortaya çıkarabileceği sonuçları da saklamaz. hacer hamile kalınca sara'yı "küçümsemeye" başlar. ismail'in dünyaya gelmesi ile beraber de sara'nın kıskançlığı artar ve nihayetinde hacer'i evden kovup çölün insafına terk eder. ibrahim ise bu gelişmeler karşısında sara'ya engel olmayı tercih etmez ve herhangi bir sorumluluk almayı reddeder. ibrahim'in tek müdahalesi hacer çöle doğru yola çıkarken ona bir tulum su ve bir somun ekmek vermek olur. işte tam bu noktada tanrı devreye girer ve hacer'e bir melek göndererek (kutsal kitapta ilk kez bu hikayede meleklerden söz edilmektedir.) onu ibrahim'in evine dönmeye ikna eder. bunu yaparken hacer'e, oğlu ismail'in günün birinde büyük bir halkın babası olacağını da ihmal etmez.
bu aşamada elohim başka hüviyet kazanır. ibrahim'e bir kez daha görünerek kendini el şaddai yani "her şeye gücü yeten tanrı" olarak tanıtır. "benim gösterdiğim yoldan yürü ve bana karşı samimi ol." bu sözlerin akabinde el şaddai, ibrahim'den kendisine söz vermesini ister ve aralarındaki sözleşmeye bağlı kalacağının bir işareti olarak ibrahim'e ailesinin tüm erkek üyelerini ve onların torunlarını sünnet ettirmesi talimatını verir.
ibrahim'in tek tanrısı, onun önceden aşina olduğu diğer tanrılardan farklıdır. ibrahim'in tamamen iyi bir insan olmadığını kabul eder (zaten kimse tamamen "iyi" değildir) ve onu eleştirmekten çok, iyi şeyler yapmaya teşvik eder. önceki tanrılardan farklı olarak el şaddai, insanların kendisiyle "tartışmasına" izin vermektedir. örneğin; tanrı, ibrahim'in kardeşi lut'un yaşadığı kent olan sodom adlı kötü şöhretli kenti yeryüzünden silme tehdidinde bulunduğunda ibrahim tanrıya karşı samimi davranır ve ona eğer orada 50 iyi insan yaşıyorsa bu kenti yok etmek "ahlaki" açıdan "doğru" olur mu şeklinde bir soru yöneltir. tanrı, ibrahim'in sorusunu makul bulur ve ona 50 "iyi" kişi bulabildiği takdirde şehri yok etmekten vazgeçeceğini söyler. ibrahim daha da ileri giderek sayıyı devamlı azaltmaya çalışır. bu kıssadan hissede ibrahim'in ağzından insanlığa verilmek istenen ahlaki ders; sadece tek bir iyi insanın (iyiliğin) bile bütün kötülüklerden üstün gelmesi gerektiğidir.
ilk bakışta bu pasaj her ne kadar tanrının sınanması olarak gözükse de aslında tanrı, ibrahim'in kişiliğinde insanı "adalet duygusuna sahip bir canlı" olarak tasvir etmeyi amaçlar. bu düşüncenin ibranilerin tektanrılı dininin ana teması olduğu söylenebilir. bilahare yine kutsal kitabın ilerleyen kısımlarında "adalet" kavramı defaatle işlenecektir.
ibrahim'in hayat hikayesi bize, tüm "insanlık" hakkında bir şeyler anlatmaktadır. tanrı hakkındaki tüm fikirler herkes tarafından kabul edilebilir veyahut benimsenebilir hüviyette olmak zorunluluğu taşımamalıdır. nitekim insanlık tarihine ilişkin görüşlerin çoğu bizim sadece hayatta kalmamıza ve ürememize yardımcı olan inançları benimsediğimiz varsayımı üzerine kurulmuştur. muhtelif antropologlar bize her ayinin toplumları birbirine bağlama amacı güttüğünü anlatırken marksistler, tanrı fikri'nin bir grubun diğer bir grup üzerinde egemenlik kurmasının bir yolu olduğunu söyler. bu bilgilerin ışığında tanrı fikri'nin acı ve sefalet doğurabileceği ya da barışçıl bir varoluş sebebi olabileceği sonucu çıkabilir. her şeyde olduğu gibi bu konuda da "seçim" insana aittir.